O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -13- («هیچلکی» Hiçliği / Hak’ta Fânî Oluşu)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Ağustos Sayı: 138

«BİLMİYORUM!»

Hirâ’da Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- inzivâda iken Cebrâil -aleyhisselâm- ilk vahiyle geldi ve dedi ki:

“‒Oku!”

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise;

“‒Ben okumayı bilmiyorum.” dedi.

Çünkü O’na Allah öğretecekti. O da bütün cihana öğretecekti. Nitekim;

Yüce Allah, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e sonsuz hakikatler öğretti. O ümmî kulu, en âlim bir Rasûl-i Ekrem eyledi. İki cihanın nice bilinmeyen engin sırlarını ve hikmetlerini öğretti. Vahyin dışında da dâimâ;

«Bilmiyorum!» demeyi öğretti.

Yani hiçliği tâlim etti.

O’nun Peygamberler kervanının hem başı hem sonu olmasını bunda gizledi. Hem en zirvede, hem de en mütevâzısını bunda fâş etti.

Yani;

Fahr-i Kâinât Muhammed Mustafa -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bütün ihtişamı, müstesnâ bir kulluk ve hiçlik hâline bağlı. Bu hakikati Cenâb-ı Hak, şöyle beyân etmekte:

(Ey Habîbim, insanlara) söyle:

«Ben, peygamberlerden ilk defa (gelmiş ve sonradan zuhûr etmiş) değilim. (Rabbim tarafından);

Bana ve size ne yapılacağını (o bildirmedikçe, kendi kendime asla) BİLMEM. Ben, ancak bana vahyolunanlara tâbî olmaktayım.

Ben ancak (Allâh’ın azâbıyla) apaçık bir nezîrden (uyarıcı ve korkutucudan) başkası da değilim.»” (el-Ahkāf, 9)

Bütün hakikat bu:

Allah bildirmemişse, hiçbir şey bilmemek.

Cenâb-ı Hakk’ın övdüğü en yüce ahlâk-ı Peygamber bu.

Buna mânidar bir misal:

Osman bin Maz‘ûn -radıyallâhu anh-, Medine’de vefât etmişti. Ümmü’l-Alâ isminde bir kadın;

“–Ey Osman, şahâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- müdahale etti;

“–Allâh’ın ona ikrâm ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.

Kadın;

“–Bilmiyorum vallâhi!” dedi.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümit etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) BİLMİYORUM.” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Bu beyan, o nebîler serveri olan Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hem büyüklüğünü hem de ilâhî azamet karşısında acziyetini çok mânidar ifade eder. Çünkü O;

KUL ve RASÛL

Bütün azametli risâlet vazifesinin yanında ve evvelinde O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhteşem bir kuldur. Kulluğunun ihtişamı içinde muhteşem bir Rasûl’dür. Biz, kelime-i şahâdette işte bu gerçeğe şahitlik ediyoruz:

Abdühû ve Rasûlühû: Kulu ve peygamberi…

Peygamber’di, nice gaybı vahy ile bütün insanlığa bildiriyordu.

Kuldu, Allah bildirmedikçe hiçbir gaybı bilmediğini ifade ediyordu.

Allah’tan vahiy gelmedikçe, kendi başından geçecek hâdiseleri de bilmiyor ve ancak vahye tâbî ve ilâhî takdire teslîmiyet içinde yaşıyordu.

Öyle ki;

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın bir müddet vahiy indirmediği pek müşkil hâdiselerde, tamamen hiçliği idrâk içinde sadece vahy-i ilâhîyi beklemiştir.

Zira O’nun bütün vazifesi, tevhîdi tesis etmekti.

Tevhid ise;

Hak’tan başka her şeyi lâ / لَا potasında eritip sadece bir olana illâ / اِلَّا yani yalnız Allâh’a îman ve takvâ ile ilticâ demekti.

Yani her şey hiç, sadece bir olan her şeydi.

Bu itibarla en mühim hakikat, tevhiddi ve tevhîdin de hiçbir ortaklığa tahammülü yoktu. Çünkü yegâne gerçek şuydu:

  • Allah’tan başka ilâh yoktur.
  • Allah’tan başka günahları affedecek yoktur.
  • Allah’tan başka gaybı bilen yoktur.
  • Allah’tan başka yaratan yoktur. Kaderi, hayır ve şerri tamamen o halk eder.
  • Allah’tan başka duâ ve tevbeleri kabul eden yoktur.
  • Ancak Allah izin verirse, şefaat kabul olur. Ancak Allah izin verir ve bildirirse, bir peygamber gaybdan haber alır. Bu haber de, sadece bildirildiği kadardır. Zira;

HER ŞEY, CENÂB-I HAK’TAN!

Bütün muvaffakiyetler, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutfudur. Kullar sadece mazhar ve nasibdar olurlar.

Nitekim;

İslâm’ın var oluş mücadelesi olan Bedir’de muhteşem bir zafer kazanılmıştı. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

(Ey Peygamber ve ey mü’minler! Bedir zaferinde) onları (Ebû Cehil gibi küfrün elebaşlarını) siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları.

(Söyle ey Rasûlü’m!) Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı (onu.) Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı.) Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

Bu idrâk içinde nice zaferler müyesser oldu.

Nihayet Mekke fethi gerçekleşti. Arap Yarımadası’ndaki kabîleler fevç fevç İslâm’a girmeye başladılar. Cenâb-ı Hak bu fetih ve zaferin de asla gönüllerde en ufak bir enâniyet ve ucba (kendini beğenmeye) sebebiyet vermemesi için, yine Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında bütün ümmeti bu sefer şöyle îkaz buyurdu:

HAMDET, TESBİH ET, AF DİLE!

(Ey Rasûl’üm!)

Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit;

  • RABBİNE HAMDEDEREK
  • O’NU TESBİH ET!
  • VE O’NDAN MAĞFİRET DİLE!

Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3) *

Âyette;

Müyesser olan büyük bir zafer ve fetih neticesinde sevinç tezâhürleri ve taşkınlıkları değil de hamdin, tesbihin ve istiğfârın mevzubahis olması çok mânidardır.

Hikmet şudur:

“Bütün hidâyetleri, zaferleri ve fetihleri veren Allah’tır. Bunlar için O’na hamd et! O’nu tesbih et! Bu zafere Sen’i Allah Teâlâ sadece memur ve mazhar eylemiştir. Yani Sen sadece mazhar olansın, takdir ve nasîb eden ise sadece Hazret-i Allah’tır.

O hâlde;

Sen bu muvaffakiyetleri nefsine izâfe etmek şöyle dursun; «Acaba bu memuriyette bir kusurum, bir noksanım veya bir hatam var mı?» diye istiğfâr et! Allah’tan bağışlanma dile!”

Ne büyük bir hiçlik terbiyesi…

Zafere ulaştığı için şükür, tesbih ve af dilemek…

Heyhat;

Dünya ehli kumandanlar, elde ettikleri zaferlerden sonra büyük nümâyişler tertip eder, debdebe ve şâşaa içinde zafer tâklarının altlarından geçerler. Alkışlara aldanırlar. Âyet muktezâsınca bu hâl ne büyük bir gafletin tezâhürüdür.

Bu itibarla;

Peygamberimiz, ashâbının dünya hayatının zorlukları ve meşakkatleri karşısında yılgınlığa düşmemeleri ve zaferler karşısında da kendilerine bir pay çıkarmamaları için dâimâ şu hatırlatmayı, bir ilticâ hâlinde mutlaka yapardı:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allah’ım! Esas hayat âhiret hayatıdır.”

O öğretti ki;

Hiçliğini idrâk eden, mütevâzı ve mahviyetkâr olur.

Kendisi de her zaman;

Zirveler üstü fazîletlerine rağmen «Kul Peygamber» olmayı tercih etti ve sadece hiçlik ve fakrıyla huzur buldu. Tahdîs-i nimet ve ilâhî hikmet zaruretiyle kendisinin en üstün meziyetlerini ifade etmek mecburiyetinde kaldığında da mutlaka; «Lâ fahre / Övünmek yok!» kaydını hiçlik içinde zikretti.

O’nun her ahvalde düsturu buydu:

KATIKSIZ BİR HİÇLİK «هیچلك»!

Çünkü bu hiçliği idrâk eden kişi, hiçbir şeyine itimat etmez. İlmine mağrur olmaz. Hasbelkader yapmaya muvaffak olduğu en güzel ve hayırlı amellere de güvenmez.

Bilir ki;

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir peygamber olarak günahlardan korunduğu ve gelmiş-geçmiş bütün zelleleri de af teminatı altına alındığı hâlde;

«Şükredici bir kul olmayayım mı?» niyâzıyla geceler boyu kıyam ve secde hâlinde bir ömür gözyaşı dökmüştür.

O’ndan aldıkları terbiye sayesinde;

Ashâb-ı kiramdan cennetle müjdelenen sahâbîler de; asla bu müjdelerle şımarmamışlar, liyâkatlerini artırmaya ve gece-gündüz nice sâlih amellerle ancak rahmete sığınmaya devam etmişlerdir.

Şanlı tarihimizdeki büyük ilim ve irfan sîmâlarında da dâimâ böyle bir hiçlik ve idrak buluruz. En zirve şahsiyetlerin gönüllerinde de dâimâ nefsâniyete dair titrek bir endişe ve ille bir enâniyet korkusu görürüz. Onlarda bilhassa muvaffakıyetler karşısında yüce Allâh’a daha çok sığınma duygusunu temâşâ ederiz.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olmuştu. Cenâb-ı Hak, onun hakkında «ikinin ikincisi» buyurmuş olduğu hâlde, o Sıddîk-ı Ekber, hutbeye çıktığında cemaate;

“‒Ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer Allâh’a itaat edersem, bana itaat edin. Şayet O’na itaatten ayrılırsam, siz de bana itaat etmeyin!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- de halîfe olduğunda aynı hiçlik ahlâkını sergiledi. Hutbeye çıktı ve sordu:

“‒Şayet eğrilirsem, ne yaparsınız?”

Cemaatin içinden bir kişi elinde kılıç ayağa kalktı ve;

“‒Eğrilirsen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- huzur ve sürur içinde;

“‒Hamdolsun ki, eğrildiğim zaman düzeltecek dostlarım var!” diye Allâh’a şükretti.

Görülüyor ki;

Ne olursa olsun, onlarda;

NEFSE PAY YOK!

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti devriydi. İslâm orduları kumandanı Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’a nasip olan Kādisiye gibi art arda büyük fetihlerden sonra, halkın arasında yanlış bir telâkki yayılmaya başladı. İnsanlar, zaferleri nasip edenin Cenâb-ı Hak olduğunu unutmuşçasına;

“‒Hâlid, kumandan ise nasıl olsa kazanırız.” demeye başladı.

Bu ifade; hem Cenâb-ı Hakk’a karşı bir gaflet, hem de Hazret-i Hâlid’in olmadığı savaşlarda mağlûbiyet demekti.

Dolayısıyla;

Hazret-i Ömer, böyle ifadeleri art arda işitince, hemen Hazret-i Hâlid’e mektup yazdı:

“‒Bundan sonra başkumandan Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tır, sen onun maiyetindesin.” dedi.

Hâlid -radıyallâhu anh-, mektubu aldı, öptü, başına koydu ve Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh-’ı çağırıp vazifeyi tebliğ etti;

“‒Ben de artık senin emrinde bir neferim!” dedi.

Ne alınganlık, ne haset, ne itiraz!

Sadece itaat.

İşte İslâm zaferlerinin yegâne mayası ve gerçek kahramanlık:

Hiçlik dirâyeti.

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın da hilâfetten ferâgat ederek İslâm birliğine omuz vermesi, işte bu hiçlik dirâyetiydi.

Aynı şuurla;

İdrîs-i Bitlisî Hazretleri de doğu illerini hiç kılıç kullanılmadan büyük bir sevgi seli hâlinde Osmanlı’ya bağladı. Devrin padişahı Yavuz Sultan Selim Han; kendisine birçok salâhiyetler vermiş olmasına rağmen o, yine de padişahla istişâresiz hiçbir fiilde bulunmadı. Böylece İslâm birliğinin en unutulmaz âbide isimlerinden biri oldu.

Yine aynı şuurla;

Barbaros Hayreddin Paşa’nın kendi kurduğu Cezayir Sultanlığı’ndan ferâgat ile Osmanlı Devleti’nin Kaptan-ı Deryâlığı’nı tercih etmesi de, yine İslâm birliğini kuvvetlendiren ve müslümanları yenilmez hâle getiren bir hiçlik dirâyetiydi.

Velhâsıl bu üç büyük tarihî şahsiyet, sırf Allah rızâsı için her türlü makam ve mevkiden fedâkârlıkta bulundular. Arkalarında tamamıyla hayır ve fazîlet hâtıraları bıraktılar. Kendilerinden sonraki nesillere hiçlik dirâyetini yaşayarak öğrettiler.

Evet;

HİÇLİK «هیچلك», BİR DİRÂYET!

Öyle bir dirâyet ki, zâhirî ilmin bir türlü çıkaramadığı en zirve basamakları da aşmayı temin eden yegâne mânevî kuvvet.

İşte İmâm-ı Gazâlî…

O önce ilmin ve şöhretin zirvesinde idi. 300 talebesi vardı. Fakat bu şekilde gitgide vicdanı daraldı. Nefes alamaz hâle geldi. Çünkü enâniyet tehlikesi içindeydi.

Sonunda bağrındaki;

«Ben acaba Allah rızâsında mıyım, yoksa bir şöhretin pençesinde miyim?» endişesi galip geldi ve her şeyi terk ederek inzivâya çekildi. Sadece ilâhî nasiplerin sonsuz tecellîsi içinde dirâyetli bir hiçliğe büründü. En nihayet;

“Allah Rasûlü’nün rûhâniyeti tecellî etti de kurtuldum.” dedi. Yeniden irşâda, ancak bu şekilde döndü. Neticede o bereketli eserlerini kaleme alması da, ancak böyle bir derûnî tasfiyenin sonrasında gerçekleşti.

Bir diğer misal:

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri…

Bursa Kadısıydı. O da, önce binlerce kadıdan sadece biri olan bir Kadı Mahmud Efendi’ydi. Zâhiren hatırlıydı, zâhiren ekâbirdi. Kādı’l-kudâttı.

Bir gün, o da ilmin ve makamın verdiği enâniyetten korktu. Derhâl makam ve mevkiyi terk ederek Üftâde dergâhına bend oldu.

Üstâdının ona ilk mânevî tâlimi;

Bir zamanlar azametli bir kadı olarak teftiş ettiği pazarlarda, üzerindeki sırmalı kaftanı çıkarmadan ciğer satması, yani hiçlik terbiyesi oldu. Kadı efendi, gururunu yenerek istenildiği şekilde ciğer sattı. Gün geçtikçe bütün enâniyeti ayakları altına aldı. Böylece o unutulan kadılar arasından sıyrıldı ve hiç unutulmayan mâneviyat sultanlarından oldu, Azîz oldu. Hüdâyî oldu!

BİR BAŞKA MİSAL

Hazret-i Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-…

O da kulluktaki zirveye ve asıl gayeye, nasıl bir hiçlik terbiyesinden geçerek ulaştığını şöyle ifade etmekte:

“…Üstâdım bana;

«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu.

Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Böyle devam eden yedi sene sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

«–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedavisiyle meşgul ol!»

Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minval üzere günlerim geçti. Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu:

«–Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesile olacak birini ara!»

Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganîmet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız; arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip; «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…

Bu merhaleden sonra aziz üstâdım bana dedi ki:

«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!»

Bundan sonra o hizmetle de meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu.

Hâsılı;

O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki bereketli neticelerine de dâima şahit oldum.” (Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 49-50; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 17-18)

Bir başka misal:

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri…

Genç yaşta ilmin en üst derecelerine ulaştı. Öyle ki, ilimde; «Güneşler Güneşi» unvânına lâyık görüldü. Eriştiği bu ihtişam sebebiyle halk ona;

“‒Ne büyük bir âlimsin! Senden daha değerli kimse yok!” demeye başladı.

O da, halkın gösterdiği bu yüksek alâka ve iltifatlardan korktu. Nefsine pay çıkmasından endişe etti. Bağdat’tan yola çıkıp tâ Hind diyarına gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’ne intisâb ederek onun dergâhında tuvalet temizlemeye başladı. Hiç durmadan kuyulardan su taşıdı. Böylece nefsini bertarâf etti.

Nihayet irşâd ehli olabilecek bir gönül kıvamına nâil oldu. İşte asıl bu nâiliyetten sonra gerçek mânâda bir mâneviyat güneşi odu. Mânevî mezuniyetinin ardından hocası Abdullah Dehlevî Hazretleri -kuddise sirruh-; onu bizzat elleriyle ata bindirdi, kendisi de, -Hazret-i Hâlid’in bütün ısrarlarına rağmen- Delhi çıkışına kadar onun yanında yaya olarak yürüdü.

İşte;

GERÇEK SULTANLIK!

İçinde hiçliğin yaşandığı bir mâneviyat sultanlığı. Bunun en güzel nümûnesi Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-.

Mekke’nin fethi günü, kazanılan zafer çok büyüktü. O gün Efendimiz; dıştan bakan insanlar nazarında, artık yanına varılamaz kudrette bir şahsiyet olarak görünüyordu. Bir Mekkeli titreyerek yaklaştı. Korku ve heyecan içinde;

“‒Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” derken âdetâ dişleri birbirine vuruyordu.

Fakat Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-; ona, kendi imkânlarının en zayıf olduğu zamandan şu misâli zikrederek sükûnet telkin etti ve şöyle dedi:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kast ederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)

İşte o gün, asıl zafer buydu!

Tarih boyu Fahr-i Kâinât’ın nurlu izinden giden kumandanlar ve hükümdarlar da, bu şekilde dirâyetli bir hiçliğin nice zaferlerine ulaştılar.

Malazgirt zaferinin gerçekleşeceği gündü.

O sabah, Sultan Alparslan; kefen misâli bembeyaz elbiselere büründü ve askerlerine;

“‒Bugün kumandan-asker yok, ben de sizin gibi neferim!” dedi.

Bu hiçlik hâli, kendisinden kat kat güçlü düşman karşısında bile onu büyük bir zafere eriştirdi. Bundan bir yıl sonra;

Koca Sultan, fethettiği Hana Kalesi’nde bir bâtınî hâinin hançeriyle şehîd edildi.

O gün, son nefesinde söyledikleri, kendinden sonraki bütün sultanlara da neferlere de verilen çok ibretli bir hiçlik dersiydi:

“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teâlâ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda; askerimin çokluğundan ve ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi. Kalbimden bir an için;

«‒Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye gafilâne bir düşünce geçti.

İşte bu düşünceden dolayı Cenâb-ı Hak; beni, karşımdaki en âciz bir kulu ile cezalandırdı.

Şu son demde;

Kalbimden geçen o hatadan ve daha önce işlemiş olduğum bütün kusurlarımdan dolayı Allah Teâlâ’dan af diliyor, tevbe ediyorum. Tek niyâzım, bu tevbemi Rabbim kabul ederek bu cezamı bir şerbet-i şehâdet eylesin.

Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah!..”

Bu hiçlik şuuruna bir başka misal:

Yavuz Sultan Selim Han…

O koca sultan, tarihin en muhteşem zaferlerinden biri olan Mısır Seferi ve zaferinin dönüşünde Üsküdar’a vâsıl olduğunda vakit gündüzdü. Herkesin hayranlık dolu gözleri önünde halkın tezâhürat ve iltifatları arasında şehre girmekten çekindi. Fânîlerin alkışlarından korktu. Hasan Can’a dedi ki:

“Akşam olsun, hava kararsın, herkes evlerine dönsün, biz ondan sonra şehre girelim. Nefsimiz, fânîlerin alkışlarıyla bizi mağlûp etmesin!”

O padişah ki;

Çaldıran’da bir arslan, Sînâ’da Peygamber izinde yürüyen âşık bir velî, Mısır’da mütevâzı bir nefer idi. Büyük zaferlerle İstanbul’a girerken de, nefsinin şahlanmasından korkan içi titrek bir derviş idi.

O;

Aldığı kalbî merhaleler neticesinde bütün apoletlerin boş olduğunun idrâkine varmıştı. Vâsıl olduğu hiçlik sayesinde, dünya saltanatını gözünde bir hiç etmiş ve gönlünü mânâ sultanlarının bendesi olmaya çevirmişti. Diyordu ki:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,

Bir velîye bende olmak cümleden a‘lâ imiş.

Ömür boyu bu ifadedeki hâlin samimiyeti içinde yaşadı.

Vefâtına yakın o büyük padişahın, kendisini teselli sadedinde;

“–Şimdi Allah ile beraber olmak vaktidir.” diyen yaveri Hasan Can’a verdiği şu cevap çok mânidardır:

“–Sen şu âna kadar bizi kiminle beraber zannediyordun?”

Gerçek sultanlık olan hiçliğe bir diğer misal de şu:

Barbaros Hayreddin Paşa; Preveze Deniz Savaşı’nda müthiş bir zafer kazanmış, akabinde esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla İstanbul önlerine gelmişti. O esnada Kanunî Sultan Süleyman Han ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla;

“–Sultanım, dünya, dünya olalı böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” dedi.

Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şöyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

İşte gerçek sultanlık!

Çünkü onlar, şehzadelik yıllarında da bütün kültürleriyle beraber hâssaten tasavvufî terbiye altında idiler. Onları dâimâ bir Edebâlî silsilesi terbiye ediyordu. Mânidar bir hiçlik şuuruyla yetişiyorlar ve tahta geçtikten sonra da bu terbiyenin en ince dersini devam ettiriyorlardı. Onlar gibi dergâh terbiyesinde yetişen halk da, kendilerine sevgilerini arz ederken âdetâ bu hiçlik irşâdında bulunuyor ve;

“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” cümlesini koro hâlinde söylüyorlardı.

Öyle ki bütün padişahlar bu cümleyi benimsemiş, bir gelenek olarak devam ettirmişlerdi.

Hiç şüphesiz bu;

Zirve bir makamda çok müstesnâ bir hiçlik hâli..

Onlar; işte bu hiçlik zaferi sayesinde, asırlarca bu ümmete hizmet etme şerefine nâil oldular.

Çünkü kim bir zaferden sonra büyüklenirse, Allah onu alaşağı eder. Fakat kim hiçliğe erer ve her galibiyeti Allah’tan bilerek tevâzû içinde şükrederse, Allah ona da nimetini artırır.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi yoktur.”

“Sen de bir gölge gibi ol ki kılıç seni kesemesin!

Bu hiçlik terbiyesi;

Tasavvuf eğitiminde her fert için zaruret.

Çünkü kibirli kişinin «mârifetullah»tan nasibi yoktur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

HİÇLİK «هیچلك» HÂLİNDE YÜRÜ!

“Rahmân’ın (sâdık) kulları, yeryüzünde (hiçlik hâlinde bir) tevâzû ile dolaşırlar.” (el-Furkān, 63)

Çünkü;

Enâniyet, yani kibir, çok büyük bir tehlikedir. Âdetâ bir intihardır.

Cehenneme giden yollar, ekseriyetle enâniyetin mahsûlüdür. Bilhassa israf ve bunun zıddı olan pintilik de, enâniyetin doğurduğu en kötü ve çirkin ahlâklardandır. Enâniyetli kişi, içindeki aşağılık duygusunu bastırmak için; dâimâ kendisine israf, başkasına ise pintilik sergiler. Günümüzde gittikçe artan israf ve pintilik, hâlbuki sahâbenin tanımadığı bir hayat tarzıydı. Çünkü onlar, enâniyeti her yönüyle bertarâf etmişler ve hiçliğin zaferine ermişlerdi. Zira onlar, nefislerin yarın varacağı konağın kabir ve âkıbet mahşer meydanı olacağı şuuruyla yaşıyorlardı.

Biliyorlardı ki;

Enâniyet, kökü cehennemde olan bir husûsiyetti. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in beyan buyurduğu birçok hadis de, tevâzû ve hiçliği tavsiye etmekte, kibir ve enâniyetten sakındırmakta idi.

Bilmeliyiz ki;

Ancak hiçliği idrâk etme yolunda insanın gözünün gördüğü her şeyde kalp devreye girer. O kimse, Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri karşısında aczini düşünür. Her şey, ama her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve kendi aczini idrâk eder.

Meselâ;

Sanayi bu kadar inkişâf ettiği hâlde insanoğlu, ot ve suyu süte çevirecek bir makine îmal etmekten hâlâ âcizdir. Yani gafil insanın böbürlendiği sanayi, henüz bir koyun yahut inek seviyesine gelememiştir!

İnsanın acziyetine daha nice misaller vardır.

Dağ gibi bir pehlivanı bile küçücük bir virüs yere deviriyor. Buna mukābil, koskoca bir fili on yaşındaki bir çocuk, peşi sıra çekip götürüyor…

Velhâsıl;

İnsan şükretmeli, dâimâ;

«Sen yâ Rabbî! Sen’den yâ Rabbî!» demeli.

«Veren Sen’sin, lutfeden Sen’sin, kādir olan Sen’sin. Ben ise âciz bir kulunum!» diye ilticâ etmeli.

Çünkü insan, ne zaman acziyetini bilemez de kendine pay çıkarırsa, sonu hüsran olur.

İbretler çok:

Bel‘âm gibiler ilimle, Kārun gibiler servetle, Firavun ve Hâmân gibiler makam ve mevki ile enâniyetin avucuna düştüler ve helâk oldular.

Buna rağmen onların ardından gelip de bu helâklerden ders çıkarmayanlar da bir şekilde enâniyete mağlûp oldular ve Hakk’ın gazabına uğradılar. Her biri, devâsâ bir okyanus ortasında dümeni kırılmış ve böylece âdetâ fındık kadar kalmış gemiler misâli azgın dalgalara gark oldu gitti.

Âkıbet;

Bu ibretler ve nice gerçekler, en çok hatırlatılan bir hakikat oldu:

HİÇ «هیچ» HAKİKATİ

Tarihten bugüne tüm fânîliğin özeti:

Hiç.

Dergâh duvarları, bu «hiç» ifadesinin her çeşit hattıyla dolu. Bir kelimede sonsuz bir mânâ sergisi.

Yani;

Muhtelif hüsn-i hatlarla yazılan bu kelime, estetik gayelerden ziyade, okuyanların gönüllerinde derin mânâlar uyandırmak için.

Çünkü;

Cenâb-ı Hak, kulu «ahsen-i takvîm» yani «en güzel bir hilkat hârikası» olarak yarattı. Nefsânî arzularını bertarâf etmesi nisbetinde de kendisiyle dost olma imkânını bahşetti. Bunun için şerîati irfana ulaştırmak ve neticesinde «mârifetullah»tan nasîb almak şart.

İşte bu şartı oluşturacak mânevî kemâlât ve hikmetlerin tümü bir kelimede gizli:

HİÇLİK «هیچلك»!

Hiç unutmamalı ki:

Azamet-i ilâhiyye karşısında; insan da hiçtir, kâinat da hiçtir.

Cennetin küçücük bir nimeti mukābilinde, bu dünyanın bütün âlâyişi de bir hiçtir.

Cehennemdeki azâbın bir ânına mukābil, dünyada çekilebilecek bütün meşakkat ve çileler de bir hiçtir.

Kulun yaratılış gayesini gerçekleştirebilmesi, yani Rabbini tanıması için; önce kendi nefsini tanıması, kendini bilmesi lâzımdır. Rabbinin azametini idrâk edebilmesi için, kendi hiçliğini idrâk etmesi lâzımdır.

Cenâb-ı Hak, insana kendi varlığını şöyle tefekkür ettirir:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin bahsedilen bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Çok uzun bir zaman, insanın ismi ve cismi dahî ortada yoktu. Daha sonra Cenâb-ı Hak insanı yarattı. Sayısız mahlûkat içinde, onu seçti. İnsanı husûsî nimetlere mazhar kıldı. Âyet-i kerîmede buyurulur:

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

“Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 4)

Yani insana ilâhî hakikatleri, sır ve hikmetleri idrak ve ifade edebilme kabiliyeti lutfetti.

Ancak imtihan sırrı olarak insana, takvâ ile beraber fücûru da ilham etti. Terbiye olmamış ham nefiste enâniyet, nefsâniyet, hodgâmlık (bencillik), nankörlük, cehâlet, nâdanlık ve zulüm gibi, büyük zaaf ve kusurlar vardır. Bu sebeple âyet-i kerîmede insan için;

«ظَلُومًا جَهُولًا» buyurulmuştur.

Yani nefsânî arzularının zebûnu olup seraplara aldandığında, insanın «çok zâlim ve çok câhil» olduğu bildirilmektedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, onu imtihan dershânesi olan dünyaya gönderdi. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz onu (ömür boyu yürüyeceği) yola koyduk. İster şükredici, ister nankör olsun! (yüce hakikat değişmez, ebedî neticesi karşısına çıkar!)” (el-İnsân, 2-3)

Âyet-i kerîmede görme ve işitme nimetlerinin imtihan gayesiyle alâkalı olarak bahşedildiği ifade edilmektedir.

Bunu idrâk içinde kul;

Görme nimetiyle Cenâb-ı Hakk’ın tefekkür malzemesi olarak yarattığı bu cihan dershânesini temâşâ ve tefekkür edecek; işitme nimetiyle de, emir ve yasakları dinleyip bütün ilâhî hitaplara karşı; «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا / işittik ve itaat ettik!» diyecek.

Böylece;

Şükreden bir kul olarak imtihandan muvaffak çıkacak. Kalb-i selîme nâil olarak cennetlere buyur edilecek. Fakat;

Tefekkür etmeyen bir nazar, vahye kulak vermeyen bir gönül ise, nankörlüğe dûçâr olarak imtihanda kaybedenlerden olacak ve -maâzallah- cehenneme yuvarlanacak.

Her idrak, sormalı:

‒İnsan nereden geldi?

‒Nereye gitmektedir?

‒Kimin mülkünde yaşamaktadır?

‒Bu geliş ve gidişin akışı nereye?

‒Emânetçisi olduğu bu imkânları kim verdi? Bu nimetler nereden ve hangi maksatla geldi? Kendi kendine mi oldu? Hiç kendi kendine olan bir şey var mı?

Sordukça anlamalı ki;

İnsan, Rabbine ne kadar muhtaç!

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

İşte ilâhî hakikat:

Dünyada, insanın tüm vazifesi;

Kendisinin âciz bir kul olduğunu idrâk etmek ve Cenâb-ı Hak’tan râzı olarak yaşamaktır. İradesini, bir kula yakışır şekilde yüce Rabbinin iradesine râm etmektir. Bu istikamette ilâhî tâlimatlara ve Allâh’ın gönderdiği vahye tâbî olmaktır. Bilhassa Rasûl’ünün sünneti ve sîreti üzere nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmektir. Böylece Cenâb-ı Hakk’a dostlukta merhale kat edebilmektir.

Çünkü insan;

Her şeyden önce Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kulu olduğunu, yani hiçliğini idrâk ederse, o zaman nefsinin hoyrat arzularını bertarâf etmeye muvaffak olur. Bunu başarınca da, dâimâ Rabbinin rızâsına teslim olarak yaşar. Bu teslîmiyet de, kulluk edebine dönüşür.

Nihayet;

Mükerrem bir varlık olmanın sırrı gerçekleşir. Ahsen-i takvîm makamından hisseler nasîb olur. İşte bu;

HİÇLİĞİN «هیچلكك» BÜTÜN SIRRI

Bir ömür hiçlik hâlinde yaşayan Hazret-i Peygamber buyurur:

“Be­nim bil­di­ğimi siz bil­sey­di­niz, az gü­ler çok ağ­lar­dı­nız… Sah­râ­la­ra dö­kü­lüp Al­lâh’a yük­sek ses­le (heyecan ve duygu derinliği içinde) ya­ka­rış­ta bu­lu­nur­du­nuz.” (İbn-i Mâ­ce, Zühd, 19)

Bütün Hak dostları, kendilerini bu mânâya kurban etmişlerdir. Abdülkādir Geylânî ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî gibi ârif gönüller, bu hakikate mazhar olan insan için şu hitâb-ı ilâhînin vârid olduğunu ifade etmişlerdir:

“Ben insanın sırrıyım, insan da Ben’im sırrımdır!” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Böyle bir sır;

Baştan sonra hiçliğe bağlı. Hiçlik idrâkinin bütün sırrı da bu.

İlâhî azamet karşısında benliğinden geçmek.

Tıpkı Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e kavuştuğu yerde artık kendisine ait benliğin tamamen bitmesi gibi. Kendi benliği bitince artık Sakarya da tamamen Karadeniz’den bir cüz olmuştur. Çünkü onda, artık sadece Karadeniz’in husûsiyetleri tecellî etmiştir.

İşte tam bir fenâ hâli.

Kul; eğer Allah’ta böyle fânî olabilirse, yaşadığı hiçlik, onu yedi kat göklerde baş tâcı eder.

Ancak bunun yolu, önce;

EFENDİMİZ’DE HİÇ « هیچ» OLMAK!

Çünkü;

Allâh’a itaatin şartı, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e itaati farz kılmıştır. Dolayısıyla;

Bütün sahâbe bu sırrı yaşamış ve öyle yücelmiştir. Yani ashâb-ı kirâmın bütün makamı ve değeri, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e aşk ile itaat ve O’nda aşk ile hiç oluşlarıdır.

Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yüce îmânında eridiler de gerçek bir mü’min oldular. O’nun yüce ahlâkında eridiler de gerçek bir ehl-i edep oldular. O’nun fermanında eridiler de gerçek bir bağlı oldular. Dâimâ O’nun yolunda O’na fedâ-yı cân içinde eridiler de gerçek bir kurban oldular. Hâsılı O’nun aşk ve sevgisinde hakkıyla eridiler de gerçek bir âşık-ı Muhammed oldular.

Öyle ki;

O vefât ettiğinde bütün ashâbın bağrı hicran ateşleriyle doldu. Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- O’nun bu can yakan hasretine dayanamadı. Ellerini yüce dergâha açtı. Gözyaşlarıyla şöyle yalvardı:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamber’imden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..”

Bu, nasıl yanık bir muhabbet ve nasıl bir ilticâ idi ki, oracıkta gözleri âmâ oluverdi. (Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)

Hazret-i Peygamber sevgisinde bu ne muazzam bir hiçlik ki, her şey bu sırrın içinde.

Bu hâl;

Değişik tecellîler etrafında nice peygamber âşıklarında da zuhur etmiş bir husûsî sevdadır.

İşte büyük hadis âlimi İmam Nevevî Hazretleri…

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e bambaşka âşık bir müçtehiddi. Zâhir ve bâtın tüm yaşayışını Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’de öyle fânî etmişti ki, ömür boyu bir kere bile karpuz yemedi. Çünkü karpuzu, Varlık Nûru’nun nasıl yediğini bilmiyordu. Bilmediği için de yememeyi tercih etmişti.

Bütün endişesi şuydu:

Eğer yeseydi, belki sünnet üzere yemenin umûmî edebine ters bir husus yoktu. Ancak Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in karpuz yemekle alâkalı husûsî âdâbının dışında bir tarza düşmesi ihtimali vardı. Bu da, O’nun bağlılık şuuruna uymuyordu. Zira O, hayatının bütün safhalarını kuşatan bir idrâk içinde Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e itaat şuurundaydı. Çünkü O’nda hiç olmuştu.

O’nda hiç oluşun husûsî bir misâli de;

Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri…

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e öyle âşıktı ki, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında vefât etmiş olduğundan dolayı o da, 63 yaşından sonra toprak üstünde yaşamayı terk etti. Âdetâ yeryüzünde dolaşmaya tamamen vedâ etti.

Artık;

Kendisine toprak altında mezar gibi bir yer kazdırdı. On yıl, son nefesine kadar irşâdına orada devam etti.

Bu da âşıkının mâşûkunda fânî olmasıdır.

Onlardaki bu hiçlik hâlleri belki çok husûsî.

Ancak;

Çok müstesnâ. Ebedî mazhariyetlerle dolu. Bütün asırları kuşatan örnek sîmâlar her biri.

Demek ki her şey, hiçlikten sonra başlıyor.

Hiç olanlara nice sırlar ve hikmetler veriliyor. Fakat, kaba ve nâdan kimselere ise hiçbir şey verilmiyor. Onlar nasipsiz kalıyor aşk vâdîsinde.

Bütün sırlar, incelmiş, rakikleşmiş ve idrâk etmiş, yani hiçliğe ulaşmış bahtiyarlar için.

Mâlûm, topraktan gelen fânî vücutlar yine toprakta fânî oluyor. Hak nefesinden olan ruhlar da, gerek ki ancak Hak’ta fânî ve hiç olsun. Yoksa onlar, başka başka hiçliklerin ve fânîliklerin pençesine yakalanıyor ve ebedî bir ıstırap içinde sonsuz bir girdaba düşüyor.

Netice, ebedî hüsran… O hâlde;

BU GEVŞEKLİĞE DİKKAT!

Sonsuz acı âkıbetine rağmen günümüzde maalesef enâniyete karşı tedbir almak ihmal ediliyor. Nefse pay çıkarıp çıkarmamak, pek mühimsenmiyor. Bu hususlarda zamâne insanları, oldukça rahat ve gevşek hareket ediyor.

Hâlbuki enâniyet, her zaman fecaat ve en ağır felâket.

Unutmamalı:

Yapılan güzel bir hayır hasenâtın gafilâne bir ifşâsı bile, nefsin; ucub, süm‘a ve riyâ gibi illetlerine çanak tutmasına sebep olabilir. Bu bakımdan âyette gizli infâkın daha hayırlı olduğu bildirilmiştir. (el-Bakara, 271) Meselâ; yaptırılan bir camiye veya bir hayır müessesesine, yaşayan bir kişinin ismini koymak da, bu tehlike itibarıyla pek doğru değildir. Ancak vefât etmiş kişinin adını koymakta bir beis yoktur. Çünkü bu, hayır duâya ve sadaka-i câriyeye vesile olur. Çünkü vefât eden kişi adına enâniyet tehlikesi kalmamıştır.

Buna benzer gerçekler çok.

Hepsinde de;

Enâniyete karşı mutlaka tedbir alınmalı ve hiçliğe bürünmelidir. Meselâ bir muallim; «Şu kadar talebe yetiştirdim!» diye iftihar etmemeli, bilâkis İmâm-ı Gazâlî’nin bahsettiğimiz titreyişini düşünmelidir. Meselâ bir âlim; «Şu kadar büyük âlim oldum!» diye nefsine pay çıkarmamalı, bilâkis, önce niyetinin hâlis mi fâsit mi olduğuna, sonra da ilminin faydalı mı yoksa faydasız mı olduğuna teksif olmalıdır. Bu noktada;

HİÇLİK «هیچلك», HADDİNİ BİLMEKTİR!

İnsan; niye kıymetli bir gözyaşından değil de, necâset hükmündeki değersiz bir sudan yaratıldı? Yaşayışı niye muvakkat? Öldükten sonra da niye kokuşmuş bir toprağa dönüşmekte? Böyle bir varlık için kibirlenmek ve böbürlenmek, ne haddine?

İnsanın, hangi makamda, hangi apoletler altında olursa olsun dâimâ bir «abd-i âciz / âciz bir kul» olduğunu unutmaması îcâb eder.

Bugün birtakım câhillerin, -hâşâ- Allâh’ı sorgularcasına;

“Allah beni yaratırken, bana mı sordu?” gibi ahmakça hezeyanlar savurduklarını duyuyoruz. Cenâb-ı Hak;

“Sen bir hiçtin, seni Ben yarattım.” buyuruyor.

Bir hiç, sonsuz kudret karşısında ne ifade eder? Sonra hiç kusursuz olan yüce irade ve hükmün, tamamen kusurlu olan bir hiçe bir şey sorması ne kadar mantıklı?

Hem, bomboş hiçe ne sorulur?

Kaldı ki ey insan!

Yediğin yiyeceklere; «Bana rızık olur musunuz diye?» diye sen sordun mu? Yediklerinden hiç tasdik aldın mı? Kime sordun da onları çiğniyorsun? İşlediğin, kestiğin ve doğradığın eşyaya, etinden sütünden gıda veya derisinden giysiler yapmak için canını aldığın hayvanlara sen sordun mu? Sen onların rızâlarını aldın mı? Zevkin için dalından kopardığın o zarif çiçeklere hiç soruyor musun?

Fakat yine de Cenâb-ı Hak sana soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Senin iradene bırakıyor. Gideceğin yer cennet mi olsun, cehennem mi? Yani tercih insana ait. Allah, kitap gönderiyor soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Peygamberler vesilesiyle soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Sonra da buyuruyor ki:

“İster şükredici ol, istersen nankör ol!” (el-İnsân, 3)

Ey gafil ve câhil!

Sen, yüce Allâh’ın sana bıraktığı bu tercih hakkını görmeyip de; «Yaratırken bana sormadı.» diye boşu boşuna cehâlet lâkırdıları savuruyorsun.

Hayret;

Allâh’ın yarattığı şu emânet âlemde her türlü tasarruf senin için hak da, onları da seni de yaratan Allah için mi -hâşâ- hak değil?

Bu ne küstahlıktır!

Bu ne nankörlüktür!

Unutma;

Allâh’ın sana ihtiyacı yok, O lutfen ve keremen seni sadece terbiye etmek ve böylece kalb-i selîme kavuşturarak cennetlerinde ağırlamak istiyor. Şu âyeti tekrar tekrar okumalısın:

“Ey insan! Seni, şekilsizlikten çıkarıp en güzel şekilde yaratan, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Aldanış dolu bütün lâkırdılar, câhillik ve hikmetsizliğin eseridir.

Bu ahmakça lâfları söyleyenlere, gerçekten sorulsa idi, yokluğu mu seçeceklerdi? Yoksa o cennetlere mi talip olacaklardı?

UNUTMAMALI:

İnsan, ancak bildikçe sükûta bürünür. Ancak mârifeti arttıkça hiçlikteki idrâki artar.

En güzel misal:

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-…

O Halîlurrahman için malını Allah yolunda harcamak, o mala sahip olmaktan daha büyük bir lezzet hâline geldi. Canını Allah yolunda fedâ etmek, yaşayış sevincinin ötesine geçti. Onun gözüne Allah yolunda atılacağı ateş, baştan da gül bahçesi gibi görünüyordu. Cenâb-ı Hakk’a o kadar yakınlık kesbetti ki, oğlunu dahî Allah ile arasında perde eylemedi, fedâya koştu. Allah ki emretti; «Baş üstüne!» deyip edâya koştu. İlâhî mârifet ile ufuklar ve öteler açıldı. İlâhî azamet ve kudret karşısında hiçliğe büründü. Bütün fedâkârlıklarını da yine bir hiç gördü. Hâsılı kulluğu hakkıyla îfâ edememenin endişesi içinde Cenâb-ı Hakk’a içli içli şöyle niyâz etti:

“(Allâh’ım! İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme! (Ey Rabbim! Biliyorum ki) o gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler (fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 87-89)

Bu hiçlik niyâzı, Allâh’a halîl / dost olan bütün gönüllere nümûne olmuştur.

Hallâc-ı Mansûr da, bu hâlden ilhamla niyâz etmiştir.

Mâlûm;

Bu Hak dostu, kendisinde tecellî eden birçok mânevî esrârı taşıyamadı ve anlayamayacak kimselere fâş etti. Husûsî sırları dışa taşırdığı için de bir keffârete dûçâr oldu. Recm edildi. Fakat o, ölmeden evvel, kendini taşlayanlar hakkında;

“Yâ Rabbî, benden evvel onları affet! Çünkü bilmiyorlar. Eğer bilselerdi, beni taşlamazlardı. Allâh’ım! Bilmedikleri için bu yaptıklarından dolayı ne olur onları bağışla!” diye duâ etti.

İşte bunlar, ilâhî azamet tecellîsi karşısında hiçliği kazanmış bahtiyarlar:

GÖNÜL ERLERİ

Necip Fazıl da o kahraman erlerin tevâzûunu ne güzel ifade eder:

O erler ki, gönül fezâsındalar,

Toprakta sürünme ezâsındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,

Namazda arka saf hizâsındalar!..

Allah Teâlâ karşısında hiçliği idrâk etmek, belki bir nebze kolay. Çünkü o yegâne kudret sahibi bir yüce yaratıcı, bizler ise âciz ve muhtaç kulları. Dolayısıyla O’nun karşısında hiçlik, fiilen zaten mevcut.

Fakat;

Hiçliğin bazen en zor olanı, kullar karşısında gösterilmesi gereken şekli. Çünkü insan insana karşı dâimâ çeşitli duyguların çalkantıları içinde olur. Kolay kolay hiçlik sergileyemez. Belki de bundan dolayı;

Mü’min kardeşlere karşı hiçlik husûsu ilâhî bir tâlimat. Öyle ki, âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak; sevdiği kullarını, «mü’minlere karşı (tevâzû ve) hiçlik içinde alçakgönüllüdürler» ifadesiyle methetmiştir. (el-Mâide, 54)

Buna göre;

Bir mü’min hiçbir kardeşine asla üstünlük taslayamaz. Çünkü Allah katında üstünlük ölçüsü, ancak takvâdır ve takvâ da ancak kalplerde yüce Mevlâ’nın bir sırrıdır. Kaldı ki, insanın ne hâl üzere öleceği, yani son nefesi; Cenâb-ı Hakk’ın vahyettiği peygamberlerin ve onların bildirdiklerinin dışında herkes için bir meçhuldür. Onun için mü’minin mü’mine üstünlük iddiâsı, kardeşini istihkâr etmesi, en ağır günahlardan biridir. Hem unutmamalı ki, kimin daha müttakî olduğunu sadece Allah bilir. Kimse işlediği amelleriyle kendini beğenemez, zira amellerin en sâlihleri de dâhil hepsi kabule muhtaç.

Yani;

İşlediği sâlih ameller, yapılan hayırlar ve ulaşılan dereceler, kabul mü değil mi tamamen meçhul. Dolayısıyla bunlar, bir insana asla enâniyet ve emniyet hissi vermemelidir. Çünkü mânevî derecelerin kaybedilmeme teminatı yoktur. Belki dünyada elde edilen etiket ve apoletler, kaybedilmez. Fakat mânevî dereceler böyle değildir. Onlar, şartlarına riâyet edilmediği takdirde bir anda sıfırlanır. Nitekim Bel‘âm yahut Kārun gibi niceleri; çok yüksek derecelere ulaşmışken, tehlikeli bir çatlak taşa basmışlar ve ebediyyen esfel-i sâfilîne yuvarlanmışlardır.

Demek ki kullukta gereken ölçü;

İLLÂ HİÇLİK «هیچلك», İLLÂ HİÇLİK «هیچلك»!

Dâimâ hiçlik.

Dâimâ duâ ve ilticâ hâlinde yaşamak.

Âyet-i kerîmede öğretilen şu duâ gibi:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Sen ki, lutfu en bol olansın.” (Âl-i İmrân, 8)

Bu mânâ ve şuurla Bâyezîd-i Bistâmî, hiçlik hâlini bir duâ hâlinde ne güzel sergiler:

“İlâhî! Benim benliğimi aradan çıkar ki, benliğim Sen’de fânî olsun da ben arada hiç olayım! Çünkü ben Sen’inle olduğum takdirde herkesle birlikte olmuşum demektir. Şayet herkesle olursam, Sen’inle beraber olamam; bu da, Sen’in yolunda benim için en büyük eksiklik ve hamlık olur.”

Demek ki;

Hiçliğin en bâriz husûsiyetlerinden biri de kendini sevmeyi tamamen bırakıp dâimâ ilâhî çerçevedeki sevgilere karşı iştiyak içinde olmak.

Bu meyanda Hazret-i Dâvûd’un şu duâsı ne güzeldir:

«Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi (ve ancak) Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim…»” (Tirmizî, Deavât, 72)

İşte;

Kendisini hiç, Allah sevgisini her şey bilen muhteşem sevgi, muazzam bir şuur ve idrak!

İşte;

Mânevî sultanları yetiştiren dergâhlardaki «hiç» levhasının hakikati!

İşte;

Hiçliğin sonsuz sırrı!

Öyle bir sır ki;

Bütün büyük tecellîler; ancak o «hiç»ten sonra, o hiçliğe erdikten sonra!

İlk muhteşem zafer olan Bedir galibiyeti de, yine hiçliğin mükâfâtı…

Buna mukābil;

Uhud ve Huneyn’deki biraz inkisar da, hiçlikteki azıcık zaafın eseri.

Yani her hâlükârda;

Ferâgat edenler, her zaman daha büyük mükâfatlar kazandı. Allah yolunda şehîd olanlar, dâimâ daha ulvî bir hayata erdi.

Dâimâ;

Saltanatı bırakıp hiçliği seçenler, gerçek saltanata kavuştu. Onlar için âyetteki;

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah; (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) sırrı tecellî etti.

Şu hâdise, bunun câlib-i dikkat bir misâli:

Abbâsî halîfesi Hârun Reşid, ihtişam ve saltanat içinde Rakka’da ikamet ediyordu. Bir gün oraya Abdullah bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden Hârun Reşid’in bir câriyesi;

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler;

“−Horasan’dan büyük bir âlim geldi. Adı Abdullah bin Mübârek. Ahâlî onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye;

“−Ne müthiş bir muhabbet! Esas saltanat, işte bu! Hârun’unki değil! Çünkü Hârun’un emirliğinde polis olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

İşte böyle;

Hiçliği idrâk edip de bütün ayaklara türâb olabilen mütevâzı kullar, dâimâ gönüllerde taht kurdular.

Çünkü dâimâ;

Fânî saltanatlar sona erdi, ancak mânâ sultanlarının hükmü her zaman devam etti. Bugün Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin, Hazret-i Mevlânâların, Hazret-i Yûnusların ve Hazret-i Hüdâyîlerin türbelerine uzak-yakın her taraftan gelen ziyaretçileri, hâlâ akın akın devam etmektedir.

Hâsılı bütün mânevî zaferler;

ANCAK, HİÇLİK«هیچلك»TEN SONRA!

Her yücelik, şeref ve kerem; ancak acziyetini itiraf ettikten sonra.

Zira her acziyet, insan için aslında bir yücelik kapısı.

Şöyle ki:

İnsan yemek yemeye muhtaç olduğundan dolayı «er-Rezzâk» ismine muhatap ve onu idrâke mazhar olmuştur. Kezâ hastalık denilen acziyeti sebebiyle şifâya muhtaç olduğundan dolayı «eş-Şâfî ve el-Muâfî» isimlerine muhatap ve onları idrâke mazhar olmuştur. Kezâ günaha düşüren acziyeti sebebiyle affa ve mağfirete muhtaç olduğundan dolayı «er-Rahmân, er-Rahîm, el-Gafûr, el-Afv ve et-Tevvâb» isimlerine muhatap ve onları idrâke mazhar olmuştur. Daha nice ilâhî isimle insanın irtibatı ve idrâki, hep acziyeti sebebiyle gerçekleşmektedir ki, böyle bir imkân meleklerde bile yoktur. Yani acziyet ve hiçlik, insan için kendisini meleklerden daha üstün yapan sırlarla doludur.

Dolayısıyla;

İnsan; acziyet ve hiçliğe sarıldıkça, Allah katında daha değer kazanmaktadır. Çünkü daha çok esmâ ile muhatap olmakta ve Allâh’a karşı daha geniş bir irfan ile müstesnâ bir idrâke ve mârifete ulaşmaktadır. Kullukta zirvelere erişmekten maksat da, zaten budur. Gerçek «mârifetullâh»ın sırrı da budur.

O hâlde;

NE MUTLU;

Hiçliğin idrâkine nâil olan Hak dostlarına!

Çünkü onlar, kıyâmetteki en zor zaman ve mekânlarda bile;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de…” (el-Ahkāf 13) sırrına mazhardırlar.

Çünkü onlar, dünyadaki en zor anlarda da hiçlik ve teslîmiyet hâlinde müstakîm bir kulluk ömrü sergilemişlerdir.

İşte;

Hiçliğini, bu minval ve istikamet üzere idrâk edebilenlere ne mutlu!

Ne mutlu varlık içinde de hiç olarak yaşayabilenlere!

Ne mutlu her makamda da kendisine yine hiçlik makamını seçenlere!

Zira;

Ne mutlu ki, sonsuz müjdeler, onlar için!

Ne mutlu ki, sonsuz ilâhî mükâfatlar, onlar için!

Ne mutlu ki, sonsuz bir cennet saltanatı, onlar için!

Yâ Rabbî!

Bizleri de o kervana dâhil eyle!

Âmîn!..


­­­Dipnot:

* Bu sûre-i celîle, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtına seksen gün kala nâzil olmuştu. Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu sûrenin nüzûlünden sonra; tesbih, hamd, tevbe ve istiğfârı daha fazla edâ ettiğini bildirmiştir. (Müslim, Salât, 220)