O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -16- (Ashâbını ve Ümmetini Tezkiye ve Terbiyesi)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Kasım Sayı: 141

DÎNİN ve ŞAHSİYETİN TEMELİ

Cenâb-ı Hak; sonsuz rahmetinin bir eseri olarak, insanlığa peygamberler gönderdi, yani sırât-ı müstakîme ulaştıran, selâmet yurduna götüren yolun rehberlerini lutfetti.

Cenâb-ı Hak; elçilerini en sâlih, en temiz ve en güzel ahlâklı, en kâmil şahsiyete sahip insanlar arasından seçti.

Demek ki din, en güzel ve en muhteşem bir ahlâk üzerine binâ edilmektedir.

Cenâb-ı Hak; nübüvvetten önceki kırk yıllık ömrü boyunca, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e muhteşem ahlâkını tevzî ettirdi. Müşrikler; şirkte, dalâlette ve bâtılda oldukları hâlde, dâimâ Fahr-i Kâinât Efendi­miz’in ahlâkını tasdik hâlinde oldular.

Ebû Cehil bile; “Sen yalan söylüyorsun!” diyemedi.

“−Biz Sana yalancısın demiyoruz. İçimizde en doğru insan Sen’sin. Fakat Sana bu haberleri getirenler Sen’i kandırıyor. Biz Sen’in getirdiğini istemiyoruz.” diyebildi.

Bu hakikat, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Onların söylediği sözlerin Sen’i hakikaten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En‘âm, 33)

İşte kırk senelik bu ahlâk üzerine, nübüvvet ile beraber evvelâ akāid geldi. Tevhid inşâ edildi. Bu sahih îman güçlendikten sonra da bunun üzerine ibâdet ve ahkâm geldi. Hukuk tevzî edildi.

Asr-ı saâdette olduğu gibi, her ferdin şahsiyet inşâsında bu tedrîcî akıştan ders ve ibret almak gerekli.

Ahlâk en mühim esas. Şahsiyetin temeli. Sahih îman, sâlih amel ve nezih bir muâmelât ile mükemmel mü’min şahsiyeti inşâ olmakta.

Rasûlullah Efendimiz;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyuruyor. Buradan hareketle, ilk vazife; Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkına benzeyebilmek.

Peygamberimiz’de Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîsi kemâlini bulmuş. Mir‘ât-ı Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e nazar ederek, Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkına ne kadar benzeyebilirsek, akāid o kadar kemal bulmakta. Ahkâm ve ibâdet de o kadar seviye bulmakta.

Velhâsıl insanın temelinde ahlâk var. Nasıl bir binanın temelinin sağlam atılması zarûrî ise, insan şahsiyetinde de temel, güzel ahlâk.

Ahlâk, duyguların ıslahı demek… Duyguların merkezi ise kalp. Cenâb-ı Hak, kalbe yoğunlaşmamızı istiyor.

Kalb-i münîb / Hakk’a yönelmiş bir gönül dünyası istiyor.

O belâlı günde kurtuluş için «kalb-i selîm»i şart koşuyor.

Kalbin huzura kavuşması, itmi’nâna ermesi de, ancak «zikrullah» ile mümkün. Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmamakla, dâimâ O’nu anmak, O’nunla beraber olduğunu hissetmekle mümkün.

Bu kıvâma erebilirse, kalp insan için en büyük cevher…

Âyet-i kerîmede;

“Benî Âdem’i mükerrem kıldık.” (el-İsrâ, 70) buyuruluyor. Bu mükerrem oluş, kalbin kat edeceği merhalelere bağlı… Bu kalbî yolculukta, insana peygamberler rehber olmakta:

ÜÇ NEBEVÎ VAZİFE

Peygamberlerin, ümmetlerine vazifeleri 3 madde ile tâdâd edilmiştir:

  1. Allâh’ın âyetlerini tebliğ etmek. Okumak.
  1. Tezkiye etmek.
  1. Kitap ve hikmeti tâlim etmek.

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hirâ’da aldığı; «Oku!» tâlimâtıyla beraber, önce aile fertlerini, sonra yakın akrabalarını ve şehrini, zamanla gönderdiği mektuplarla bütün dünyayı Hakk’a davet etti. Onlara Kur’ân-ı Kerîm’i okudu, tebliğ etti.

Davetine icâbet edip îmân edenlere, Cenâb-ı Hak; Rasûl’üne itaati emretti. Allah Rasûlü de, kendisine itaat eden ashâbını hâliyle ve kāliyle terbiye ve tezkiye etmeye başladı.

Câhiliyye insanından fazîletler medeniyeti çıkardı.

MUAZZAM DEĞİŞİM

Kız çocuklarını gömen, merhameti unutmuş insanlardan; yavrularını emziren bir köpeği dahî rahatsız etmeme hassâsiyetine sahip bir nesil yetiştirdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi!

diye tarif edilen bir devrin insanını;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî, sorar Ömer’den onu!

diye, başkasının derdiyle dertlenen, muzdarip gönüller hâline getirdi.

Bu muazzam inkılâb nasıl oldu?

Nefislerin tezkiye edilmesi neticesinde ve gönül dünyalarında meydana gelen duygu değişimiyle oldu.

Tezkiye; «arındırmak ve temizlemek» demektir. İnsan, ham duygularla dolu bir nefs mekanizmasına sahiptir. Nefsi terbiye edilmedikçe; insanın duyguları ve arzuları, behîmî, hodgâm (bencil ve egoist) ve menfaatperesttir. İnsanın her ne kadar insâniyet ve fıtrat îcâbı, güzel duygu ve arzulara istîdâdı varsa da, terbiye görmeden bunların inkişâf etmesi çok zor ve nâdirdir.

Tezkiye neticesinde insan, kendini tanır ve bu vesileyle kul olduğunu anlar ve Rabbini tanır. Bu da «mârifetullah»ta mesafe kat etmektir ki, kalpte Allâh’ın cemâlî vasıflarını tanımak ve bunlarla ahlâklanmaktır. Mârifetullah; kalem-kâğıtla, okuyup-yazmakla elde edilecek bir bilgi değildir. O; yaşayarak, kalben hissedilerek, duyguların değişmesiyle tahsil edilir.

Kitap ve hikmet tâlimi ancak, tezkiyeden sonra gerçekleşebilir. Demek ki insan tezkiye olacak, temizlenecek ve şeffaflaşacak ki; ancak ondan sonra onun gönül dünyasında Kur’ân’da bir derinlik başlayacak. Ancak takvâlı bir gönle Kur’ân tam mânâsıyla bir ihtişam sergileyecek. Zira âyet-i kerîmede;

هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ

(O Kur’ân,) takvâ sahipleri için, hidâyettir.” (el-Bakara, 2) buyurulmakta.

TERBİYE ve TEZKİYE

Eğitim, «doğru ve güzel davranışları kazandırmak» olarak tarif edilir. Geçici, anlık değişmeler, yani telvin değil; sâlih amel ve güzel ahlâkta sabit durabilmek, yani temkin makbuldür.

Kalbî merhaleler yani takvâ arttıkça Cenâb-ı Hak’la dostluk başlar. Bu dostluğun bir lutfu olarak Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“Allah’tan ittikā edin ki, Allah size (bilmediklerinizi) öğretsin.” (el-Bakara, 282)

Ashâb-ı kiram, bu mânâda dünyanın en muazzam terakkîsini göstermiştir.

Lisandan ziyade hâl ile eğitimin esas olduğu tezkiyede en mühim unsur, mürşid idi. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kendisi; âyet ile methedilmiş, «muhteşem ve muazzam bir ahlâk»a ve kıyâmete kadar bütün ümmetine; «üsve-i hasene: En güzel örnek» olma husûsiyetine sahiptir.

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de bir insandır. O da yeterli gıda alamayınca açlık çeker. O da yorulur, kötü muameleler karşısında O’nun da hâlet-i rûhiyesi bozulur.

Fakat «mârifetullah»ta kat ettiği derece sayesinde; Efendimiz’in gönlünde bu beşerî duygular, melekîleşmişti, melekleri de geçmişti.

Beşerî duygular içinde insan birtakım hâdiselere üzülür, bazı hâdiselere de sevinir. Ancak gözü ukbâya bakan, her an âhireti düşünen ve her şeyi ölüm ötesi mîzânına vuran bir kişi; fânî şeylerle sevinip, fânî şeylerle üzülebilir mi?

DUYGULARA ÂHİRET AYARI

İşte Efendimiz’in duygularında; «Esas hayat âhirettir!» ayarı vardı. Dolayısıyla O’na göre;

«Esas üzülecek şey, âhiret hüsranıdır.»

«Esas sevinilecek şey, âhiretteki kurtuluştur.»

Ashâbında da O’nun sürûr ve hüzün kıstasları yegâne ölçü olmuştu. Onların en büyük korku ve hüzünleri, âhirette O’ndan ayrı düşmekti. Bu endişenin en hisli nümûnelerinden biri Sevbân -radıyallâhu anh- idi.

O, Allah Rasûlü’nü çok sever, O’ndan ayrı kalmaya sabredemezdi. Bir gün Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi, sanki iyice zayıflamıştı, yüzü sapsarıydı. Sîmâsında derin hüznü okunmaktaydı. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?” diye sordu.

Sevbân anlattı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü; ne bir hastalığım, ne bir acım var. Fakat Sen’i görmediğim zamanlar özlüyor ve Sen’in yanına gelinceye kadar şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sen; bana kendimden, ailemden ve çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evdeyken Sen’i hatırlayınca sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzüne bakıyorum. Bu dünyada hâl böyle de, acaba âhirette hâlim nice olacak?!. Âhireti hatırladıkça Sen’i orada hiç görememekten korkuyorum. Çünkü biliyorum ki Sen, diğer peygamberlerle birlikte yüce mertebelere yükseleceksin. Ben; cennete girsem bile herhâlde aşağılarda, Sen’in mertebenden daha aşağıda bir yerde olacağım. Şayet cennete giremezsem zaten bir daha Sen’i görmem ebediyyen mümkün olmayacak.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s. 168-170)

Peygamber Efendimiz de kıyâmette kendisinden ayrı düşme ihtimalinin ızdırâbını yaşayan Sevbân gibi nice sahâbîsine şu müjdeli cevabı verdi:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi Allâh’ın Nebîsi’nin; «Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)

Elbette;

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i de en çok sevindiren şeyler, uhrevî sevinçlerdi. Kendisine hizmet şerefine ermiş yahudi bir çocuk vardı. Bir gün hastalandı. İnsâniyetin zirvesi Efendimiz onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve;

“–Müslüman ol!” buyurdu.

Çocuk, yanında duran babasına baktı. Babası da o güne kadar dâimâ güzellik ve hayır gördüğü Allah Rasûlü’nü kastederek;

“−Oğlum, Ebu’l-Kāsım’a itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk, müslüman oldu.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- hastanın yanından çıkarken;

“−Onu ateşten kurtaran Allâh’a hamdolsun.” diyerek duyduğu nihayetsiz sevinci izhâr etti. (Buhârî, Cenâiz, 80)

Efendimiz’in hidâyetlere olan sevinci o kadar büyüktü ki, en ağır dünyevî acılara bile galebe çalmaktaydı.

HİDÂYET SEVİNCİ

Hüzün senesiydi. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sevgili zevcesi Hazret-i Hatice ve çocukluğundan beri hâmîsi olan amcası Ebû Tâlib vefat etmişti. Mekke’de müslümanların çektiği ızdıraplara bir çare aramak üzere Efendimiz, Tâif’te yaşayan Sakîf Kabîlesi’ne tebliğde bulunmak istedi. On günlük yol gidip onları İslâm’a davet etti. Ancak o bedbahtlar; kendilerinin saâdeti için ayaklarına gelen bu nimete öylesine nankörce bir mukabelede bulundular ki, O Varlık Nûru’nu taşa tutarak, ayaklarının kana bulanmasına sebep oldular.

Efendimiz müteessir oldu. Yanındaki Zeyd ile birlikte sığındığı bir çardakta kendilerine Addâs adında Ninovalı bir köle ikram getirdi. Addâs, mübârek sîmâdaki bambaşka hâli ve çektiği besmeleyi görünce sordu;

“–Siz farklı bir insansınız! Buranın insanlarına benzemiyorsunuz! Siz kimsiniz?” dedi.

Efendimiz’in cevapları neticesinde Addâs müslüman oldu ve bu hidâyetin sevinci, Peygamber Efendimiz’e o gün Tâif’te yaşanan bütün acıları unutturdu.

Ne büyük bir merhamet!.. Ne muazzam bir gönül!.. Başkasının uhrevî saâdetiyle, kendi ızdırâbını unutuvermek!..

Bu fazîletin en müstesnâ misalleri ise Mekke’nin fethini müteâkip yaşandı.

Peygamberimiz’in öz kızını, deveden düşürerek yaralayan ve ölümüne sebep olan Esved… Hakkında kesin ölüm cezası olan Esved…

İşte o Esved, huzûr-i Peygamber’e kelime-i tevhid ile gelince Allah Rasûlü; affetmenin rûhânî lezzetiyle, evlât acısını unuttu. Kısasın hararetli ve yakıcı hazzına zerre kadar meyletmedi. Merhametin rûha meltem gibi esen lezzetini tattı ve tattırdı. Esved’i affetti. Canları bağışladı, can düşmanlarının çorak kalplerini rahmet yağmurlarıyla sulayıp, hidâyet vahâlarında ilâhî aşk yetiştirdi, nebevî muhabbet istihsâl etti.

Fasl-ı bahâra dönen çöllerde; Vahşîler, Hindler, İkrimeler hidâyet buldu. Uhud’da müslüman doğrayan İkrime gitti, onun yerine Yermük’te Kur’ân sahifelerini yüzüne sürüp;

“Rabbimin âyetleri!..” diye gözyaşı döken içli bir İkrime geldi. Bu dönüştürücü terbiye, Allah Rasûlü’nün tezkiyesiydi.

AÇLIĞI UNUTTURAN RÛHÂNÎ LEZZET

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ömrü boyunca hiç yemek derdinde olmadı. Risâlet vazifesi, ümmetinin derdi ve nesil endişesi; ten ihtiyacının çok ötesine geçiyor ve O’na açlığı unutturuyordu. Karnına taş bağlayacak derecede aç iken, O -sallallâhu aleyhi ve sellem-; suffa ashâbına Kur’ân okutmanın lezzetiyle doyuyordu.

Hendek’te de yine günlerdir bir şey yememişti. O’nun bu hâline çok üzülen Câbir; evine koştu, varı yoğu olan bir oğlak ve bir miktar ekmekle Allah Rasûlü ve beraberindeki birkaç ashâbına ikramda bulunmak istedi.

Allah Rasûlü bu daveti işittiğinde, yine kendisini unuttu, ashâbını düşündü. Bütün ashâbını götürdü, mûcize bereketiyle yüzlerce insanı doyurdu; en son kendisi yedi, hâlâ komşuların derdindeydi.

O’nun, açlığı unutacak derecede, mânevî ve uhrevî lezzetlerle meşbû olması, sadece yokluk zamanlarına münhasır değildi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in anlattığı üzere; Hayber sonrası fetihlerin yaşandığı, ganîmet ve hediyelerin Medine’ye bol bol geldiği dönemde de Allah Rasûlü, yine üç gün üst üste arpa ekmeğiyle doymadı. Çünkü ne gelirse dağıtmaktaydı. Çünkü O’nda ikram etme lezzeti, açlığını giderme duygusundan öne geçmişti. O ikram ettikçe mânen doymaktaydı. Zira bir aç varken O, yediğinden tat alamıyordu.

İnsan; maddî varlığı azalınca üzülür, çoğalınca sevinir. Fakat mârifetullah ve tezkiye-i nefs neticesinde duygular değişince, kalbin mihveri, dünyanın fânî menfaatleri olmaktan çıkar. Böyle bir kalp; ancak Allah rızâsına kavuşmakla sevinir.

Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ailesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verince, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Desene bir kürek kemiği hariç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

ÜMMETİN DERDİ

Cömertlikte rüzgârları geride bırakan ve ikram ettikçe saâdeti ziyadeleşen Fahr-i Kâinât Efendimiz; mahrum ve muhtaçların perişanlığını görünce ise, bütün neşesini kaybediyordu. Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnada Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının! Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1)

Sonra da şu âyeti okudu:

«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)

Daha sonra;

«–Her bir fert altınından, gümüşünden ve elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından ve hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam; ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi (ayın on dördü gibi) parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Efendimiz, ashâbına da her an ümmetin derdiyle dertlenme hissiyâtını aşılamak istiyordu. Şu hâdise bunun güzel bir misâlidir:

HİZMET GÜNEŞİ

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına döndü. Onlara bir ferdî, iki de içtimâî sual sordu. Evvelâ;

“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“–Dün gece ben oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu olarak çıktım.” dedi.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–İçinizde bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık, nasıl hasta ziyaret edebilelim ki?” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide doğru çıktığımda, bakayım durumu nasıl olmuş diye yolumu o tarafa uğrattım.” dedi.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Namaz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık?!.” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise;

“–Mescide girdiğimde, ihtiyacını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahman’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Seni cennetle müjdelerim.” buyurdu.

Hazret-i Ömer bir iç çekti ve:

“–Âh cennet!” dedi.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’i memnun edecek bir söz söyledi:

“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebûbekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Demek ki, bir müslüman gece-gündüz her an hizmet endişesi içinde olacak. Dâimâ; “Ben ne yapayım da kendi dışımdakilere faydalı olarak Allah yolunda hizmet edeyim?” suâli, niyeti ve gayreti içinde yaşayacak.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu sualleri tâ sabah namazında soruyor ki, vicdanlar berrak bir hâle gelsin ve temizlensin de güne öyle başlasın. Böylece gün baştan sona bu incelikler ve hizmetler içinde dolu dolu geçsin. Bu şuurla güne başlayan bir mü’min, karşılaştığı her fırsatı değerlendirsin. Hiçbir imkânı kaçırmasın. O güne kadar yaptıklarını yeterli görmesin. Her yeni günde hizmete yeniden heyecanla başlasın.

Bu kıssa da göstermektedir ki;

Ashâb-ı kiram içinde Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in husûsî bir mevkii vardı. O, her hâliyle hazırdı. Efendimiz daha söylemeden bu hizmetleri îfâ etmişti. Âdetâ Allah Rasûlü’nün kalbinde ne varsa, Hazret-i Ebûbekir’in kalbinde de o vardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ile bu derecede aynîleşmişti.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz, imâmete tâkatleri kalmadığında mihraba Hazret-i Ebûbekir’i geçirmişti. O büyük sahâbî, Kur’ân-ı Kerim’de de; «İkinin ikincisi» terkîbi içinde zikredilme iltifâtına mazhar olmuştu.

Kıyâmete kadar; Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yaklaşma, O’nun rûhânî dokusundan hisse alma iştiyâkındaki gönüllere, Hazret-i Ebûbekir ne güzel bir nümûnedir.

Bu içtimâî hizmet aşkı o kadar mühim ki, Fahr-i Kâinât Efendimiz; bu hususlarda daha sabah namazında, henüz gün doğmadan bu vazifeleri yapıp yapmadıkları husûsunda ümmetini îkāz ediyor.

Hazret-i Ömer’in dediği gibi;

Daha gün doğmamıştır.

Ancak Efendimiz, gönüllerde bu hususlarda hizmet güneşinin çoktan doğmuş olması gerektiğini ifade buyurmuşlardır.

Çünkü;

O’nun sevinci, ümmetinin sevinciydi. O’nun derdi ümmetinin derdiydi. En güzel tebessümünü, belki sıhhat bakımından en ızdıraplı günlerinde sergiledi. Peygamberimiz’in dâr-ı dünyada son günleriydi. Bedenî tâkatleri cemaate çıkmaya yetmiyordu. Üst üste kovalarla sular dökündüğü hâlde, namaz kıldırmaya gidemedi. Hazret-i Ebûbekir’in kıldırmasını söyledi.

Bir defasında biraz kuvvet bulunca bir kolunda Hazret-i Abbâs ve bir kolunda Hazret-i Ali olmak üzere kendisini çok özleyen ashâbının yanına çıktı. İmâmette bulunan Hazret-i Ebûbekir’in yanına oturarak namazını kıldı, ashâbıyla hasret giderdi. (Buhârî, İstihlâf-i İmam, 687)

Son günün sabah namazında ise oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnâda Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 83)

Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Peygamberimiz risâleti boyunca «bezl / kendini adama ve var olanı, her şeyi infak» hâlinde yaşadı. Gücü-kuvveti, zamanı, malı ve canını, her şeyini Allah yolunda infâk etti, sarf etti.

O’nun fedâkârlığını, îsârını ve diğergâmlığını ehl-i beyti de yaşıyor ve yaşatıyordu. Kızı Fâtıma ve damadı Ali -radiyallâhu anhümâ-’nın yaşadıkları şu hâl bunun ne güzel bir şahididir:

SADECE HAKK’IN RIZÂSI İÇİN

İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi o yoksula verdiler.

Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar.

Yemek piştiğinde muhtaç bir köle geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.”

Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek kendileri su ile iftar ettiler.

İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Kendileri de muhtaç oldukları hâlde; yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikram ederler ve (şöyle derler):

«–Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikram ediyoruz.

Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. (Bize karşı bir minnet altında kalmayın! Bizim böyle yapmaktaki bütün gerekçemiz şudur):

Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.»

Allah da onları;

➢ O günün felâketinden muhafaza eder,

➢ Yüzlerine nur,

➢ Gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)

Tezkiye ve tasfiye neticesinde berraklaşan kalplerinde, âhiret endişesi öyle kuvvetli idi ki; onlar açlıklarını hissetmiyor, Allah için isteyen bir yüreğin ihtiyacını karşılamak, kendileri muhtaç olduğu hâlde, gönüllerinden kopararak ikram etmek, onlar için en büyük zevk hâline geliyordu.

Allah yolunda cihâd edip, son nefeslerini yaralı ve çöl sıcağında susuz bir şekilde veren şu üç şehîdin sergiledikleri muhteşem fazîlet tablosu da îsâr ve fedâkârlığın gönülde rûhânî bir lezzet hâline gelmesinin eşsiz bir misâlidir:

Huzeyfe el-Adevî -radıyallâhu anh- anlatmakta:

CAN HAVLİYLE ÎSÂR!

Yermük Muharebesi’ndeydik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar; düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek;

“–Su istiyor musun?” dedim.

Belli ki istiyordu, çünkü dudakları hararetten âdetâ kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Göz işareti ile de muzdarip hâlini îmâ eder gibiydi.

Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından bir; «Âh!» sesi duyuldu:

Amcamın oğlu, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek kaş ve göz işaretiyle suyu hemen ona götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa ona yetiştim. Baktım ki o, Hişâm bin Âs imiş. Ona;

“–Su ister misin?” diye sordum. O da göz işaretiyle; «Evet!» dedi. Tam suyu içeceği esnada bir başka yaralının; «Âh, âh!» diye inlediği duyuldu. Hişâm da, suyu ona götürmemi işaret etti.

Onun yanına vardığımda şehîd olmuştu. Derhâl Hişâm’ın yanına geri döndüm, kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; o da şehîd olmuş!

«Bari amcamın oğluna yetişeyim.» dedim. Koşa koşa ona gittim. Ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti… Elimdeki kırba, dolu olarak üç şehîdin ortasında kaldı. (Hâkim, III, 270)

Îsâr, cömertliğin dördüncü ve en mükemmel derecesidir.

Cömertlikte;

İlk basamak; «Sâil»e, yani hâlini arz eden muhtaca ikram etmektir. Hiçbir ikram edecek imkânımız yoksa Cenâb-ı Hak;

« قَوْلًا مَيْسُورًا/ kavl-i meysûr / mütebessim bir çehre ile gönül alacak bir söz» ikram edilmesini emir buyuruyor.

Yani isteyeni reddetmek yok. İllâ gönül alınacak. Hâlini arz edenin durumuna göre az da olsa ikram edilecek. Fakat asla azarlama ve engelleme olmayacak. Âyette buyurulur:

وَاَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ

“Sâili (el açıp isteyeni) sakın azarlama!” (ed-Duhâ, 10)

Muhterem babam Musa Efendi Hazretleri, kendilerinden yardım isteyenleri;

“‒Allah versin, Allah versin!” diyerek başından savanlara çok üzülür ve şöyle derdi:

“‒Acaba; bize kim veriyor? Allah bize niçin veriyor? Sırf kendimiz için mi?

Düşünmeliyiz:

Bizler de Rabbimiz’den devamlı istiyoruz, sonra yine istiyoruz!

Servet Allâh’ındır. Kul, bir emânetçi olduğunu unutmayacaktır. Zira mülk, yalnız Allâh’ındır. Fânî hayatın bir imtihan malzemesidir.”

İkinci basamak; «Mahrum»u, yani hâlini arz edemeyen fakirleri aramak, bulmak, kendilerini gizleseler dahî onları sîmâlarından tanıyacak kalbî hassâsiyete sahip olabilmektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273)

Bu ilk iki basamakta, cömert kişi varlığının fazlasından ikram eder.

Üçüncü basamak ise, bölüşmek ve paylaşmaktır. Ensar hazerâtı, muhâcirlere evlerini açtılar, bağlarını, bahçelerini gösterdiler; «Yarısı sizin olsun!» dediler. Daha sonra fetihlerden elde edilen bazı ganîmetleri, Peygamber Efendimiz; ensâra vermeyip, hiçbir şeyi bulunmayan muhâcirlere verdi. Buna gönül hoşnutluğuyla hüsn-i kabul gösterdiler.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Medineli müslümanlar, şehirlerine) hicret edenleri severler ve (kendi paylarından onlara) verilenlerden bir sıkıntı / üzüntü duymazlar…” (el-Haşr, 9)

Dördüncü ve en mükemmel merhale ise, îsârdır. Kendi muhtaç olduğu hâlde, kardeşini tercih etmektir. Canından koparıp vermektir. Yermük Harbi’ndeki üç şehîdin hâli gibi…

Peygamberimiz’in tezkiye ettiği gönüllerden teşekkül eden medeniyetimizde, fevkalâde îsâr sahneleri yaşanmıştır:

YETİMLERDEN NE HABER?

Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin hizmetine bakan talebesi bir gün ona;

“–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî, önüne konan ete baktı, gönlüne düşen duygu ile açlığını unuttu ve;

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebe, içini çekip;

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi.

Bunun üzerine o büyük Hak dostu;

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi.

Hazırladığı ikramı üstâdının yemesini arzu eden samimî talebe ise;

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar ettiyse de Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin son sözü şöyle oldu:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..”

Bu tezkiye olmuş gönüllerde, rızâ-yı Bârî’ye nâil olmaktan gayri hiçbir arzu kalmamıştı. Dâimâ kalplerinde, bu hissiyatı murakabe hâlinde tutuyorlardı. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Şems -kuddise sirruh- benim kalbime bir tek şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Bir başka Hak dostu, kardeşinin derdiyle dertlenmede kısa bir müddetlik gafletine 30 küsur yıl tevbe etti.

Seriyy-i Sakatî Hazretleri bir gün derste talebelerine;

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” hadîsini îzâh ediyordu. Bir talebesi heyecanla içeri girdi ve büyük bir heyecanla;

“–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” dedi.

Hazret;

“Elhamdülillâh!” diyerek mukabelede bulundu.

Otuz sene sonra bir dostuna şöyle dedi:

“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, kısa bir müddet de olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..”

Kendi felâhlarına hamd etmeyi, kardeşinin derdiyle dertlenmenin önüne geçirmeyi dahî kusur bildiler. «Mârifetullah»ta mesafe kat ettikçe, hassâsiyetler inceldi, avâm-ı nâs için güzel bulunacak bir davranış dahî onlar için, bir kusur hâline geldi.

Dâimâ hayır yarışında oldular. Ondan bir an dahî geri kalmak istemediler. Şu kıssa, bu yarış ve titizlikteki gönül hassâsiyetini ne güzel ifade eder:

ASLA GECİKME!

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler;

“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:

“–Bir defasında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescidde bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde;

«Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazısını gördüm.

O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.”

Bütün bu misaller, Peygamber Efendimiz’in tesis ettiği fazîletler medeniyetini tasvir eden birkaç örnekten ibarettir. Bu medeniyet; sadece yazılmamış, asırlarca huzur ve saâdetle yaşanmıştır. Bugün de câhiliyye sıtmasına tutulmuş insanlığa yegâne devâ İslâm medeniyetindedir.

Günümüzde beşerî ideolojiler ve sistemler, maskeli bir şekilde insanlara sahte bir saâdet va‘dediyor. İslâm dünyasının dert ve ızdıraplarının, bu sistemlere tâbî olmakla giderilebileceğini iddia edenler, gaflet ehli müslümanlar arasından dahî çıkıyor.

Hâlbuki;

Beşerî sistemler hiçbir zaman saâdet bahşedemez. İnsanları huzura kavuşturacak bir ahlâk sistemi kuramaz. Tarihin akışında bütün beşerî sistemler gelip geçici olmuş, sadece peygamberler devam etmiştir.

İnsan ile diğer mahlûkat arasındaki fârik husûsiyet; hak, hukuk ve ahlâktır. İslâm bize en güzel ahlâkı tebliğ eder. -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de o ahlâkı temsil eder.

Hiçbir beşerî sistemde, insanlığa fazîlet götüren bir ahlâk umdesi ve ahlâk sistemi yoktur.

Meselâ;

Eski Yunan ve Roma hukukunda bazı hırsızlıklar suç sayılmaz, câiz görülür. Yine bazı sistemlerde zinâ, homoseksüellik ve kürtaj, meşrû görülür. Yine bazı sistemlerde ticaret istismarı suç değildir. Zira prensipleri; “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin.” cümlesidir. Ne şekilde istismar ederse etsin sermayeye engel olmamak lâzım diye iddia ederler. Yine bazı sistemlerde; alkol, uyuşturucu ve kumar gibi şenaatler suç sayılmaz.

Bu sistemlerin yaldızlı maskelerinin arkasında, bütünüyle sefâlet vardır.

İslâm ise insanın haysiyetine zarar verecek her şeyi yasaklamıştır.

Hodgâm insanı reddeder, diğergâm insan ister.

Çorak insan değil inşâ eden insan ister. Fazîlet tevzî edecek insan inşâ eder. Kul Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. O ahlâkı da Fahr-i Kâinât Efendimiz tarafından temsil edilir.

İnsan, terbiye ve tezkiye neticesinde Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkına yaklaşır. Ashâb-ı kiram ve evliyâullah bu ahlâkın en güzel temsilcileridir.

Bize dînimizin bu güzel ahlâkını, İslâm’ın güzelliklerini, inceliklerini ve zarâfetlerini sergileyen başta Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kiram ve Hak dostlarıyla ukbâ âleminde beraber olmayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin!

Âmîn!..

Not: Devamı gelecek sayıda neşredilecektir.