DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne öğretti, nasıl öğretti, ne hâsıl etti? Câhiliye toplumundan fazîletler medeniyeti inşâ eden asr-ı saâdet toplumunu nasıl yetiştirdi?
Çok muhterem kardeşlerimiz!
İlk defa, okunan aşr-ı şerîften bahsetmek istiyorum.
Fetih Sûresi’nin 10 âyeti okundu. Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu âyetlerin berekâtıyla kahraman ordumuza rahmet tecellîleri eyler -inşâallah-.
Diğer taraftan, Fetih Sûresi’nin son âyeti okundu. Orada da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunanların; akāid, ibadet, muâmelât, hizmet kimliklerini Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Tabi vakit eğer müsait olursa, onu da açıklamak arzu ederim. Fakat daha evvel epey bir soru var, 12-13 soru var. Onları cevaplandırmaya gayret edeceğim -inşâallah-.
Tabi birincisi, en zor soruydu, uzun bir soruydu. Burada Siyer-i Nebî’yi hulâsa etmek lâzım. Tabi bu mümkün değil zamanın darlığından. Şuradan başlayalım o zaman:
Biz dünyaya niye geldik?
Allah bizi niye dünyaya gönderdi?
Gerçek ilim nedir, tahsil nedir?
Biz hangi tahsili îfâ etmeye geldik?
İlmin gayesi nedir?
İlmin gayesi; “لِيَعْبُدُونِ” Allâh’a kul olmak. (Bkz. ez-Zâriyât, 56)
Bu dershâne, Allâh’a kul olmak için kurulmuş bir dershâne. İnsanın bir endam aynası. İnsan dünyaya gelecek, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği ömür kadar, bu dünyada bir imtihandan geçecek. Ondan sonra ebedî, bitmeyen bir hayata devam ettirilecek.
Hedefi ne? “لِيَعْرِفُونِ” yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek, böylece Cenâb-ı Hak’la beraber olmak sırrından nasîb alabilmek, kâmil bir mü’min olabilmek.
Cenâb-ı Hak:
“Biz Benî Âdem’i mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. İnsan mükerrem olacak. Nefsî arzularını bertaraf edecek. Muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Cenâb-ı Hak kullarını Dâru’s-Selâm’a davet ediyor.
Cenâb-ı Hak “rahmân ve rahîm”. Efendimiz “raûf ve rahîm”. Bir mü’minin de Cennet’e lâyık olabilmesi için bir “rahmet insanı” olabilmesini Rabbimiz arzu ediyor.
Bu dünya dershânesinde tahsilin, tedrisin gayesi de bir “rahmet insanı” olabilmek ve bir “rahmet insanı” yetiştirebilmek.
Bu şekilde huzurlu bir dünya inşâ edebilmek.
İnsanın menfî hususiyetinde, Cenâb-ı Hak “ظَلُومًا جَهُولًا” buyuruyor. Âyet-i kerîmede; “…Muhakkak o insan, çok zâlim, çok câhildir.” Ahzâb Sûresi. (el-Ahzâb, 72)
Yani insan “zalûm”dur, en büyük zulmü kendisine yapar, istikbâlini helâk eden bir kişi olur.
Yani önümüzde bitmeyen bir ömür olacak.
İkincisi; “cehûlâ” buyruluyor. Diğer taraftan âhiret saadetinden gafil kalıp niçin yaratıldığının unutulması. Yani niçin dünyaya geldi? Kimin mülkünde yaşıyor, gidiş nereye, bu akış nereye, bunun farkında olamamak… Cenâb-ı Hak “zalûmen” ve “cehûlâ” buyuruyor.
Bunun için Rabbimiz, kuluna peygamberler gönderiyor. 124 bin küsur peygamber geldi. Her kavme bir peygamber geldi. Yalnız Efendimiz müstesnâ. O bütün kıyâmete kadar gelen bütün beşeriyete geldi. Örnek, üsve-i hasene.
Kitap ve suhuflar gönderiyor.
Bir de bu cihan, zerreden küreye, atomdan galaksilere kadar ilâhî azamet, ilâhî kudret tecellîlerinin bir akışı hâlinde.
İlk (nâzil olan) âyet; “اِقْرَاْ” olarak başlıyor. “oku” ile başlıyor. Yani neyle okuyacaksın? Rabbinin adıyla okuyacaksın. (Bkz. el-Alak, 1)
Demek ki burada okumaya bir hususiyet veriliyor; “Rabbinin adıyla”. Yani zihin ile okuduğunu, kalbinle beraber okuyacaksın. Yani gözün, hem zihnine hem de kalbine bir gözlük teşkil edecek.
Zira her şey ilâhî azametin delili. Bu sebeple hiçbir şeye boş gözle bakmamak îcâb ediyor. Ve tefekkür hâlinde seyredebilmek, ilâhî vitrinleri seyredebilmek. Tabi bu da kalbin terakkîsi nisbetinde olmuş oluyor.
Zâhirî ilimler var, müsbet ilimler var. Hakk’a yakınlık zeminini teşkil eden, kula sermaye olacak dünyadaki ilimler.
Böylece kul, eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmanın gayretinde olacak.
O zaman faydalı ilim nedir? Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde geçen “takvâ”.
Takvâ nedir o zaman?
Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kulun kendisini ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğunu idrak ve şuur hâlinde olabilmesi.
Yani Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Kalbin bu duygularla mücehhez olabilmesi.
Onun için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o ilmin şâhikasındaydı. Cenâb-ı Hak “az bir ilim verdik” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85) Fakat ilmin şâhikası da Efendimiz’deydi.
“Benim bildiklerimi bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahralara düşerdiniz.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Mevlânâ Hazretleri de o kalbî ilimde merhaleler kat ederken, “yandım” diyor.
Peygamber Efendimiz nasıl öğrendi? Bir soru bu. Mekke’de bir ilim meclisi, bir kütüphâne veya mektep yoktu. Bir aşiretti. Herhangi bir din adamı da yoktu, bir rahip de yoktu, bir hoca da yoktu.
Efendimiz yetim doğan ve öksüz büyüyen Efendimiz, anne-baba gibi bir istinâdı da olmadı hayatta. O’nun tek mürebbisi Cenâb-ı Hak’tı.
“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi, terbiyemi güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’i terbiye etti. Rasûlullah Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesiyle ümmetini terbiye etti. Bu şekilde yarı vahşî insanlardan bir asr-ı saâdet medeniyeti inşâ edildi.
O’NUN MÜSTESNÂ EĞİTİMCİLİĞİ
Birincisi, birinci safha. Daha evvel eğitimci değildi, kırk sene. Nübüvvetten evvel hiçbir kişiden bir şey de öğrenmedi. Bulunduğu toplum, câhiliye toplumu idi. Kendisi ümmî bir kişiydi, yani okuma-yazma da bilmiyordu. Toplum da ümmî bir toplumdu. Toplumda okuma-yazma bilen yok kadar az durumdaydı. Fakat Cenâb-ı Hak O’na öyle bir öğretti ki, öyle bir eğitim verdi ki o bütün kâinâta muallim olarak geldi.
Diğer safhası:
O’NUN MUHTEŞEM KUMANDANLIĞI
Efendimiz’in nübüvvetten evvel hiç kumandanlığı yoktu. Askerlik de yapmamıştı. Lâkin doğru dürüst bir ordu da yoktu. Hep aşiret kavgaları vardı. Lâkin Efendimiz, peygamber olduktan sonra savaşta bile bir merhamet tevzî ediyordu. Bedir’de düşmanına bile harpten bir gün evvel düşman gelip su istedi, Efendimiz su verdi.
Bedir dönüşünde de esirleri develere bindirdi sahâbî zaman zaman develerden inip. “Bu da bizim insanlıktaki eşimizdir.” dedi.
Efendimiz’in dâimâ tâlimâtı, yani Efendimiz’in tâlimâtı, bir de bugünkü duruma bakalım, kıyas olarak. Efendimiz şöyle buyurdu:
“Zulmetmeyiniz,
Çocuklara kat’iyyen dokunmayınız!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)
“Mâbedlere çekilip ibâdetle meşgul olan kişilere dokunmayınız, (hristiyan, yahudî vs.)
Kadınlara,
Yaşlılara ve
Savaş hâricinde bulunan kişilere sakın dokunmayın!
Kiliseleri yakıp yıkmayın,
Ağaçları kesmeyin!” (Bkz. Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220)
Osmanlılarda bunun aynısını görüyoruz. Hiçbir zaman halkına zulmetmedi. Halk, hattâ teşekkür etti.
Kısaca misaller de vermek arzu ediyorum.
O’nun diğer bir husûsiyeti Efendimiz’in;
MUHTEŞEM İÇTİMÂÎ LİDERLİĞİ
Daha evvel halk idaresinde bulunmadı. Çocukluğundaki çobanlıktan başka bir idarecilik de yapmadı. Fakat O’nun kurduğu Medîne İslâm Site Devleti, medeniyetin zirvesini tesis etti.
Bütün mahlûkatı zalimlerin şerrinden kurtardı.
Köleler huzur buldu. İnsanlar huzur buldu. Hayvanlar huzur buldu. Nebâtât huzur buldu. Kan gölüne dönen çöller huzur buldu.
Mehmed Âkif, ne güzel izah eder:
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi,
Zulmün ki zevâl aklına gelmezdi, geberdi…
Yine diğer taraftan;
O’NUN MUHTEŞEM HUKUKÇULUĞU
O bir hukukçu değildi. Adâlet hususunda hiçbir tecrübesi de yoktu. Lâkin O’nun Vedâ Hutbesi, en mükemmel ve müstesnâ “İnsan Hakları Beyannâmesi” oldu, değişmez bir anayasa oldu.
İlk İslâm Site Devleti’ni Medîne’de kurduğu zaman, hemen ilk anayasayı Efendimiz tevzî ettirdi.
O’nun talebelerinin kısa zamanda meydana getirdiği hukuk ekolleri, beşer aklının yüzlerce yılda yetiştiremediği zirveleri geride bıraktı. Meşhur hukukçulardan Solon, Hammurabi; Ebû Hanîfe’nin hukuk dehâsı karşısında çırak bile olamaz durumda kaldılar!..
O her sahada en zirve oldu, en müstesnâ… Çünkü O’na, Cenâb-ı Hak öğretti.
O’NUN TALEBELERİ’nden…
İslâm metodolojisinin meşhur sîmâlarından Karâfî:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, O’nun ashâb-ı kirâmı yetiştirmesi (o nasıl bir yarı vahşî insanları medenî insanlar hâline getirmesi), O’nun peygamberliğinin en büyük delilidir.”
Meselâ bir misal, Abdullah İbn-i Mes’ûd Hazretleri… Mâzisi itibâriyle çobandı. Dünyanın hayran olduğu bir Hukuk Mektebi kurucusu oldu. Ebû Hanîfe, o Kûfe Mektebi’nin talebesi oldu. Mâzisi bir koyun çobanıydı.
Başka ne öğretti Efendimiz?
KUR’ÂN’I ÖĞRETTİ
Yani Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarını öğretti.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa son çağrısı olan Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti.
Nasıl öğretti?
Ebû Talha diyor ki:
“Bir gün ashâb-ı suffeye gittim diyor, Rasûlullah yarı aç hâldeydi diyor, bir taraftan da Kur’ân tâlim ediyordu, hem de tatbik ettiriyordu.” (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
İbn-i Mes’ûd diyor:
“Biz öyle bir hâle geldik ki Allah Rasûlü’nün tedrisinde, yediğimiz lokmaların zikirlerini duyar hâle geldik.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
Ebû Hüreyre diyor ki:
“Biz diyor, Allah Rasûlü’nün huzûrunda yarı aç olarak tahsil ediyorduk, herkes hurma bahçelerinde hurma devşiriyordu.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)
Velhâsıl Efendimiz’in o gayretiyle, bütün Medîne Kur’ân-ı Kerîm muallimleriyle doldu. Efendimiz onları dünyanın her tarafına tevzî etmeye çalıştı.
KUR’ÂN’IN FAZÎLETİ
Kur’ân’ın fazîleti, Medîne Site Devleti’nde bir rûhâniyet tevzî etti. Zira;
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak şifâ ve rahmet olarak indirdik buyuruyor. Yani biz de ne kadar -inşâallah- bu şifâ ve rahmetten hissiyâb oluruz…
Birkaç misal vermek arzu edersek:
“Cebrâîl -aleyhisselâm- Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.
Kur’ân, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indi. O, öncekilerin, sonrakilerin ve bütün rasûllerin seyyidi oldu, Seyyidü’l-Enbiyâ.
Kur’ân, Ümmet-i Muhammed’e indi. Ümmet-i Muhammed, en hayırlı bir ümmet oldu, ümmet-i merhûme oldu.
Kur’ân, Ramazân-ı Şerîf’te indi, Ramazan ayrı bir hususiyet kazandı. 12 ayın ayrı bir güzelliğini taşıdı, en hayırlısı oldu.
Kur’ân, Kadir Gecesi indi. Cenâb-ı Hak o geceye “مِنْ اَلْفِ شَهْر” (Bkz. el-Kadr, 3) bin aydan daha öteye bir fazîlet ihsân etti.
Eğer Kur’ân bizim kalbimize ve hayata inerse, insanların en hayırlısı oluruz -inşâallah-.”
İşte ashâb-ı kirâm bu şekilde oldu. Yani elinden, dilinden, yüreğinden rahmet tevzî eden bir “rahmet insanı” oluruz -inşâallah-…
Onun için Efendimiz:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen (nasıl öğrenecek? Yaşayarak öğrenecek) ve öğreten (yaşayarak öğretecek).” (Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
ÎMÂNI ÖĞRETTİ
Îmânı muhafaza etmek, dînin akâid en zor kısmıdır. Efendimiz’in Mekke devri, 13 yıl akâid tâlimi yaptırdı. Îman asabiyeti bütün zulümleri bertaraf etti. Hiçbir zulme boyun eğmediler. Şehîd oldular, malları-mülkleri gitti, yine de en ufak bir tâviz vermediler.
Sahâbîler, îmânı, çok çetin imtihanlar karşısında dahî muhafaza edebilmeyi bildiler. Bütün nefsânî engelleri, gönüllerindeki îmanla aştılar. Hicret ederken de mallarını-mülklerini bırakarak, bir kısmı mâşiyen (yürüyerek), bir kısmı deveyle, o şekilde hicret ettiler.
Sümeyye Hatun, Hazret-i Yâsir’in şehâdetleri esnâsında sergiledikleri fazilet ve îman dirâyeti, bizim için en büyük bir fazîlet sahnesidir.
Cenâb-ı Hak; “O mü’minler ki canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar…” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)
Yani îman, bütün asabiyetlerin üzerine çıktı.
Efendimiz;
ESAS HAYATIN ÂHİRET OLDUĞUNU ÖĞRETTİ
Hendek Harbi’nin zor zamanlarında, açlık, soğuk vs. orada;
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ buyuruyordu.
“Yâ Rabbi! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) Öyle telkin ediyordu.
Mekke Fethi’nde yine, çok başarılı bir muvaffakıyet, orada da bir taşkınlık gelmesin diye:
لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
(“…Esas hayat, âhiret hayatıdır.” [Buhârî, Rikāk, 1]) buyuruyordu.
Velhâsıl dâimâ kul, esas hayatın âhiret olduğunu, hayatın hiçbir safhasında unutmayacak. Dâimâ;
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ
(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Bir “âhiret endişesi” içinde olacak.
İBÂDETLERİ ÖĞRETTİ
NAMAZI ÖĞRETTİ
Namazın hem fıkhî tarafını öğretti, daha ziyâde kalbî tarafını öğretti. Kalp ve beden âhengiyle bir namazı öğretti ki bu namaz, fahşâ ve münkerden kulu koruyacak.
Yani benim kıldığım namaz nasıl? Bunun sahâbî röntgenini seyretti, namazın röntgenini seyretti.
Gözü yanlış şeyleri seyrediyor mu, kulağı yanlış sadâlara meylediyor mu, ağzından yanlış kelimeler çıkıyor mu? Bu, namazının göstergesi oldu. Hayır-hasenâtı, kazancı nasıl?..
“…Namaz, fahşâdan münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor. Fakat öyle bir namaz var ki, Efendimiz onu; “şu kadarı şu kadarı gider, onda biri kalır” buyuruyor. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321)
Efendimiz onun için;
“Benim kıldığım gibi kılın.” buyurdu ve namazı öğretti. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)
ORUCU ÖĞRETTİ
Oruç da; göze oruç, kulağa oruç, mideye oruç, en mühimi vicdana oruç, duygulara oruç, onu öğretti. Oruç ona bir merhamet terbiyesi verdi, şefkat terbiyesi verdi. Allâh’ın nimetlerini tefekkür etme terbiyesi verdi.
ZEKÂTI, İNFÂKI, SADAKAYI ÖĞRETTİ
Mülkün sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu öğretti.
Verirken sevinebilmeyi, verirken sevinebilme duygusunu öğretti. Sevinerek vereceksin. Çünkü;
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Sadakaları Cenâb-ı Hak alıyor. İvazsız garazsız, riyâsız, “hasbeten lillâh” verebilmeyi öğretti.
HACCI ÖĞRETTİ
Hac bir Mahşer provası. Zarâfette zirve bir hac. Tefekkürî bir ibadet. Şeytan taşlama. Ot koparma yok, avcıya avı gösterme yok, av avlama yok, fısk yok. Velhâsıl diğer o menfî vasıflar da yok, cidâl yok. Böyle bir haccı öğretti.
FAZÎLET ARAMAYI ÖĞRETTİ
Öyle fazîleti arıyordu ki, Efendimiz’e farz mı, vacip mi, sünnet mi diye sormuyordu. Nasıl yapmışsa öyle tekrarlıyordu.
SEHERLERDE UYANMAYI ÖĞRETTİ
Seher vakti gündüze hazırlanmayı. Yani seher vakti rûhânî gıda almayı. Gündüzden de geceye hazırlanmayı öğretti. Gündüz de gözünü, kulağını, vicdanını koruyacaksın, geceye hazırlanacaksın. Güneş’in doğup battığı, Ay’ın çıktığı, tekrar Güneş’in Ay’ın battığı çıktığı gibi, geceden gündüze, gündüzden geceye bir takvâ hayatı yaşamayı öğretti.
TEMİZLİĞİ ÖĞRETTİ
Her bakımdan temizliği öğretti.
–İnsanlara şirkin, küfrün ve kötü ahlâkın kirlerinden temizlenmeyi öğretti.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
Maddî; abdest ve gusül gibi hükmî temizliği öğretirken, mânevî iffet temizliğini de öğretti, kalp temizliğini öğretti ve tezkiye etti. “وَيُزَكِّيهِمْ” tezkiye etti.
Necâsetten tahâreti öğretti. Pasaklı ve derbeder gezmemeyi öğretti.
Hâliyle ve kāliyle İslâm şahsiyet, İslâm karakterini yaşamayı ve yaşatmayı öğretti.
HAK ve HUKUKU ÖĞRETTİ
En mühimi.
Câhiliye insanına Hak mefhumunu öğretti. Güçlünün her zaman haklı olduğunu değil, haklı olanın her zaman güçlü olduğunu öğretti.
Diğer taraftan üzerimizdeki hakları öğretti:
–Allah hakkı, Rasûlullâh’ın hakkı, mü’minlerin hakkı, mahlûkâtın hakkı… Onları öğretti.
Kendisinden zaman zaman misâl vererek öğretti. Hukukun nasıl tevzî edileceğini öğretti:
“Nihayet ben de sizin gibi bir insanım (dedi). Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olur. (Arkasındaki ridâyı attı şöyle;) «Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım; gelsin vursun (dedi). Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!» (dedi).” (Ahmed, III, 400)
Hak ve hukuku tevzî etmeyi… O’ndan sonra gelenler de aynı hak ve hukuk devam etti.
Meselâ tarihimizde Fatih Sultan Mehmed Han, bir hristiyan mimarla mahkemeye çıktı. Maznun sandalyesinde oturdu. Hızır Bey celpnâme gönderdi. Fâtih’in esas hitap tarzı olan “es-Sultân ibnü’s-Sultân, el-Gâzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî” öyle yazmadı. “Murad oğlu Mehmed” dedi, “murâfaaya gel” dedi şu saatte…
Fatih mahkemeye gitti. Gitmeyebilirdi. Bir devri açtı, bir devri kapattı. Maznun sandalyesine oturdu.
“–Şer murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” dedi. Ayağa kalktı, ifade verdi. Ve Fâtih’i suçlu buldu. Hristiyan, müslüman oldu.
“–Böyle bir adâleti dünyada daha hiç kimse tevzî edemedi.” dedi.
GÜZEL AHLÂKI ÖĞRETTİ
Gönüllerden neyi… Enâniyet, haksızlık, intikam, hırs, tamah, fitne, kin, gurur, kibir, yalan, gıybet, tecessüs… Bu, kalplerden silinecek. “Lâ ilâhe”… Bunlar, îmanda bunun yeri yok, bunlar kalpten temizlenecek.
Bunun yerine kalpte ne olacak?
İlâhî muhabbet olacak, merhamet olacak, hizmet olacak, cömertlik, hamiyet, hakşinaslık, adâlet, kanaat, el-emîn es-sâdık olabilme, hüsn-i zan, ihsan, ikram, saygı, insaf, affedicilik, ihlâs, vakar, edep, sabır, hayâ gibi müzeyyen vasıfları öğretti ashâb-ı kirâma. Zirveleşti ashâb-ı kirâm.
NEYİ, NEYLE (BERTARAF ETMEYİ) ÖĞRETTİ?
İptilâ ve musibetleri, namaz ve sabırla bertaraf etmeyi öğretti. Devamlı iptilâlar var. Neyle mukâvemet edilecek? Namaz ve sabırla.
“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyruluyor.
Unutkanlığı zikirle bertaraf etmeyi öğretti.
Peygamber Efendimiz, dâimâ bir zikir hâlindeydi. Semâya bakardı, “Aman yâ Rabbi!” derdi, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi. Önüne bakardı, toprağa bakardı, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi. Neye baksa Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi. Ashâb-ı kirâma da bunu öğretti; “unutmayı zikirle telâfi etmeyi”. Çünkü insan unuttuğu zaman günah işler. Bir gıybet ederken, dedikodu ederken, bir çelme takarken besmele çekmez.
Nankörlüğü şükürle bertaraf etmeyi öğretti.
En büyük fâcia, nankörlük, çok büyük bir fâcia! İnsanlığa veda, vicdana vedâ nankörlük. Nâdanlaşma, kabalaşma…
İnsan, Allâh’ın verdiği nîmetleri tefekkür edecek, tefekkür dünyasını zenginleştirecek. “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Kendine bakacak, kâinâta bakacak, ilâhî ekolojik dengeye bakacak. Atoma bakacak, galaksilere bakacak. Hücreye bakacak, cesîm varlıklara bakacak. “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Hep bunlar insana ihsân edildi.
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir insan için.” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)
İsyânı tâatle bertaraf etmeyi öğretti.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.)
Gaybı bilmiyorsun. Belki şer bildiğin şey senin, hayır olarak tecellî edecek; hayır bildiğin, şer olarak tecellî edecek. Cenâb-ı Hakk’ın kaderine, “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28]) Cenâb-ı Hakk’a rızâ hâlinde olmayı öğretti.
En mühim; cimrilik, kalbin kanseri, rûhun kanseri.
Cimriliği cömertlikle bertaraf etmeyi öğretti.
Öyle bir Efendimiz cömertti ki, Âişe Vâlidemiz buyuruyor;
“Ganimetler gelirdi beşte bir, hediyeler gelirdi, üç gün Allah Rasûlü’nün evinde bir sıcak yemek pişmezdi.”
“Allah Rasûlü üç gün bir arpa ekmeğiyle doymadı (buyuruyor) Efendimiz.” (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)
Vermek, bir yoksulun, garibin, yalnızın, kimsesizin hâcetini görmek, en büyük lezzetti. Efendimiz açlığını unutuyordu. Onu öğretti ümmetine de.
Câbir diyor:
“İmkânı olup da vakıf kurmayan, vakfetmeyen hiçbir sahâbî ben bilmiyorum.” buyuruyor. (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)
Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmeyi öğretti.
Cenâb-ı Hak:
“Allâh’ın sizi affetmesini arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
Sahâbî de dâimâ bu şekilde, bir kardeşlik tesis edildi. Kardeşinin yaptığı ufak tefek yanlışları affetmeyi… Rasûlullah Efendimiz nasıl affetmişse onlar da affediyordu.
Mekke Fethi tam kısas yapılacak zamandı 20 senenin. Geldiler müşrikler korku içinde titreyerek:
“‒Ne var bizim için?” dediler.
Efendimiz:
“‒Af var.” buyurdu.
“‒Sen ne muhteşem bir insansın!” dediler Efendimiz’e.
Şüpheyi yakînle bertaraf etmeyi öğretti.
Şunu telkin etti:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraber…” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Dâimâ -ihsan da bu- kul dâimâ ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğunun kalpte şuur ve idrak hâlinde olacak.
Riyâyı ihlâs ile bertaraf etmeyi öğretti.
Kibri ve ucbu tevâzu ile bertaraf etmeyi öğretti. (İbadurrahmân olacak.)
İsyânı tevbe ile bertaraf etmeyi öğretti.
Gafleti tefekkür ile bertaraf etmeyi öğretti.
HARAMLARDAN KAÇINMAYI EMRETTİ, BU HUSUSTA GÖNÜLLERİ TEDAVİ ETTİ.
Nasıl haramdan kaçılacak?
–Zina yerine, nikâhın saâdetine ve huzurlu âile yuvasına yönlendirdi…
–Faiz yerine, gabn-ı fâhiş/kandırma yerine, karz-ı hasen ve helâlinden kazanca yönlendirdi…
–Haramın çirkinliği yerine, helâlin nezihliğine yönlendirdi. Şeytanı memnun eden her haramın karşısında, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil eden bir helâlin olduğunu öğretti.
NASIL ÖĞRETTİ?
Sevilen Bir Eğitimci Oldu.
Muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır. Kendisi o kadar sevdi ve o kadar sevildi; O’nun şahsiyetine bütün insanlar hayran oldu, O’na “el-Emîn, es-Sâdık” dedi. “Sen’in her dediğin doğrudur.” dedi. Hattâ Ebû Cehil bile bunu söyledi. “Sen dedi, içimizde en doğru insan Sen’sin dedi. En şahsiyetli insan Sen’sin. Fakat Sen’in getirdiğini istemiyoruz.” dedi.
Samimî ve Yakın Alâka Gösterdi .
Onları istîdâdına göre terbiye etti.
Yorulmadı, Fedakârlık Gösterdi.
Şu üç gün hurma ağacının altında dinleneyim, tatil yapayım demedi. Hayatında tatil diye bir mefhum yoktu. Onun tatili, yaptığı hizmetle dinleniyordu. Hizmetin rûhâniyetiyle dinleniyordu.
Tavizsiz, Fakat Tedrîcî.
Prensipler, Düsturlar Vererek Öğretti.
İstîdatlara göre öğretti. Kimi ordu kumandanı oldu. Kimi din adamı oldu. Kimi vali oldu. İstîdatlarını tespit etti. İstîdatlarına göre yetiştirdi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- müçtehide oldu. 7 müctehidden biri oldu.
Aşırı gitmek isteyen sahâbîleri durdurdu. Taşkınlığa müsaade etmedi.
Gençlere ihtimam gösterdi.
Gençlerle husûsî meşgul oldu. Mekke vâlisi 20 yaşlarındaydı. İslâm orduları kumandanı Üsâme bin Zeyd, o da 20 küsur yaşlarındaydı. Câfer-i Tayyar Hazretleri Habeşistan’a gittiği zaman o da o yaşlardaydı. Hazret-i Ali Hayber’de, hâkezâ. Efendimiz gençlere çok ihtimam gösterdi. Çünkü istikbal, gençlerindir.
Nasıl öğretti?
Yaşayarak öğretti.
Her hâliyle, 23 senelik nebevî hayatı her hâliyle numûne oldu.
Kimse diyemez ki benim başımdan şu hâl geçti de asr-ı saâdette böyle bir hâl yoktu, diyemez.
TÂLİM ve TERBİYESİNİN NETİCESİ NE OLDU?
Câhiliye devrinden bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana geldi.
Câhiliye devri neydi? Bir aşiretti, yarı vahşi bir toplumdu. İki tane mühim fârikası:
Biri âhireti inkârdı.
İkincisi; bir kast sistemi vardı. Soylu zenginler, köle fakirleri eziyordu. Bilhassa yetimleri iyice itip kakıyorlardı.
Bunun yanında nefsânî hayatı, ihtirasları frenleyecek hiçbir şey yoktu. Din, ahlâk, akıl, vicdan, dumura uğramıştı, sıfırlanmıştı.
İçki, kumar, faiz, zinâ, fahşâ had safhadaydı. İslâm’a karşı çıkmalarının sebebi de buydu.
“Sen Muhammed dediler, bunları değiştir, biz Sen’in yanına gelelim.” diyorlardı.
Peygamber Efendimiz câhiliyyeden asr-ı saâdete nasıl çıkardı?
Peygamberimiz, ashâbına, O’na tâbî olanlara para dağıtmadı, servet dağıtmadı, makam-mevkî de vermedi onlara. Onlara zirve bir şahsiyet sergiledi. İnsanlar karaktere hayrandır.
Bizlere Efendimiz’in en mühim mîrâsı, karakter ve şahsiyet mîrâsıdır. O mîrâsı yaşamamızı arzu etti. “İki emânet bırakıyorum; Kur’ân ve Sünnet’imdir.” buyurdu. (Muvatta’, Kader, 3)
Nitekim; tebliğe başladıktan sonra en yakın akrabalarına;
“–Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi. Hepsi;
“–Sen el-emînsin, es-sâdıksın, içimizde en doğru insan Sen’sin.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)
Demek ki bir müslüman dâimâ bir şahsiyet ve karakter tevzî edecek. Îtimâd edilecek.
Bugün Bosna’nın, Boşnakların, Arnavutların müslüman olmasının en büyük sebebi budur. 1. Murad Han’dan sonra gelenler, Anadolu’nun, Konya’nın, Kayseri’nin vs. temiz halkını getirip oraya yerleştirdiler. Onların hâliyle oranın halkı da müslüman oldu.
Câhiliyye devri, kaba saba insanlar İslâm’la şereflendikten sonra, Efendimiz’in taht-ı terbiyesinden sonra “gerçek bilenler”den oldu. Gerçek ilmi tahsil etmiş oldu.
Ne oldu? Tefekkür gelişti:
–İnsan vücûdunun bir damla sudan,
–Kuşun basit bir yumurtadan,
–Ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsâlleri üzerinde uzun uzun, derin derin tefekkürler başladı…
–Hayat, Allah rızâsına endekslendi.
–Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.
–Sahâbe-i kirâmda; Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, en büyük gâye oldu.
–Riyâzat hâli yaşandı.
–Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.
–“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti.
Velhâsıl;
Efendimiz’in 23 yıl boyunca sergilediği kumandanlık, eğitimcilik, hukukçuluk, riyâset… vazifeler, en müstesnâ üsve, en büyük örnek şahsiyet oldu.
Mehmed Âkif’in güzel birkaç mısraı var:
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyun O’na ferdi.
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi Mahşer’de bu ikrâr ile haşret.