Ebedî Fecre
Yıl: 2016 Ay: Temmuz Sayı: 137
BÜYÜK LÜTUF
Cenâb-ı Hak, bizlere sayısız lütuf ve ihsanlarda bulundu. İlâhî nimetlerin en büyüğü ise; bizi ehl-i îman kılmış olması ve en müstesnâ Rasûlü’ne ümmet eylemesidir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ
“Andolsun ki içlerinden bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle muazzam bir lütuftur ki, diğer nimetler de o nimetle beraber mânâ kazanır.
Var olmamız, hayat bulmamız, insan olarak yaratılmış olmamız; akıl, sıhhat ve benzeri rızıklarla perverde edilmiş olmamız; sadece bu dünyaya taalluk eden nimetlerdir. Eğer âhiret saâdeti olmazsa; bu nimetler hem bitecek, hem de âhirette onların hesabı sorulacaktır.
Nimetlerin şükrü, ancak îman şuuruyla edâ edilebilir. O nimetlerin kullukta ve hayırda kullanılması ancak bu îman nimetiyle tahakkuk eder. Îman ve sâlih amellerle tezyin edilen bir ömür, esas hayatımız olan âhiretimizi de âbâd eder.
Bu zor vazifenin rehberi, muallimi ve mürşidi de, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O; âlemlere rahmettir, rahmet vesilesidir. O; insanlığa en güzel ve en mükemmel örnektir. Rabbimiz buyurur:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًا
“Andolsun ki, Rasûlullah; sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)
Bu iki âyet, bizlere ümmeti olmak şerefine nâil olduğumuz Peygamberimiz’in kıymetini tâlim ediyor. Çünkü bir mü’min; mazhar olduğu nimetin azametini tefekkür edebilirse, ondan istifâde etmeye ve o nimeti ganîmet bilmeye daha fazla gayret içinde olur.
O’NDAN GAFLET HÜSRANDIR
O’ndan gafil kalmak, -maâzallah- rahmetten uzak düşmeye sebep olur.
Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bizden, minbere yakın oturmamızı isteyince, minberin tam önünde topluca oturduk. Bir basamak çıktı;
«Âmîn!» dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine;
«Âmîn!» dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine;
«Âmîn!» dedi. Minberden indiğinde suâl ettik:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün biz, Siz’den daha önce işitmediğimiz yeni bir şey işittik.”
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Minberde iken Cebrâîl geldi. Bana birinci basamakta iken;
«–Ramazân-ı şerîfe erişip de bağışlanmayan kişi, rahmetten uzak olsun!» dedi.
Ben de;
«–Âmîn!» dedim.
İkinci basamağa çıktığımda;
«–Yanında Sen’in adın söylendiği hâlde Sana salât ve selâm getirmeyen şahıs, rahmetten uzak olsun!» dedi.
Ben de;
«–Âmîn!» dedim.
Sonra üçüncü basamağa çıktığımda;
«–Ana babasının yaşlılığına erişip de veya bir tekinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi, rahmetten uzak olsun!» dedi.
Ben de;
«Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Şair Kemal Edip, O’ndan bu uzak düşmenin hüsrânını şöyle ifade eder:
İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh!
İki dünyâda yeter gāfile hüsrân olarak…
Cenâb-ı Hak bizleri, bu üç noktada da rahmetten ayırmasın. Bizleri Ramazân-ı şerîfe kavuşturduğu gibi, onun vesilesiyle mağfirete de eriştirsin.
Peygamber Efendimiz’e salât ü selâm ile, O’na ittibâ ile o nimetin kıymetini bilmeyi nasîb eylesin.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kadr u kıymetini tam mânâsıyla idrâk etmek, insan için mümkün değildir. Zira O’nun büyüklüğü idrâk ötesidir.
Çünkü;
Cenâb-ı Hak, O’nun her vasfını ümmete rehberlik ve örneklik husûsunda mükemmel ve muhteşem eylemiştir.
O’nun sıdkını, sadâkatini, emânetini, ismetini, istikametini ve ahlâkını methetmiştir. Sadrını, kalbini ve lisânını; her türlü kötülükten masûn eylemiştir.
Rabbimiz; O’na ümmet olmanın kıymetini anlayabilmemiz için, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ında birçok âyette Rasûlü’nü tezkiye etmiştir.
Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtından sonra, Hazret-i Âişe’ye O’nun ahlâkını sorduklarında şöyle cevap verdi:
“–Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti.” (Müslim, Müsâfirîn, 139) Bu mânâda, yüce kitabımız; Efendimiz’in bir hilyesi gibidir. Şair ne güzel söyler:
Hüsn-i Kur’ân’ı görür insân olur hayrân Sana,
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana!
Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i; başka hiçbir kimseyi tezkiye etmediği kadar tezkiye etmiştir. Yani temizlemiş ve tertemiz olduğunu beyan buyurmuştur.
ŞERH-İ SADR
- O’nun sadrını tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
“Biz Sen’in göğsünü açıp genişletmedik mi?” (el-İnşirâh, 1)
Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinât Efendimiz’i çocukken, peygamberlikten önce ve mîracdan önce olmak üzere üç kez, bir nevi mânevî kalp ameliyatından geçirdi. O’nun mübârek sadrı; her türlü menfî hissiyattan tezkiye edilip, hikmet ve mârifetle dolduruldu. Böylece gönlüne ufuklar açıldı.
- O’nun aklını tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ
“Arkadaşınız (Hazret-i Muhammed) sapmadı (şaşırmadı) ve bâtıla inanmadı.” (en-Necm, 2)
Peygamberimiz, nübüvvetten önce de şirk ve küfürden nefret etmiş ve her türlü bâtıldan fersah fersah uzak durmuştur.
Peygamberler; fetânet, yani kuvvetli bir zekâ ve basîret sahibidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Kâbe’nin tamirinde yaşanan «Hacerü’l-esvedi yerine hangi kabîlenin koyacağı» buhrânına derhâl bulduğu çare ile kabîlelerin harbe tutuşmasına mâni olmuştur. Nübüvvetten sonra vahiy nûruyla sürmelenen zekâ ve basîreti ise, vahye tâbî olan akl-ı selîm sahibi herkese en parlak kandil olmuştur. O’nun sayesinde, sır ve hikmetler tecellî etmiş, idrakler bâtıl felsefe ve muharref dinlerin girdaplarından kurtulmuştur.
ÖTELERİ GÖREN GÖZLER
- Cenâb-ı Hak, O’nun basarını, görmesini şöyle tezkiye etti:
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى
“Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.” (en-Necm, 17)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramlarından birine nâil olarak mîrâca yükseldi. Yedi kat semâ, cennet, cehennem ve sidre-i müntehâ kendisine ziyaret ettirildi. Bütün bu manzaralar, O’nun «kul peygamber» vasfında zerre kadar bir değişiklik meydana getirmedi. Tekrar dünyaya dönerek, çileli vazifesine devam etti.
Ümmeti olarak O’nun hadisleri ve tâlimatları husûsunda şu hakikati unutmamalıyız ki;
O gözler, ufukların ötesini görmüştür. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; mâzî, hâl ve istikbâlin tek noktada birleştiği bir zeminde, cenneti ve cehennemi görmüştür. Bugün birtakım gafiller, Efendimiz’in tâlimatlarını mîlâdî 7. asrın hudutlarıyla mahdut görme küstahlığını göstermektedir. Hâlbuki o gözler, kıyâmete kadar ümmetinin başına gelecek her hâl ve imtihanı da bizlere «fiten hadislerinde» sahne sahne bildirmiştir. Bugün O’nun bildirdiği kıyâmet alâmetleri de bir bir zuhûr etmektedir. İşte bir sâdık haber:
Peygamberimiz buyurdu:
“Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır.”
Ashabdan biri sordu:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:
“–Hayır, bilâkis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu «mehâbet»i (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize «vehn» (zâfiyet) ilkā edecek, (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak.)”
Bir sahâbî;
“–Yâ Rasûlâllah! «Vehn» nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“–(Vehn) dünya sevgisi ve ölüm korkusudur.” diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, Sünen, Melâhim, 5)
Bugün İslâm âleminin vaziyeti tıpkı bu hadîs-i şerîfin tasvir ettiği hâldedir. Bu perişan hâlin çaresi de Allah Rasûlü’ne tam ittibâ etmektir.
KALB-İ SELÎM’İN EN MÜSTESNÂ ÖRNEĞİ
- Cenâb-ı Hak O’nun kalbini tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاٰى
“(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (en-Necm, 11)
O’nun kalbi, her an Cenâb-ı Hak ile oldu. Öyle ki;
“Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz. (Allâh’ı zikretmeye devam eder.)” buyururdu. (Buhârî, Teheccüd, 16)
O’nun kalbi, kalb-i selîmin en mûtenâ misâlidir. O’nda menfî duyguların zerresi dahî bulunmazdı. O; kendine ve yakınlarına en ağır zulüm ve hakaretlerde bulunanlara dahî kin tutmamış, intikama kādir olduğu hâlde af yolunu tutmuştu. Bu muhteşem manzara karşısında birçok müşrik îmâna gelmiş; «Sen muhteşem bir kardeşsin!» demişlerdir.
İlâhî muhabbetle çarpan kalbi; bütün mahlûkāta, hattâ nebâtat ve cemâdâta şefkatle doluydu. Bilhassa ümmetine… Nitekim buyurdu:
“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum!
Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arz olunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.” (Heysemî, IX, 24)
O’nun kalbî dokusundan tefeyyüz edenler ashab oldular, muhâcir ve ensâr oldular. Bizler de O’nun rûhânî dokusundan istifâde edebildiğimiz nisbette, O’nun âhirzamanda gelen kardeşleri olmak ümidini taşıyabiliriz.
- Cenâb-ı Hak; O’nun nâmını tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَۜ
“Sen’in şânını yüceltmedik mi?” (el-İnşirâh, 4)
Cenâb-ı Hak; Rasûlü’nün adını, kelime-i şahâdette kendi ism-i celâlinin ardından zikretmiştir. Arş’ın kubbelerine O’nun ismini yazdırmıştır.
O, Hakk’ın elçisiydi. O’nun kadri, kendisini gönderenin kadrince idi. «O’nun muallimi Allah’tı.»
Peygamberimiz’i Cenâb-ı Hak terbiye etti. Her hususta zirve eyledi. Nitekim;
■ Peygamber Efendimiz’in daha önce şiir yazdığı görülmüş değildi. Hatip de değildi. Daha önce O’nun; geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği de duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamamen değişmişti.
Tebliğe başlayınca, bütün Arabistan dehşet ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları âdetâ büyüledi. Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şair, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu.
■ Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha evvel eğitimci de değildi. Ne kimsenin talebesi, ne de kimsenin hocası olmuştu. Allah Teâlâ, O’nu öyle bir muallim olarak yetiştirdi ki; talebeleri olan ashâb-ı kiram, İslâm’ı cihana yaydı. Semerkant’tan Endülüs’e kısa bir zaman içinde hak ve hakikati öğretti. Nice fakihler, müctehidler, müfessirler, muhaddisler, mütefekkirler ve mutasavvıflar; O’nun talebesi olarak sır ve hikmetlere âşinâ oldu.
■ Efendimiz’in daha önce hiç kumandanlığı yoktu. Ne eğitim ne tecrübe olarak bu yönde bir beşer tarafından yetiştirilmedi. Ancak Allâh’ın terbiyesi altında olduğu için savaşta bile gönül dünyası hem dirâyet hem de merhametle dolu öyle müstesnâ bir kumandanlık sergiledi ki, emsâli görülmedi. En namdar kahramanlardan Hazret-i Ali bile savaşta daraldığında O’nun arkasına sığınırdı.
Dokuz yıl içinde, az bir kuvvetle, bütün Arabistan’ı hidâyetle fethetti. Ardından gelenler de, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers İmparatorluklarını hezîmete uğrattı.
■ O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; daha evvel halk idaresinde bulunmamıştı. Çocukluğundaki çobanlıktan başka bir idareciliği olmamıştı. Fakat kurduğu Medine Site Devleti’yle medeniyetin zirvesini tesis etti. Câhiliyyeyi, saâdet asrına döndürdü. Zalimlerin pençelerinde kan gölüne dönen çölleri, adâletiyle huzura kavuşturdu.
■ O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hukukçu da değildi. Hâkimlik, muhakeme ve içtimâî adâlet husûsunda hiçbir tecrübesi yoktu. Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinde öyle yetişti ki; O’nun Vedâ Hutbesi, en mükemmel ve müstesnâ «İnsan Hakları Beyannamesi» oldu. Değişmez anayasa oldu.
Günümüzde dahî hukukî buhranlar sebebiyle hukukçular toplanır, anayasalar yazılır, fakat çok geçmeden boşluklar ortaya çıkar. Tekrardan tekrardan değişiklikler devam eder. Hâlbuki Peygamberimiz’in anayasası, hiçbir değişikliğe muhtaç olmayan kıyâmete kadar devam edecek en muhteşem bir anayasadır.
Allah Rasûlü’nün bu cihana getirdiği ulvî hakikat ve tesis ettiği muazzam adâlet, gayr-i müslimler tarafından dahî meth ü senâ edilmiştir.
Nitekim 1789 büyük Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet; meşhur insan hakları beyannâmesi neşredilmeden, bütün hukuk sistemlerini tetkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:
“Ey Muhammed! Sen’in, adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..”
Tarihçi Lamartine de şu itirafta bulunur:
“Gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehâsının üç büyük ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini (Hazret-i) Muhammed ile kıyaslamaya kim cesaret edebilir?” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)
Yine 1979’da gayr-i müslimler tarafından bilgisayar ve istatistik hakikatler kullanılarak dünya tarihinin en müessir şahsiyetleri araştırılmış, insanlık üzerinde en büyük tesiri bırakan şahsiyetin Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğu ilân edilmiştir.
TERTEMİZ NÂSIYE
- Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i günah ve benzeri yüklerden tezkiye etti. Yani günahlardan muhafaza etti ve gelmiş geçmiş bütün kusurlarını affetti, nübüvvet ve risâletin ağır mes’ûliyetini O’na kolaylaştırdı ve şöyle buyurdu:
وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَۙ اَلَّذ۪ى اَنْقَضَ ظَهْرَكَ
“Belini büken yükünü üzerinden aldık.” (el-İnşirâh, 2)
Cenâb-ı Hak; bütün peygamberlerini, en nezih ve müstesnâ kullarından seçmiş, onları peygamberlikten önce de çirkin fiillerden muhafaza buyurmuştur.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nübüvvetten önceki 40 yıllık hayatı; en küçük bir leke dahî barındırmayan, tertemiz, berrak bir sayfa idi. Nitekim peygamberliğini ilânından sonra, kendisine nice hücum ve saldırılar olmuş, ancak O’nu geçmişiyle muâhaze ve ta‘n edebilen hiç kimse olmamıştır.
Yine Hudeybiye zamanında Peygamberimiz’in düşmanı ve henüz münkir olan Ebû Süfyan; Herakliyus’un Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında;
“–Bu iddiâda bulunmadan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?” şeklindeki suâline cevaben;
“–Hayır! (O’nu hiçbir zaman yalanla ithâm edemedik!)” demek mecburiyetinde kalmıştı.
Bunun ümmete mesajı şudur: Müslümanlar olarak, biz İslâm’ı ne kadar temsil edebiliyoruz? Ümmet-i Muhammed olarak O muhteşem ahlâkı ne kadar temsil edebiliyoruz?
İnsanlar sözlerimizden ziyade fiillerimize, davranışlarımıza ve muâmelelerimize bakarlar. Bizim fiillerimize bakanlar, Allah Rasûlü’nün güzel ahlâkından akisler görebiliyorlar mı?
İLÂHÎ TERBİYE
- Cenâb-ı Hak; O’nun tâlimini de tezkiye etti. Yani Peygamberimiz’in, şânına lâyık olmayan herhangi bir şahıstan bir şey öğrenmekten münezzeh olduğunu bildirdi ve şöyle buyurdu:
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ
“(Kur’ân’ı ve İslâm’ı) O’na güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrâîl) öğretti.” (en-Necm, 5)
Peygamberimiz; Allâh’ın Rasûlü olduğunu tebliğ edince; bu hakikati kabul etmek istemeyenler, inkâr ve iftiralara başladılar. O’nun ne kadar yüksek fetânete ve olgunluğa sahip bir kişi olduğunu gayet iyi bildikleri hâlde; «Mecnun / deli!» dediler.
O güne kadar hiç şiirle iştigal etmediğini bildikleri hâlde; «Şair!» dediler. Mübârek dudaklarından işittikleri Kur’ân-ı Kerim karşısında acze düşünce; «O’na birisi öğretiyor!» dediler.
Hâlbuki O Ümmî Nebî’nin Allah’tan başka muallimi olmadı. Ziya Paşa şöyle ifade etmiştir:
Bir mektebe oldu ki müdâvim,
Allâh idi zâtına muallim.
Peygamberimiz de bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur:
اَدَّبَنى۪ رَبّ۪ى فَأَحْسَنَ تَأْد۪يب۪ـي
“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
İnsanlar; taklit ve in‘ikâs sebebiyle, başta kendilerini yetiştiren anne-babalarının, sonra içinde neşv ü nemâ buldukları muhitteki akraba, komşu, muallim ve benzeri şahısların tesiri altında kalır. Ancak Peygamberimiz; yetim doğmuş, sütannesiyle gurbete gitmiş, altı yaşında öksüz kalmış ve kimsenin kuvvetli bir tesiri olmaksızın ilâhî terbiye ve sıyânet içinde yetişmişti. Aynı zamanda okuma-yazma bilmediği, ümmî olduğu için de hiçbir tesir altında kalmadı. Zaten o devirde Mekke’de yazılı bir kültür yoktu.
Bütün bunlar; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadrından gelen her şeyin, ilâhî tâlimin eseri olduğunu bildirmektedir.
Bizim de şahsiyetimizi, O’nun şahsiyetiyle inşâ etmemiz gerekir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim için, rızâ-yı ilâhîye vâsıl eden yegâne fiilî kıstastır. Geçmiş peygamberlerin dahî mesajlarının tahrif olduğu, sözlerinin kaybolduğu ve bâtılla karıştığı mâlûmdur. Peygamberimiz ise, her safhası kayıt altına alınan sîreti ve sünneti ile en sahih ve en metin «hablullah»tır. Yani tutunan ve sımsıkı sarılan kimseyi Allâh’a vâsıl eden bir vesiledir.
Bir İslâm büyüğü de, sünnete bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifade eder:
“İnsanın, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın iplerinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.”
HAKİKATİN LİSÂNI
- Cenâb-ı Hak; O’nun lisânını tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ
“O, arzusuna göre konuşmaz.” (en-Necm, 3)
Peygamberimiz, ömrü boyunca latîfe olarak dahî hilâf-ı hakikat bir söz söylememiştir. O’nun sıdk ve sadâkati, yani sözünün ve özünün dosdoğru olduğu hakikati; içinde yetiştiği Kureyş’in tamamı tarafından tasdik ve teslim edilirdi. Nitekim;
“–Şu dağın arkasından bir ordu geliyor desem, bana inanır mısınız?” diye sorduğunda;
“–Elbette inanırız. Çünkü Sen’in hiç yalan söylediğine şahit olmadık!” dediler.
Böylece Efendimiz, şahsiyetini müşriklere bile tescil ettirdi.
Peygamber Efendimiz ölüm tehdidi altında hicret yolculuğuna çıkacağı esnada, bazı müşriklerin emânetleri Efendimiz’in yanında idi. Yani düşmanları dahî O’na dâimâ itimat hâlinde idiler. O’na; «Muhammedü’l-Emîn» diyorlardı. Zaman zaman da ismini söylemeden;
«el-Emîn geldi, es-Sâdık, en doğru insan geldi.» diyorlardı.
Ümmeti olarak bizler de Kur’ân-ı Kerîm’in tâlim ettiği lisan ile konuşmalıyız. Kur’ân-ı Kerim, birçok âyet-i kerîme ile bize nasıl konuşacağımızı tâlim etmektedir.
كَر۪يمًا قَوْلاً (kavlen kerîmâ): İkramkâr ve iltifatkâr söz söyle! (el-İsrâ, 23)
مَيْسُورًا قَوْلاً (kavlen meysûrâ): Gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle! (el-İsrâ, 28)
مَعْرُوفًا قَوْلاً (kavlen mârûfâ): Güzel söz ve tatlı dille konuş! (en-Nisâ, 5, 8)
مَعْرُوفًا قَوْلاً (kavlen mârûfâ): Yerinde ve uygun bir söz söyle! (el-Ahzâb, 32)
لَيِّنًا قَوْلاً (kavlen leyyinâ): Yumuşak söz söyle! (Tâhâ, 44)
EŞSİZ MERHAMET
- Cenâb-ı Hak, O’nun hilmini, merhamet ve vicdanını tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
“…(O Peygamber) mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
«Raûf ve Rahîm», esmâ-i hüsnâdan iki ism-i şeriftir. Cenâb-ı Hak; başka hiçbir peygamberi için zikretmediği bu iki sıfatla, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i tavsif etmiştir.
Merhamet, îmânın meyvesi. Allâh’ın bize, Zâtını en çok tâlim ettiği cemâlî sıfatları; «Rahmân ve Rahîm». Peygamber Efendimiz, âlemlere rahmet…
Menfî hislerden arınmış bir kalp; muhabbet, merhamet, şefkat, fedâkârlık ve sabır gibi cemâlî vasıflarla tezyin edilmelidir. Bu hususta da misâlimiz Allah Rasûlü’dür. O buyuruyor ki:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43)
O; ümmetinin her ferdinin, iki dünyada felâketten kurtulması ve saâdete kavuşması için fedâkârâne gayretler içindeydi. Bilhassa uhrevî kurtuluş.
Adiy bin Hâtim -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Müslüman olduğum zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzünün büyük bir sevinçle parladığını gördüm.” (Ahmed, IV, 378)
Bu öyle asil bir sevinç idi ki; Tâif’te taşlanmasının hüznünü, Addâs isimli bir tek kölenin müslüman olması dindirmişti. Bir kişiyi daha ateşten kurtarabilmek için; alaylara, hakaretlere ve tehditlere rağmen, 13 yıl, bezginlik ve yorgunluk bilmeden tebliğine şevk ve heyecan ile devam etmiştir.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ümmetinin de rahmet insanı olmasını arzu ediyor. Buyuruyor ki:
“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin tek bir vücut gibi olduklarını görürsün! (Bu vücudun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımları da uykusuz kalıp ateşler içinde onun ıstırabını duyarlar.” (Müslim, Birr, 66)
SARSILMAZ İSTİKAMET
- Cenâb-ı Hak, O’nun istikametini tezkiye etti:
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
“(Sen ey Habîbim) sırât-ı müstakîm üzerindesin.” (Yâsîn, 4)
وَاِنَّكَ لَتَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۙ
“…Şüphesiz ki Sen sırât-ı müstakîmi / doğru bir yolu göstermektesin.” (Şûrâ, 52)
Cenâb-ı Hak, bizden her Fâtiha’da «istikamet duâsı» istemektedir. İstikamet; sahih îman, sâlih amel ve güzel ahlâkın her hâl ve şartta sarsılmadan güzel bir şekilde devam ettirilmesidir.
Peygamber Efendimiz, istikametin timsâlidir. O’nun hayatı; çileler, ızdıraplar ve meşakkatlerle doludur. Fakat Efendimiz; dâimâ rızâ hâlinde, takdîre tebessüm etmiş ve kullukta en mükemmel fazîlet ölçülerinin nümûnesi olmuştur.
Hattâ Tâif’te taşlandığı zaman dahî Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Yokluklar içinde, açlıktan karnına taş bağlamış; devir değişip ganîmetler ve zenginlikler geldiğinde de hâli hiç değişmemiş, kifâyet miktarının haricinde neyi varsa infâk etmiştir.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- O’nun infak husûsundaki sonsuz merhametini şöyle ifade eder:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)
Bir rivâyette Hazret-i Âişe Vâlidemiz sözlerini şöyle tamamlar:
“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gelen ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar vardı.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (ve ailesi, mü’min kardeşlerimizi nefsimize tercih ederek) îsâr ederdi(k. Elimize geçeni hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])
Peygamber Efendimiz dünyaya karşı müstağnî idi. Ümmetine olan merhamet ve şefkati, O’na kendi açlığını unutturuyordu.
Tâif’te ayaklarını kanlar içinde bırakacak şekilde taşlandığında azmini yitirmemiş; Mekke’nin fethinde de şehre mağrur bir şekilde değil, âdetâ devesi üzerinde secde hâlinde girmiş, tevâzu sergilemiştir.
Yani nice şahsiyetleri sınıfta bırakan zorlu imtihanlar, Efendimiz’in şahsiyetinin ulvîliğini temâşâ ettirmiştir.
İstikamet hasleti, içinde bulunduğumuz günler hakkında bizler için daha bir mânâlıdır.
RAMAZAN KIVÂMINI MUHAFAZA
Ramazân-ı şerîfin rûhânî takvâ mevsiminden bir kez daha nasipdar olduk. İnşâallah bu mübârek mevsimde ilâhî af ve mağfirete mazhar olanlardan olmuşuzdur. Bu mazhariyet de Ramazan’daki rûhânî ikramlardan istifâdedeki takvâmız nisbetindedir.
Rabbimiz; «فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ»
“Emrolunduğun gibi istikamette ol!” (Hûd, 112) buyurmaktadır.
Ramazân-ı şeriften sonra, o mübârek mevsimde kazanılanları kaybetmemek, istikamettir.
Ramazan vesilesiyle başlanan sâlih amelleri ve güzel davranışları devam ettirebilmek, istikamettir.
Ramazan hürmetine edilen tevbeleri korumak; hata, günah ve isyanlara tekrar düşmeme, kerahet ve haramlara yeniden dönmeme kararlılığı gösterebilmek, istikamettir.
Mühim olan; Ramazân-ı şerîfi bir ömür devam ettirebilmektir. Bu Ramazân-ı şerifte Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği mânevî feyiz ve heyecanı, gelecek seneye kadar devam ettirebilme gayreti ve titizliği içinde yaşayabilmektir. Ramazân’ı seneye ve ömre yayma hakikatini Muallâ bin Fadl -rahmetullahi aleyh- şöyle anlatır:
“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)
Nefs ve şeytan, ibâdet mevsiminden çıkan insana iğvâlarla yaklaşmak ister. İşlenen sâlih amellere güvendirip istikameti sarsmaya çalışır. Hâlbuki unutmamalıdır ki, ölüm her an gelebilir ve ölüm gelinceye kadar kulluk istikametini bozmamak emredilmiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Hayatın med-cezirlerinde zikzaklar çizilirse, ölümün de o gāfil zamanlardan birinde gelmesinden korkulur. İnsanın haramla iştigal ederken rûhunu teslim etmesi ne korkunç bir hâldir!
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyurur:
“Gerçek bir mü’min, altı çeşit korku içindedir:
- Îmânını kaybetme korkusu.
- Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
- Amelinin şeytan tarafından boşa çıkarılması korkusu.
- Ölüm meleği Azrâîl’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
- Dünya ile mağrur olup, âhiretten gāfil kalma korkusu.
- Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
Eğer istikamet muhafaza edilirse; hayırlı ve güzel bir ölüm, ardından da mesut ve bahtiyar bir âhiret nasîb olur. Bu da en güzel bayramdır.
Kullukla, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikametinde geçirilen, takvâ mektebi mâhiyetinde bir Ramazân-ı şeriften sonra gelen bayram; âdetâ bir şahâdetnâme alma sevincidir.
İki bayram da bir mükâfat olarak ihsân edilmiştir. Ramazan Bayramı; oruçlarla, infaklarla, terâvihlerle ve tilâvetlerle dopdolu ihyâ edilmiş bir ibâdet programının ikramıdır. Kurban Bayramı da teslîmiyet ve fedâkârlık vazifelerinin mukabili bir ikrâm-ı ilâhîdir.
Böyle bir şuurla idrâk edilen bayramlar da, muâşeret ve kardeşlik vazifeleriyle ihyâ edilmelidir.
Sevinçlerde dâimâ bir paylaşma olur. Bayramlar sevincimizi kardeşlerimizle paylaşma şeklinde geçmelidir. Başta aile büyükleri, akraba ve komşular olmak üzere; yoksullar, kimsesizler, yetimler ve bîçareler de sevindirilirse, bu sevinç bizi iki cihan bayramına kavuşturur.
Hâsılı;
- Cenâb-ı Hak, O’nun ahlâk ve yaratılışını tamamıyla tezkiye etti ve şöyle buyurdu:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)
O’nu Rabbimiz her şeyiyle tezkiye etmişken; Peygamberimiz’in vasıflarını anlatan, O’nun kıymetinden bahsetmeye çalışan bir kişi, ancak kendi kıymetini yükseltmiş olur. Zira O’nun kadr u kıymetini Cenâb-ı Hak en zirve şekilde beyan buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz’in müstesnâ husûsiyetlerini na‘tlarla ifade eden şair sahâbî Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben sözlerimle Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed -aleyhisselâm- ile övmüş ve güzelleştirmiş oldum.”
O’nu tanımak, anlatmak, O’nun mübârek tâlimatlarını okumak ve ezberlemek… bunların hepsi, O’nunla kalben ve fiilen beraber olmak yoluna basamak olmalıdır. Zira Efendimiz buyurur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
O’nun bu müstesnâ hasletlerini sadece imrenmek ve yalnızca gıpta etmek için öğrenmek kâfi değildir. İttibâ etmek, yolundan gitmek ve hayatın her safhasında O’nun getirdiği ölçüleri yaşamak için O’nun sünnet ve sîretini tahsil etmeliyiz.
Ne mutlu; aklını, sadrını, kalbini ve nazarını O’na benzetebilenlere!..
Ne mutlu; lisânını O’nun mübârek lisânıyla, sözlerini O’nun mübârek üslûbuyla te’lif edebilenlere!..
Ne mutlu, öğrettiği ve gösterdiği istikamet üzere, O’nun ardından yürüyüp, özlediği kardeşleri arasına kabul edilenlere!..
Yâ Rabbî muvaffak eyle!..
Yâ Rabbî, nefislerimizi râzı olmadığın duygulardan ve kalplerimizi râzı olmadığın hissiyattan arındır. Bizleri Habîb-i Edîbine ittibâ ederek kalb-i selîme nâil olanlardan, cennet ve Cemâlullah nimetlerine vâsıl olanlardan eyle!..
Âmîn!..