Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2017 Ay: Temmuz Sayı: 149
KÖLENİN KÖLESİ!..
Hak dostlarının tercümanı olan Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde insanın iç âlemine dair çok kıymetli ahlâkî ve tasavvufî tahlillerde bulunmuştur. Bunları ise hikâye ve kıssalarla müşahhas hâle getirmiştir.
Öfkenin zebûnu olan insanın zavallılığını şu temsilî hikâye ile anlatır:
Bir padişah söz arasında şeyhin birine;
“–Dile benden ne dilersen!” dedi.
Şeyh;
“–Ey padişah!” dedi. “Bana böyle bir lâf söylediğin için utanmıyor musun? Sen bana bağışta bulunacak güçte değilsin. Biraz daha yüksel, biraz daha güçlen, ondan sonra iyilik yapmaya kalk!”
Padişah bu cevaba şaşırınca, şeyh şöyle îzâh etti:
“Benim iki kölem vardır. Onların ikisi de hor, hakir kişilerdir. Ama onların her ikisi de sana emir vermektedirler. Sen padişahsın; fakat o iki kölenin kölesi olmuşsun, haberin yok!
Padişah;
“–Kölelerin bana emir vermeleri benim için rezâlettir!.. O iki köle kimlerdir?” diye sordu.
Şeyh de;
“–O iki köleden birinin adı öfke (hiddet), öbürünün adı şehvettir.” diye cevap verdi.
“Hiddetini, şehvetini yenerek dünya padişahlığından ferâgat eden, vazgeçen dervişi sen gerçek padişah bil ki; onun nûru ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”
Hikâyede; nefsâniyet ve enâniyetten kaynaklanan çirkin huylara kapılan insanın hâli, kölenin kölesi olmaya benzetilmiştir. Köle, efendisinin emrini tutar. Köle Arapçada «abd»dir.
Bizler sadece Allâh’ın abdi, yani kölesi olmalıyız. Yani çirkin duyguların, şeytânî telkinlerin ve enâniyet kabarmalarının emirlerine değil, sadece Allâh’ın fermânına tâbî olmalıyız.
CENÂB-I HAKK’IN «KULUM!» HİTABI
Haramlar; Cenâb-ı Hakk’ın yasaklarıdır.
Haramlar, cennete giriş yasaklarıdır.
Takvâ; zâhirî ve bâtınî haramlardan tamamen uzak durabilme şuurudur… Çünkü haramlar Allâh’a isyan mahiyetindedir.
Eğer kalp, Allah’tan uzaklaştırıcı haramlardan tam mânâsıyla kurtulamazsa; «kelime-i tevhid» tam olarak yerine gelmemiş olur. Çünkü;
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
“Allah’tan başka mâbud yoktur!” sözünün hakikatine eren bir kişi; Allâh’ın yasaklarından hiçbirini çiğnememeli, dolayısıyla O’na isyana düşmemelidir. Çünkü Allâh’ın bir haramını irtikâb etmek; kalpte, nefsânî, şehvânî veya şeytânî başka bir tesire râm olmak demektir.
Dünyevî arzulara râm olup Allâh’ın sonsuz nimetlerini unutanlar hakkında Ferîdüddîn Attâr’ın naklettiği şu kıssa, çok ibretlidir:
Bir padişahın sevdiği bir av köpeği vardı. Padişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında mutlaka onu yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.
Bir gün padişah, yine onu yanına almış, saray erkânı ile ava çıkmıştı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gayet neşeliydi.
Lâkin gördüğü manzara bütün neşesini kaçırdı. Çok sevdiği köpeği, değersiz bir kemik parçasıyla oyalanmaktaydı. Padişah, önce mahzun olarak elindeki ipi çektiyse de köpek direndi; pis kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:
“–Bunca nimetimle perverde iken, beni bırakıp da iki kemikle meşgul olmak!.. Kabul edilir şey mi?!.” dedi.
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmedi. Gazapla;
“–Yol verin şu edepsize!” dedi.
Gafil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler padişaha;
“–Sultanım; üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde padişah;
“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi. Ardından ilâve etti:
“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lütufların acısını yaşasın!..”
İşte Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus da; yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak kendisinden yüz çevirmesidir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“(İnsan kendisine lutfettiğimiz onca nimetten sonra;) ister şükredici olsun, ister nankör olsun! (Karşılığını elbette görecektir.)” (el-İnsân, 3)
Demek ki;
Bir insan için en âdî suç; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bunca nimetlere karşı nankör olmasıdır.
Nefsin; «emmâre, levvâme ve mülheme» mertebelerinde, Cenâb-ı Hakk’ın insana; «Kulum!» diye bir hitabı yoktur. Bu mertebelere dikkat çeken âyetlerde, Rabbimiz’in böyle bir rızâ ve kabulüne işaret eden ifade yer almamıştır.
«Kulum!» hitabı «mutmainne» makamında başlar.
İtmi’nâna kavuşmak ise; Cenâb-ı Hakk’ın takdirine râzı olmak, O’nunla huzur bulabilmektir. Allah ne verdiyse, onu Allah yolunda sarf edebilmektir.
Bir annenin en çok fedâkârlıkta bulunduğu, yavrusudur. Anne en çok evlâdını sever. Evlât da en çok annesini sever. Anne, çocuğunu azarlasa bile; çocuk yine annesine sığınır.
Rabbi ile kulu arasında, anne ile evlâdı arasındaki münasebetten çok daha yücesi vardır. Kul da hiçliğini müdrik olarak dâimâ Rabbine sığınmalıdır. Hatasından dönmeli, hemen Rabbine ilticâ etmelidir.
İhtiras, öfke, gıybet, enâniyet, istihfaf, istihkar ve tecessüs gibi bâtınî haramlar; kalbi yaralayan çirkin hâllerdir.
Bâtınî haramları tanımak, onların hangi nefsânî duygulardan kaynaklandığını bilmek, onları bertarâf edebilmek için çok mühimdir.
Benlikten kaynaklanan bir başka bâtınî haram da gazaptır.
FÂCİALAR TARİHİNİN MUHARRİRİ: ÖFKE
Îtidâli bozan en mühim âmillerden biri olan öfke, insanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin bir ifadesidir. Aklî dengenin kısmen zaafa uğramasıdır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Ebû Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e;
“–Bana cennete götürecek bir şey öğret (yâ Rasûlâllah!..)” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz kendisine;
“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 63/2007)
Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi ise; bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünebilmektir.
Öfkeye kapılmak, akıl ve muvâzeneyi sarsar. Bu sebeple; öfkeyi mağlûp edebilmek için, abdest almak, eûzü besmele çekmek, ayakta ise oturmak gibi sakinleştirici tavsiyeler vârid olmuştur. Sakinleşen insan tefekkür eder. Öfkenin kontrolsüzlüğünden muhafaza olur.
Bir Hak dostu; öfke ve ihtiras fırtınaları karşısında, insanın rûhunu sakinleştirecek, şu tefekkürü artırıcı ziyaretleri tavsiye etmiştir:
ŞİFÂLI ZİYARETLER!
“Zaman zaman hastahânelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nimetini düşünerek hâline şükret!”
“Zaman zaman hapishânelere giderek oradaki mahkûmların bin bir ızdırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinayetlerin bir anlık öfke veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün!
Zindandaki kişileri oraya düşüren öfke, artık izâle olmuştur fakat onun acı bâkiyesi nedâmet ve hüsran olarak devam etmektedir.
Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhafaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et!”
“Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânıyla yükselen sessiz feryatları dinle!”
Mezar taşlarında yazan;
هُوَ الْبَاق۪ي «Hüve’l-Bâkî: Bâkî olan yalnız Allah’tır!» ifadesinde derinleş! Bil ki O levha;
«Fânîliğini unutma!» demektir!
Yûnus ve Hüdâyî Hazretlerinin ifadeleriyle:
Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünya değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünya değil misin?
***
Bilirim seni yalan dünyasın,
Evliyâları alan dünyasın…
Süleyman tahtın sen vîran kıldın,
Masumlar boynun büken dünyasın.
Her mezar taşından ayrı ayrı îkazlar gelmektedir. Sanki mevtânın sessiz feryatlarını ifade etmektedir. Âdetâ;
“‒Ey ziyaretçi! Benim başına gelen senin de başına gelecektir, gafil olma!” demektedir.
Ârif bir zât buyurur:
“Hayret! Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yiyor!..”
Mezardakiler, dünyada peşinde koştukları, hırsla istedikleri şeylerin, boş hevesler olduğunu anlamışlardır. Fakat heyhat!
“Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselecekse, böyle bir gafletle ziyân edilmiş fânî bir hayattan daha acı ne olabilir?..
Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere:
عَامِلَةٌ نَاصِبَة. تَصْلٰى نَارًا حَامِيَةً
“Çalışmıştır, (fakat boşuna) yorulmuştur. (Boş hevesler ve bâtıl maksatlar uğrunda yorulması; hiçbir işe yaramadığı gibi, onu hakikî vazifesinden de uzak bıraktığı için, o kişi) kızgın ateşe girecektir!”
(el-Ğâşiye, 3-4)
Cenâb-ı Hak buyurur:
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ. كَلَّا لَا وَزَرَۜ
“O gün insan (büyük bir şaşkınlık ve nedâmet içinde);
«‒Kaçacak yer neresi!» diyecektir.
«‒Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur!»” (el-Kıyâmet, 10-11)
Kur’ân-ı Kerim’de defaatle mahşer yerindeki insanların acı nedâmet feryatları olarak; «يَا لَيْتَن۪ى» / «Âh keşke!» ifadeleri geçmektedir.
İnsan düşünmeli ki: Ne dünyada kaçacak yer var, ne kabirde, ne de mahşerde!..
Öyleyse; فِرُّوا اِلَى اللّٰهِ «Allâh’a koşun!» (ez-Zâriyât, 50) emrine uyarak, O’nun huzûruna koşmalı, O’nun huzûruna hazırlanmalı!.. Bilhassa gönlü öfke ve hırs gibi zehirlerden arındırmalı…
Çünkü;
Öfke enâniyetten kaynaklanan bir zehirdir. Gurur ve kibirle aygırlaşan nefsin, taşkınlığıdır. Onu dizginlemek zordur. Bu sebeple Efendimiz hakikî yiğitlik ve gerçek pehlivanlığı, öfkeyi yenebilmek olarak tarif eder:
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb, 76)
Öfkeyi yenebilmenin mümtaz bir misâlini, İslâm tarihinin en kahraman bahadırlarından olan Hazret-i Ali’nin hayatında görürüz.
Meşhur kıssayı Hazret-i Mevlânâ’nın kuvvetli nefesinden dinleyelim:
KILICI KINA DÖNDÜREN SIR
Ameldeki ihlâsı Hazret-i Ali’den öğren! O Allah arslanı hilelerden temizlenmeyi ne güzel bilmiştir!
O ki; Allah yolunda bir gazâda karşısına çıkan amansız bir kişiyi alt ederek yere düşürmüş ve bertarâf etmek için üzerine atlamıştı.
O esnada ölümle burun buruna gelen kişi; yenilgisinin hırsıyla, edepsizlik etti, Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Hazret-i Ali; düşmanını öldürmek için kaldırmış olduğu kılıcını o anda geri çekti. Düşmanın üzerinden kalkarak onu serbest bıraktı.
Ölümün pençesinden kurtulan düşman kişi, rakibinin gösterdiği ve kendince yersiz olan bu merhamet ve af karşısında şaşırıp kaldı. Ölümün dehşetini unuttu da, bu inanılmaz affın hayretiyle sual etti:
“–Neden böyle yaptın? Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvâldir?
Yâ Ali! Sen, bir fırtınaydın, dalgalı bir deniz gibiydin. Şimdi sâkin bir ummân oluverdin! Seni o hâlden bu hâle getiren nedir?”
Rakibinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu:
“–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı yalnız Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben; Hakk’ın kölesiyim, nefsimin değil! Allâh’ın arslanıyım, hevâ ve hevesimin değil!
Şu gazâda seninle dövüşürken bana tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münasip gördüm. Tâ ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım.”
Bu müstesnâ fazîlet üzerine, adam hidâyete erdi. Hazret-i Ali’nin huzûrunda kelime-i şahâdeti söyleyip İslâm ile müşerref oldu.
İşte hiddeti yenmeye lutfedilen ilâhî bereket!..
Öfke gibi, insanda taşkınlığa sebebiyet veren bir başka bâtınî haram ise; ihtirastır.
HIRS: GÖLGE AVI!
Hırs «aşırı istek» demektir.
Cenâb-ı Hak, insana rızkını verir. Fakat harîs insan, yiyebileceğinden fazlasını ister. Müptelâ olur. Kendini kahreder. Kendisi için hayırlı olup olmadığını bilmediği hâlde; mala, servete, makama, şöhrete yani her çeşit dünyalığa karşı hırs gösterir. Hâlbuki dünya fânîdir. Dünyaya ait her şey de fânîdir. İnsan da fânîdir.
Cenâb-ı Hak insana, âhireti kazanması için bir ömür verir. İnsan ise fânîliğe isyan hâlinde yaşar. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Yemin olsun ki, sen onları (yahudiler gibi münkirleri) yaşamaya karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.
- Putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.
- Hâlbuki yaşatılması (uzun ömürlü olması), onu azaptan uzaklaştırmaz.
- Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (el-Bakara, 96)
İnsanın dünyaya olan hırsı, ebediyet karşısında ne kadar zavallı bir hâldir.
Zira ne kadar yaşarsa yaşasın; sert ve belâlı âhiret menzilinden dönüp baktığında, o koca ömür ona bir hiç gibi gelecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
كَاَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَهَا لَمْ يَلْبَثُٓوا اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰيهَا
“Kıyâmet gününü gördüklerinde, (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
İnsanoğlu, mala ve dünyalığa karşı kendisinde bir irade olduğunu zanneder. Hâlbuki bilmez ki malın onda bir iradesi vardır.
Mal, donmuş bir yılan gibidir. O vaziyette onunla istediği gibi oynar ve hep ona hükmedebileceğini zanneder. Fakat yılanın donukluğu onun elinin sıcaklığında çözüldüğü anda olanlar olur. Acı bir şekilde onu zehirler ve harap eder. Kendinin kâr zannedip de içini ısıtan ve kendisinin de elinde ısıttığı o soğuk kazanç, hem boşa gitmiş, hem felâket sebebi olmuştur.
Bir insanın kazancının helâllik yönünden keyfiyeti, onu nasıl kullanıldığına bağlıdır. Zira o kimsenin, elde ettiği serveti husûsunda;
- Ne kadar pintilikten kaçındığı,
- Ne kadar israftan uzak durduğu,
- Ne kadar da hayır ve hasenâta sarf ettiği, parasının ve kazancının kaderini sergiler.
Hırslı insan, malı fânîliğe bir çare zanneder! Şu fânî dünya günlerini, şuursuzca bir mal toplama ihtirası içinde geçirenler; mezar yolculuğuna çıkarken avuçlarında topraktan başka bir şey bulamayacaklardır. Bu ise ne hazin bir neticedir.
Gafil insan; definelerin üstünde oturup da aç kalan veya çağlayan nehirlerin kenarında susuzluktan ölen bir ahmağa benzer.
Dünya hayatı, sâlih ameller işleyerek cenneti kazanmak için bir âhiret tarlası… Kâinat ilâhî bir tefekkür lâboratuvarı… Bunlara ilâveten rahmet olarak Cenâb-ı Hak, kitaplar ve peygamberler göndermiş…
Lâkin gafil insan; bütün bunlardan mahrum ve nasipsiz kalarak, inkâr suçuyla ve günah yüküyle acı bir iflâs hâlinde cehennem yolcusu olmakta! Ne büyük hüsran!..
Etrafındaki onca ilâhî nimetten habersiz, sâir mahlûkat gibi yiyip içip hayatını şuursuzca sürdürmekte… Sekr hâlinde, dünyanın ve gafletin sarhoşu olarak, mânen ölü gibi yaşamakta…
Yağan yağmurları, açan çiçekleri, doğan güneşi ve saçlarına düşen akları, hiçbir mesajı okuyamamakta…
Ne hazin bir mahrumiyet!..
Hazret-i Mevlânâ, bu hazin hâli teşbihlerle idraklere yansıtır:
“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”
“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.”
Hırsın çaresi, hâle rızâdır. Cenâb-ı Hak, insanın dünya ve dünyalığa hırslı olmasına gazap eder. Çünkü harîs insan; Allâh’ın iradesi karşısında, O’nun muhteşem sırrından gafil olup da kendi âciz aklını kullanan bir zavallıdır.
Hâlbuki fânî hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alışverişlerin ve ihtirasların iptal noktası değil midir?
Gafil beşerin bütün çirkin çırpınışları, takdiri değiştirmeyeceği hâlde; Allâh’ın gazabına dûçâr olmak, ne hazin bir âkıbet olacaktır!
Kārun ve Sa‘lebe; hırsın kurbanları olarak bizlere takdim edilen, âkıbetleri perişan iki misaldir.
Kārun, Hazret-i Musa zamanında yaşayan âlim bir zât idi. Tevrat’ı en iyi okuyup tefsir edenlerdendi. Şeytan onu derece derece dünyalığa alıştırdı. İmtihan îcâbı büyük servetler elde etti. Fakat tatmin olmayan hırsıyla, dînî bir makam olan hibirliği / kurban işlerini yönetmeyi istedi. Bu vazifenin vahiyle, Hazret-i Harun’a tevdî edilmesini hazmedemedi. Allâh’ın hükmüne râzı olmadı. Hazret-i Musa’ya iftira tuzakları kurdu. Sonunda kahra uğrayarak, sığındığı servetiyle birlikte yerin dibine geçti.
Sa‘lebe de, mescid kuşu fakir bir mü’mindi. Efendimiz’den zenginlik için duâ istedi. Efendimiz; hâle râzı olmasını, kendisini örnek almasını telkin ettiyse de, o ısrarla maddiyat istiyordu. Sonunda istediğine nâil oldu. Fakat kalbi değişti. Efendimiz’in duâsı bereketiyle çoğalan sürüleriyle meşgul olmak için, cemaati terk etti. Hırsı daha da fecî bir hâle vardı. Zekât almaya gelen memurlara, çirkin mukabelelerde bulundu. O da hırsının ve cimriliğinin kurbanı oldu. İslâm toplumundan tard edildi. Vefat ederken de bir âh çekti;
“‒Bana Rasûlullah demişti ki:
«Şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.»
«Sâlebe! Benim hâlim sana kâfî bir misâl değil midir?»”
Bu ah-vahlarla öldü. O bin bir hırs ile sarıldığı, sığındığı ve uğruna her şeyini, hattâ ebediyetini bile fedâ ettiği üç günlük malı da, dünyada kaldı. O zararlı malın acıklı azâbından ibaret olan vebâliyle göçüp gitti. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)
Cenâb-ı Hak, kulunun ihtirasa kapılmasına râzı olmuyor. Kulundan rızâ istiyor. «رَاضِيَة: İlâhî takdire râzı» olan kulundan O da râzı oluyor. Kulunu «مَرْضِيَّة: İlâhî rızâya erişmiş» kullar makamına yükseltiyor.
Kārun hâline râzı olmadı, Sa‘lebe hâline râzı olmadı. Felâketlere dûçâr oldu.
Bütün kavgalar hâle râzı olmamaktan kaynaklanır. Takdire rızâ, öfkenin de hırsın da en tesirli ilâcıdır.
Cenâb-ı Hak, râzı olan kullarından eylesin. Öfke ve hırsını yenerek; af ve rızâ hâlini yaşayan, gönül âlemini nefsânî kirlerden arındırarak, tevhidi kemâle eriştiren kullarından eylesin.
Âmîn!..