DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN GÖNLÜNDEKİLER
Efendimiz en büyük bir nîmet. Cenâb-ı Hak bizi meccânen, 124 bin peygamberin en yücesine bizi ümmet kıldı. Yani biz ona ümmet olalım diye bir gayret sarf etmedik. Cenâb-ı Hak meccânen, lûtfen, bizi Rasûlullah Efendimiz’e ümmet kıldı. Demek ki düşünmemiz lâzım. Cenâb-ı Hak;
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (en-Nisâ, 80)
Demek ki Allah Rasûlü’nün gönlünde ne vardı, benim gönlümde ne var? Esas mes’ûliyetimiz…
Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde ne vardı?
Hidâyet bekleyen insanlar vardı. Toplum dolu…
Mü’min olmuş, fakat tam takvâya erişmemiş, nefs-i levvâme durumunda olanlar vardı Allah Rasûlü’nün kalbinde, yüreğinde.
Kalbi dergâh hâlindeydi. Her müslümanın derdine derman olmak vardı. Bilhassa Ashâb-ı Suffe; Kur’ân eğitimine revaç vermek vardı. Yetiştirdiklerini bütün dünyaya gönderiyordu. Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’i yapacak kıvamda bir talebe yetiştiriyordu. Efendimiz tek tek meşgul oluyordu ümmetiyle. “Senin için en hayırlı budur.” buyuruyordu. Öbürü için, onun zaafına göre; “Senin için hayırlı budur.” buyuruyordu. “Senin için faydalı davranış budur.” buyuruyordu.
Daima ne vardı? İnsanları Allâh’ın rahmetine kavuşturmak için, Allâh’ın rahmetini tecellî ettirmek için bir gayret vardı. En mükemmel bir karakter vardı.
Herkese misaldi Efendimiz. Hiç kimse diyemez ki; “Benim başımdan şu geçti, ben bir misal bulamıyorum asr-ı saâdette.” diyemez.
İncelik, şefkat, hissiyat, duygu derinliği, zarâfet ve letâfet vardı Allah Rasûlü’nün yüreğinde. Ashâb-ı kirâm da o hâle geldi. Rahmet vardı. Her şeye bir rahmetle bakıyordu, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) oldu.
Kimler vardı? Garipler vardı, kimsesizler vardı, yetimler vardı. Ümmetin muzdaripleri, kimsesizleri, yaralıları, yoksulları vardı. Gözü yaşlı mâsumlar vardı. Çaresiz yaşlılar vardı. Belâlar altında inleyen kanadı kırık mü’minler vardı.
Meselâ bir kabîle geldi Medîne-i Münevvere’ye, perişan bir kabîleydi. Yarı çıplak kabîleydi, Mudar Kabîlesi. Efendimiz onları gördü o kabîleyi, rengi bembeyaz oldu.
“–Bilâl, ezan oku!” dedi.
Cemaat toplandı. İki rekât namaz kıldırdı.
“–Herkes ne varsa getirsin.” dedi.
Kimi, evinde hurma vardı, bir avuç hurmayla geldi. Öbürü bir çuvalı doldurarak geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in o beyaz kireç gibi olan benzi pembeleşti, normale döndü. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Efendimiz buyurdu ki:
“Ben kıyamete kadar kabrimde «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
“Sizin güzel amelleriniz bana arz olunur, ben sevinirim buyuruyor. Nâhoş amelleriniz gelir, üzülürüm buyuruyor, istiğfâr ederim.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)
Velhâsıl öyle bir Peygamber Efendimiz var, o Peygamber Efendimiz’e ümmet olmanın, O’na kıyamet günü tebessüm ettirmenin, O “Havz kenarında bekleyeceğim.” buyuruyor. (Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31)
Havz kenarına gelecek ümmetten olabilmek, ümmetin fertlerinden olabilmek…
Velhâsıl en mühim; “infak” vardı. Efendimiz’de ikram etmenin heyecanı vardı. Öyle bir cömertliği vardı ki açlığını unuturdu.
Şimdi, burada “Gerçekten mü’minler kurtuluşa erdi.” (el-Müʼminûn, 1) قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyruluyor.
Şimdi burada mü’min, bu âyet-i kerîmenin şümûlüne girmek için ne lâzım? Bir; îmanda fedakârlık lâzım. Fedakârlık, îmânın zor zamanlarında olacak. Cenâb-ı Hak:
“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (Ankebût, 2) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de misallerini veriyor bunun. Sihirbazlar canları pahasına akāidi kurtarmaya çalıştılar:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
(“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al!” [el-A‘râf, 126]) dediler.
Ashâb-ı Uhdûd, hendeklerde yanmalarına mukâbil, îmandan bir tâviz vermedi. Habîb-i Neccâr hâkezâ.
Mekkeli Muhâcirler, Ensâr, Ashâb-ı Kehf…
Cenâb-ı Hak bizim nasıl olmamızı istiyor? Ashâb-ı kirâm gibi olmamızı istiyor. “…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyruluyor.
Amelde fedakârlık isteniyor. Sabır ve fedakârlık. Gece namazı olacak. Âhiret endişesi olacak. Bir âhiret endişesi varken insan nasıl harama meyledebilir, gözü, kulağı, ağzı… Gıybet, dedikodu vs… Hem âhiret endişesi var, hem de dedikodu ediyor, mümkün mü bu? Demek ki o zaman âhiret endişesi çok az demek ki, var-yok arası!..
Duâ hâlinde olacak. Efendimiz’in şeyinde hep görülürdü bunlar.
Nefsin zor zamanlarda tezkiyesi. Bu, zor zamanlarda İslâm’ı muhafaza edebilmek. Yusuf Sûresi’nde bunun, Yusuf -aleyhisselâm- ile Züleyha arasındaki durumla Cenâb-ı Hak bunu bildiriyor.
Velhâsıl mü’min, bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu unutmayacak.
Demek ki bir İslâm kültürünü yaşaması zarûrî. Örnek nedir, üsve-i hasene? Rasûlullah Efendimiz. Örnek nedir? Ashâb-ı kirâm.
Ondan sonra;
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 2)
Kendi namazımıza bir dikkat etmemiz lâzım. Namazdayken zihnimiz başka yere kayıp gidiyor mu? Ne kadar kayıyor? Evet, kaymaması imkânsız da ne kadar kayıyor? İlâhî huzurda olduğumuzun ne kadar bir tefekkürü hâlindeyiz?
Cenâb-ı Hak davet ediyor.
“Hayya ale’s-salâh, hayya ale’l-felâh” Cenâb-ı Hakk’ın daveti.
Bu davete ne kadar bir huzurla koşarak gidiyor. Cenâb-ı Hak “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Benim namazım nasıl? O, gözüne, kulağına, ağzına, hareketlerine sor, namazının nasıl olduğunu. Çünkü Cenâb-ı Hak;
“…Namaz, fahşâdan-münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. Eğer korumuyorsa, demek ki namazımız, ona göre bir namaz oluyor. Gâfilâne bir namaz oluyor. O gâfilâne namazdan kurtulmak için, kalbin terakkî etmesi lâzım. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâmın hâliyle hâllenmemiz lâzım.
Yani bedenin kıblesi Kâbe iken, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak.
“Üç şey sevdirildi (buyruluyor) dünyanızdan. Onlardan biri de, gözümün nuru namaz (buyruluyor). Biri, sâliha hanım.” buyruluyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)
Bu da, evlâtlarımıza dikkat edeceğiz. Nerede okutuyoruz evlâtlarımızı? Ne kadar ona bir Kur’ân kültürü veriyoruz? Oradan bir nesil gelecek. O nesil “قُرَّةَ اَعْيُنٍ” o da “göz nûru” olacak. (Bkz. el-Furkân, 74)
Namaz çok mühim. Namaz, bir müslümanın fârikası olacak. Ezanla beraber bütün iş varsa kesecek, kendisini namaza yönlendirecek. Erkekse cemaate koşacak. İşini bırakacak orada. Çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın daveti. İş arası, yahut, sonra kılayım, sonra kılayım derken, on rekât namaz, kırk rekât hâle gelir, ağırlık gelir, huzur kaçar. Namazdan istifade etmek lâzım.
Efendimiz… (Abdullah İbn-i) Ümm-i Mektum vardı, âmâ idi o.
“–Yâ Rasûlâllah! Evim uzak dedi, beni götürecek kimse yok.” dedi.
“–Hayya ale’s-salâh, hayya ale’l-felâh’ı duyuyor musun?” dedi.
“–Duyuyorum.”
“–O zaman dedi, cemaate gel dedi, devam et.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/552)
Âmâya bu…
Yine namaza Cenâb-ı Hak ayrı bir husûsiyet veriyor. ‘râf Sûresi’nin 31. âyetinde:
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde (her secde edişinizde) güzel elbiseler giyin…” buyuruyor. Yani huzûra çıktığının farkında olmasını istiyor. Pasaklı bir kıyafetle namaz kılmasını istemiyor, kadın olsun erkek olsun. Toparlayacak kendisini.
Nasıl bir fânî gelse, ona bir pasaklı şekilde çıkmıyor karşısına, namaza da öyle duracak. Hattâ büyüklere baktığımız zaman, seccâdenin bir püskülü böyle, o püskülü düzeltmeden durmazlardı namaza…
Cenâb-ı Hak;
“…Muhakkak ki namaz (gerçek namaz, huşû ile kılınan namaz, işte) hayâsızlıktan ve kötülüklerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor.
Âişe Vâlidemiz diyor:
“Rasûlullah namaza durduğunda, zaman zaman yüreğinden kazanın kaynadığı gibi fokurtu duyardık.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)
İbrahim -aleyhisselâm- ikinci büyük peygamber. Yüksek bir takvâ ile namaz kılmasını arzu ediyor. Zürriyetinin de o şekilde namaz kılmasını istiyor:
“Ey Rabbim (diyor), beni ve soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! Duâmı kabul eyle!” (İbrahim, 40) diyor.
Velhâsıl kendimiz için namaz çok mühim. Evlâtlarımız için, onları ufak yaşta alıştırmamız lâzım. Ufak yaşta alıştırmazsak sonra zor olur.
Namazla beraber, oruç, zekât, sadaka, infak, hepsi ayrı bir hassâsiyet… Yani bu ibadetler bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıracak.
Kendi kendimize soralım: Namazı ne kadar sevebiliyoruz? Ona duâ edelim; Allah bize namazı sevdirsin.
Buraya gelen, Afrika’dan, Asya’dan talebeler var. Onlardan bir gün bir talebe geldi:
“–Hocam bana bir dua eder misin?” dedi.
“–Oğlum, ne istiyorsun dedim, niçin, derdin ne dedim. Problemin ne dedim hayatta?”
Dedi ki:
“–Hocam dedi, dua edin; Allah bana namazı çok sevdirsin.” dedi.
O bana ders verdi. Demek ki hepimiz dua edeceğiz, Allah bize namazı, secde etmeyi, çok sevdirsin ki, huşû ile namaz kılalım. Cenâb-ı Hak “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Orucu da Cenâb-ı Hak sevdirsin ki; göze oruç, kulağa oruç, bilhassa ağza oruç. Dedikodu ettin mi, gitti o oruç, bütün o boşaldı içi!..
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ; “…Umulur ki (buyuruyor Cenâb-ı Hak) takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Zekât, sadaka, infak…
“…İmha etmeyin, boşa çıkartmayın!..” (el-Bakara, 264) buyuruyor. Nasıl vereceksin o zaman zekâtı, sadakayı vs?..
“يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” (“…Sadakaları Allah alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak, sadakaları Ben alırım diyor, Bana verir gibi vereceksin diyor. Bir teşekkür edâsında… Çünkü sana veren kim onu?
Velhâsıl Cenâb-ı Hak kulundan bir incelik istiyor, zarâfet istiyor, hassasiyet istiyor. Kaba, nâdan, abus, alık bir müslüman istemiyor.
Velhâsıl onlar ki…
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)
Bir müslümanın boş ve yararsız şeyi olmayacak.
Cenâb-ı Hak onun için ne buyuruyor:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
“…Gâfillerle oturma!” buyuruyor. (Bkz. el-En‘âm, 68; en-Nisâ, 140)
“…Hatırladıktan sonra, artık o zâlim topluluğuyla oturma!” (el-En‘âm, 68) buyuruyor.
Konuşmamıza da dikkat etmemizi istiyor Cenâb-ı Hak. Yani gıybet değil, boş lâflar.
Efendimiz buyuruyor:
“Yâ Hafsa (diyor hanımına), çok konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullâh olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allâh’ın zikrini çok yap, işte bu, kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, no: 1896)
Yani Allah için toplanma, Allah için sohbet, Allah için konuşma…
Hazret-i Mevlânâ da diyor ki:
“Boş şeylerle meşgul olma diyor. Aksi hâlde sözün maskarası olursun.” diyor. Yani işin gevezeliğe gider buyuruyor.
Onun için Efendimiz sık sık;
“Yetim başı okşadınız mı, aç doyurdunuz mu, bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu, cenaze teşyiinde bulundunuz mu, bir garip, bir yalnız, bir kimsesizin dert ortağı oldunuz mu?..” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Yani bir mü’min bir hayrı bitirecek, diğer bir hayra koşacak.
“وَلَا تَفَرَّقُوا” (“…Parçalanıp bölünmeyin…” [Âl-i İmrân, 103]) Hiç ayrılık olmayacak. Bir müslüman, bir müslümanla ayrılık olmayacak. Madem Allah kardeş yaptı, affedeceksin.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor Nur Sûresi’nde;
“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
“Bana böyle böyle yaptı…” Sen affedersen Allah da seni affeder.
Yine Cenâb-ı Hak;
“…Aranızı düzeltin (buyuruyor Enfâl Sûresi’nde) eğer müslümansanız.” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.
وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor. Birbirinizin kusuruna bakmayın, aramayın buyuruyor. Kendi kusuruna bakacaksın. Ne kadar gafletin var, onu tefekkür edeceksin…