Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Kasım, Sayı: 165
O’NU SEVMEK ÎMAN ŞARTI
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine; anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)
Demek ki;
Îmânımızı kâmil hâle getirebilmemiz için, O’nu tanımalı, sevmeli ve O’na ittibâ etmeliyiz.
Velâdet Kandilleri; bu gayenin gerçekleştirilebilmesi için, en güzel vesilelerdendir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in cihânı teşrif ettikleri bu geceyi vesile kılarak; Peygamberimiz’in bütün insanlık için ne büyük bir nimet, ne muazzam bir ihsân-ı ilâhî olduğunu anlamalı ve herkese anlatmalıyız.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, bunun yollarını da ashâbına ve bize tâlim etti;
MUHABBETİ ÖĞRETTİ
Aşkı öğretti…
Sevgi nedir?
İki gönül arasında bir muhabbet bağı…
Öyle bir bağ ki, her şey O’na fedâ!..
Ashâb-ı kiram dâimâ âhirette Allah Rasûlü ile beraber olabilmenin derdi içindeydi.
“Anam, babam, canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” sözleriyle ifade ettikleri bir fedâ hâlindeydiler. Bey‘atlerde canlarını ortaya koydular.
Bu muhabbet Hazret-i Ebûbekir’de zirve idi. Her yerde Efendimiz’in hayaliyle dolaşıyordu. Efendimiz isteyince, Hazret-i Sıddîk malının tamamını götürüp infâk ediyordu.
Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde şöyle cevap verdi:
“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11)
Uhud’dan sonra Peygamberimiz, ashâbını, düşmanı takibe çağırmıştı.
Birisi ağır, iki yaralı sahâbî, Efendimiz’in davetine mukabil, geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler.
Onlar Peygamberimiz’i öyle seviyorlardı ki; O’nun vefâtı üzerine, hayatta hiçbir şey onlar için değer ifade etmez oldu.
Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün vefat haberini alınca şöyle dedi:
“Yâ Rabbî!
Artık benim gözlerimi âmâ kıl!
Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberim’den sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..”
Duâsı kabul olmuş, gözleri âmâ olmuştu. Kendisini tesellî etmek için gelenlere de şöyle dedi:
“Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyanın en güzel ceylânlarının gözüne sahip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa‘d, II, 313)
Fâtıma Vâlidemiz ise Peygamber Efendimiz’in vefâtı üzerine hissiyâtını şöyle ifade etmişti:
“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfi ile üzerime öyle bir musîbet geldi ki; o dert, üzerlerine dökülse, gündüzler gece kesilirdi!”
SADÂKATLE
Ashâb-ı kiram, Peygamber Efendimiz’e öyle bir muhabbet ve sadâkat ile bağlıydılar ki; müşriklerin ve münafıkların her türlü fitne ve vesveselerine karşı, her zaman kalbî itmi’nân ile;
“–O dediyse doğrudur!” dediler.
Tam bir teslîmiyetle;
“–Allah ve Rasûlü, en iyi bilendir!” dediler.
Ashâb-ı kirâmın sevgi ve muhabbet denildiğinde anladığı hakikat, Allah Rasûlü’nün gönlünde yer alabilmek idi.
Onların en büyük endişesi âhirette Sevgili Peygamberimiz’den ayrı düşmekti.
Ashâb-ı kiram; dünyada Allah Rasûlü ile beraberliğin rûhânî lezzetini, âhirette yaşayabilmek için ömürlerini vakfettiler.
Sevbân -radıyallâhu anh-’ın hâli buna en güzel misaldir. Onun dünyalık hiçbir şeyi yoktu. Onu en çok teessüre gark eden;
“Acaba ben âhirette Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyim?” endişesi idi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Sevbân -radıyallâhu anh-’ı çok mahzun ve solgun gördü. Hüznünün sebebini sordu. Hazret-i Sevbân dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Öyle bir lezzet içindeyim ki, eve gidiyorum, hasret içinde kalıyorum. Bu lezzeti kaybedeceğim diye korkuyorum. Siz âhirette peygamberlerle beraber olacaksınız. Ben ise kim bilir nereye savrulup kalacağım!” (Bkz. Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, s. 170)
Peygamberimiz, Sevbân gibi âşık sahâbîlerine şöyle dedi:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Enes -radıyallâhu anh- der ki:
“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın Nebîsi’nin;
«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)
O sevgiyle Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-; Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine öyle sarılıyordu ki, yolda giderken;
“–Niçin şuradan döndün?” diye soranlara;
“–Allah Rasûlü’nü oradan dönerken gördüm, o sebeple O’nun yaptığını yapmak bana zevk veriyor!” demişti.
Hakikî muhabbet budur, gerçek sevgi budur. İki kalp arasındaki muazzam bir cereyan hattı…
ŞÂMİL BİR MUHABBET
Hakikî muhabbet, sevilenin her şeyini kuşatır. Seven, sevdiğinin her şeyini sever.
Tâbiîn’den İbn-i Sîrîn -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:
“Abîde es-Selmânî -rahmetullâhi aleyh-’e;
«–Bizde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçından var. Onu Enes -radıyallâhu anh-’ın annesinden veya ehlinden temin etmiştik.» dedim.
Büyük bir heyecanla;
«–Vallâhi bende O’nun bir tek saçının bulunması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve kıymetlidir.» dedi.” (Buhârî, Vudû, 33)
Ne muazzam bir sevgi!..
Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın dediği gibi;
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Yani;
O’nun izinden gitmez isek, O’nun sevdiğini sevemez isek, muhabbetimizi sâlih ameller hâlinde fiiliyata dönüştüremez isek, dudaklarımızdan dökülen sevgi sözlerimiz bir hakikat ifade etmez.
Ashâbı, ashab yapan; sözde değil, fiilde, sâlih amelde ve fedâkârlıkta tezâhür eden bir muhabbettir.
Hak dostlarını, o seviyeye getiren de işte bu muhabbet ateşidir.
AŞK ATEŞİYLE YANANLAR
Bu muhabbet ateşi; gönlü pişiren, olgunlaştıran ve ikmâl eden bir yanıştır. Bu zâhirî ateşte yanmak değildir, kalbin yanmasıdır.
Mevlânâ Hazretleri şöyle ifade eder:
“Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek dönüp de yeniden buğday olmadı. Hiçbir üzüm tekrar koruk hâline dönmedi. Piş ve olgunlaş; yani iyice yan ki, bozulmaktan kurtul!”
Onlar; bu derin ve muhteşem aşk ateşiyle yanarak yaşadıkları muazzam vecd ve istiğrâkı, ifadelerin gücü nisbetinde eserlerine aksettirmişlerdir.
Meselâ Fuzûlî; Fahr-i Kâinât Efendimiz’e muhabbetinin yanık ifadesi olan meşhur na‘tı Su Kasîdesi’nde bu yanışı söyle ifade eder:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su!
Kim bu denlû dutuşan odlâre kılmaz çare su!
“Ey gözlerim! (Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle) gönlümde (tutuşup alevlenmiş) ateşlere gözyaşından su dökme! (Gözyaşlarını israf etme!..) Çünkü bu (son) derece (aşk hararetiyle) tutuşmuş olan ateşlere su (dökmek) çare değildir. (Allah Rasûlü’ne olan derin muhabbetim, gözyaşı dökmekle hafiflemez.)”
Âşıkların fârik vasıflarından biri de «fenâ fi’l-aşk» makamında olmalarıdır.
Yani aşk, onlarda mahbûbun dışında her şeyi yakmış kül etmiştir. Aşk içinde yok olmuşlar, kendi benliklerini de ortadan kaldırmışlardır. Sakarya Nehri’nin Karadeniz içinde kaybolması gibi.
Bir başka misal de şudur:
Bir mercek, güneşten gelen ışık huzmelerini bir noktaya teksif eder ve onun altındaki çer çöp de yanar ve kül olur.
İlâhî muhabbet de tek bir Mahbûb’a teksif edilince, kalpte O’nun dışındaki her şeyi yakar kül eder… Yani;
Bu aşk ile onların gözünde dünya küçülür, âhiret ve orada Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber olabilmek en büyük lezzet hâline gelir.
Bu sebeple nereye baksalar; her şey, aşk ehline, Habîbullah Efendimiz’i hatırlatır.
Bu hâlin en güzel misallerinden biri Hazret-i Enes’tir.
O bahtiyar sahâbî, annesi tarafından 10 yaşında iken Peygamber Efendimiz’in hizmetine verilmişti. On yıl Efendimiz’e hürmet ve muhabbetle hizmet etti. O’nu şöyle anlatırdı:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir anber ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”
O bu sözleri söylerken, kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit -rahmetullâhi aleyh- sordu:
“–Ey üstâdım, sen sanki her an Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mübârek nağmesini işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?”
Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:
“–Evet, vallâhi kıyâmet günü O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;
«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.” (Ahmed, III, 222)
Ne büyük muhabbet ve hasret ateşi…
Yûnus Emre Hazretleri’nin ifadesiyle;
Ey dost Sen’i sevelden aklım gitti kaldım ben,
Pınarları terk edip denizlere daldım ben!..
Bir zerre aşkın odu, kaynatır denizleri,
Düştüm aşkın «od»una, tutuşuban yandım ben!..
Yûnus Emre Hazretleri bu aşk ile sarı çiçekle hasbihâl ederdi.
Fuzûlî işte böyle bir hissiyât ile âdetâ bir bahçeden geçer. Orada bahçıvanın güzel çiçekler, güller yetiştirmek için bahçesini suladığını görür. Bu manzara ona Güller Gülü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i hatırlatır ve şöyle der:
Suya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gül-zâre su!
“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zira), bin tane gül bahçesi sulasa, (ey Hâtemü’l-Enbiyâ, yine de) Sen’in mübârek yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılacak değildir!..”
Fuzûlî; nehirleri görür, suların şevk ve iştiyakla akmasını kendisiyle aynı aşkın müptelâsı olmasına bağlar:
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su!
“(O rahmet Peygamberi’nin) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübârek) toprağına ulaşayım diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu baş(lar)ını taştan taşa vurarak âvâre (ve meclûb bir şekilde) akmaktadır…”
Âşık gönüller rüzgârları da Habîbullah Efendimiz’e doğru esiyor görür ve şöyle derler:
Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Harameyn’e,
Selâmımı arz eyle Rasûlü’s-sekaleyne!
Süleyman Çelebi de güneşe bakmış, onun dünyayı aydınlatma, ısıtma gibi vazifelerini; Rasûlullah Efendimiz’in hizmetinde pervâne oluş sûretinde görmüş ve şöyle demiştir:
Bir acep nûr kim güneş pervânesi!..
Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU da semâların arzın üzerindeki hâlini, Efendimiz’e vuslat heyecanı olarak görür:
Şeb-i mîrâcda sîmâsını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök secde-i şükrân olarak…
“Mîrac Gecesi’nde Rasûlullâh’ın sîmâsını seyretmesinden elde ettiği feyz ile, O’nun şânını yüceltmek üzere gök, Rasûlullâh’ın ayak bastığı yere şükür secdesine kapanır!..”
Bursa kadısı iken makam ve mansıbı terk edip, Üftade dergâhında temizlikçiliğe talip olan, böylece enâniyet zincirlerinden kurtulup, gönüller sultanı olan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kapısında bir gedâ (dilenci) olup şöyle dilenir:
Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllah!
Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllah!
Nebî idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre,
İmâmü’l-enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllah!
Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın,
Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllah!..
Şeyh Gālib de en dehşetli cehennem azâbının, Habîbullah Efendimiz’in huzûrundan kovulmak olduğunu ikrâr ederek;
“Merhamet eyle Efendim, ayrılık ateşine yakma!” diye şöyle yalvarır:
Bî-çâredir ümmetlerin isyânına bakma!
Dest-i red urup, hasret ile dûzaha kakma!
Rahm eyle amân, âteş-i hicrânına yakma!
Ez-cümle kulun Gālib-i pür-cürmü bırakma!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim!..
Aşkın en kuvvetli tezâhürü; başta da ifade ettiğimiz üzere, kalp ateşidir, yürek yangınıdır.
Mevlânâ Hazretleri; Selçuklu Medresesi’nde zâhirî ilimlerin zirvesinde bir dersiâm iken içinde bulunduğu hâlini «hamdım», mârifetullah tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini «piştim», ilâhî muhabbette fânî oluş hâlini ise «yandım!» diye ifade etmiştir.
Bu gönül ateşi; Habîbullah Efendimiz’e yaklaştıkça artar, öyle ziyadeleşir ki, âşık, ateşten başka bir şey göremez olur.
M. Es‘ad Erbilî Hazretleri bu hâli ne güzel ifade etmiştir:
Tecellâ-yı cemâlinden, Habîbim, nevbahâr âteş,
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!
“Habîbim; Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”
Bu ifadeler, hakikatte de doğrudur. Zira cihanın yaratılması, yeryüzünde hayâtiyetin başlaması, sümbüllerin, bülbüllerin yaratılması, o hayatın yıllık tecellîsi olan bahar mevsimleri, toprak, gül ve dikenlerin bütün hepsinin var oluş hikmeti, hakikat-i Muhammediyye’nin tecellîsi için birer hazırlık hükmündedir.
Yaman Dede de bu yanışı en güzel yaşayan ve ifade eden Hak dostlarındandır. Onun yanışı muazzam bir hasret ve iştiyâkın derdiyledir.
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..
Âşık, bu sevdâ uğrunda; her türlü ızdırâba sabreder, her türlü meşakkate göğüs gerer, her çileye tahammül eder, yeter ki, Allah Rasûlü rüyada ve mahşerde cemâliyle teşrif eylesin ve tebessüm buyursun!..
Mehmed Âkif; çölleri aşarak Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye gelen bir Sudanlının hâlini, bu âşık gönlün lisânından ne güzel anlatır:
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahrânın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm-i pâkine cân atmak istedim durdum,
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum;
«Tahammül et!» dediler, hangi bir zamâna kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Sudanlı bu samimî mü’min, çölleri aşarak geldiği Ravza-i Mutahhara’da vecd ile Allah Rasûlü ile kucaklaşacağının hayâli içindedir. Lâkin; Türbe-i Rasûlullâh’ın içine alınmayıp, parmaklıklar arkasından ziyarete izin verildiğini görünce heyecanından oracıkta yığılır ve şehîden vefât eder:
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir,
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş-altı sîneyi hicrân içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikābını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş‘ale? Nûrun mu, yâ Rasûlâllah!
İşte hem bedenen hem de rûhen bir aşk yangını!..
Ashâb-ı kiram başta olmak üzere bütün Hak dostlarının işte tek arzusu budur:
Rasûlullah Efendimiz’e vuslat…
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tebessüm ettirebilmek!.. O’nun mübârek lisanlarından;
“Ümmetim!” hitâbına mazhar olabilmek…
Bu gayeyle Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanık âşıkları, muhabbet izhârı için çareler aramışlardır.
Muhammedî sevdânın en büyük alâmeti, O’nun sünnet-i seniyyesine tam ittibâdır. Büyük hadis âlimi İmam Nevevî; Allah Rasûlü’nün karpuzu nasıl yediğini tespit edemediği için, karpuz yemek ona tatlı gelmemiş, rivâyete göre hiç karpuz yiyememiştir.
Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşını geçince;
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hakk’a irtihâl ettiği yaşa geldim. Artık yeryüzünde dolaşamam!” demiş, yerin altındaki çilehânesinde ikamet ederek irşâda devam etmiştir.
Bunlar gönlü saran muhabbetin yanık ve ferdî tezâhürleridir. Başkalarının bunları taklidi doğru olmaz.
Sultan Birinci Ahmed Han da Habîbullah Efendimiz’in yanık sevdâlılarındandır.
O, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izlerini bir maket hâlinde sarığında taşımış ve bunu yapmaktan gayesini şöyle dile getirmiştir:
N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine ol Gül’ün!..
Bizim de kurtuluşumuz çaremiz ancak bu sevgi…
Her hâlimizde büyük bir ihtimam, ihtiram ve îtinâ ile; O’nun hâlini, O’nun sünnetini, mükemmel vasıflarını tahsil ve tatbik edebilme gayretinde olmamız gerek…
Bu muhabbet, gönüllerimizi olgunlaştırır.
Bu muhabbet, Allah yolunda sergilenmesi gereken fedâkârlıkları kolaylaştırır.
Bu muhabbet; ilâhî muhabbetin, «muhabbetullâh»ın yegâne vesilesidir.
Muhabbetin mâhiyeti, gayesi ve hedefi, işte budur!..
Böyle iken, muhabbeti, süflî vadilerde hebâ ve israf edenlere ne yazık!..
Muhabbeti böyle israf etmek, kurtlara sevdâlanan kuzuların sergilediği hamâkat ve sefâlettir.
Gönüller, Allah ve Habîbi’ne râm olmalıdır…
Ey muhabbet, mârifet ve merhamet hazinesi olan Rabbimiz!
Bütün acıları lezzete, bütün elemleri safâya ve bütün seyyiâtımızı hasenâta tebdîl edecek; hasretimizi yakınlığa ve fânîliğimizi ebedî vuslata dönüştürecek gerçek muhabbet ile ömrümüzü müzeyyen eyle.
Bizleri huzûruna ancak aşk-ı Muhammedî ile vâsıl eyle!
Sev, sevdir, sevindir yâ Rabbî!..