DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Kur’ân Talebelerine Verdiği Ehemmiyet
Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlığa gönderilmiş, ilâhî hidâyet mektubu. Hâlık’ın mahlûkâtına gönderdiği, insan ve cinne gönderdiği, hidâyet mektubu. Şu dershanenin (kâinâtın) ilâhî ders kitabı.
Bir beyan mucizesi; kıyâmete kadar mucizesi devam edecek fermân-ı ilâhî. Ürperti veren ölüm gerçeğini güzelleştiren, rûha gıda, feyz kaynağı, en alt tabakadan en üst tabakaya kadar misaller, cevaplar…
Kulu ilâhî azamet ve kudret akışları, ilâhî nakışlar üzerinde derinleştiren, tefekkür ettiren, beşeriyete inen mânevî bir ziyafet sofrası. Cenâb-ı Hak ile mükâleme ve sohbet.
Ebedî mucize… Her peygamberin mucizesi kendi devrine aittir. Efendimiz’in mucizesi ise ebedî bir mucize Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bütün edebiyat fuarları bitti, sıfırlandı. Muhaliflere karşı Cenâb-ı Hak;
“Bir benzerini meydana getirin, ins ve cin topluluğu! Bunu yapamıyorsanız, on sûre, yapamıyorsanız bir tek sûre meydana getirin. Onun da bir örneğini…” (Bkz. el-Bakara, 23; Hûd, 13; Yûnus, 38)
Bir cevap yok!
Kur’ân-ı Kerîm kıyâmete kadar devam eden ilâhî bir mucize.
Nasıl 1400 sene evvelki bir insan, Kur’ân-ı Kerîm mucizesini görmek isterse, kıyamete kadar onun mucizesi açık.
Âyet-i kerîmede, hocamızın okuduğu âyet-i kerîmede buyruluyor:
“اَلرَّحْمٰنُ” (er-Rahmân, 1)
Cenâb-ı Hak burada “Rahmân” sıfatını bildiriyor, merhamet sıfatını bildiriyor. Cenâb-ı Hak kullarına çok merhametli.
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ
“Rahman, Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])
“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3) خَلَقَ الْاِنْسَانَ
İnsan, Kur’ân ile ilticâ edecek, Kur’ân’la huzur bulacak, Kur’ân’la Cenâb-ı Hakk’a dost olacak, yaşayarak dost olacak.
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])
Hikmetler, sırlar, insanda tecellî edecek.
Oradan bir tefekkür açılıyor. Bir ufuk;
“Güneş ve Ay bir hesapladır.” (er-Rahmân, 5)
İki büyük, Allâh’ın âyeti.
Demek ki Cenâb-ı Hak… Sayısız âyet… Makrodan mikroya kadar her şey Cenâb-ı Hakk’ın bir azamet tecellîsi. Her an karşı karşıya olduğumuz “Güneş ve Ay, bir hesapladır.” (er-Rahmân, 5)
En ufak bir takdim-tehir yok. Sıcaklığında artma-eksilme yok. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bütün mahlûkât, bütün kâinat bir secde hâlinde;
“Yıldızlar, ağaçlar hep secde hâlinde.” (er-Rahmân, 6)
Ondan sonra Cenâb-ı Hakk’ın bize bir îkâzı, Cenâb-ı Hak;
“Semâyı yükseltti, bir ölçü koydu.” (er-Rahmân, 7)
Bir âhenk içinde…
“Sen bu ölçüyü bozma!” (Bkz. er-Rahmân, 8) diyor.
Yani kâinattaki bu ilâhî azamet tecellîlerine kalbin bir âhenk teşkil etsin!..
Demek ki burada bir takvâ sahibi olabilmek ve İslâm’da derinleşebilmek…
Diğer bir âyet, Yûnus Sûresi’nde:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönle şifa ve mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57)
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor Enbiyâ Sûresi 10. âyette:
“Andolsun ki size öyle bir kitap indirdik ki sizin şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”
Daima toplumlara baktığımız zaman, Kur’ân-ı Kerîm ile izzet kazanıyor, şeref kazanıyor, Kur’ân-ı Kerîm’i ihmalden felâketler başlıyor.
Devletlere bakalım: Emevî idi, Abbâsî idi, Endülüs’tü, Osmanlı’ydı vs. tâ günümüze kadar… Daima Kur’ân’a revaç verildiği zaman Kur’ân’ın büyük şifâsı ve rahmeti tecellî ediyor; uzaklaşıldığı zaman bir felâket oluyor.
Cenâb-ı Hak yine buyuruyor:
“Kur’ân-ı Kerîm’de her türlü misali verdik.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 89; el-Kehf, 54; Rûm, 58; ez-Zümer, 28)
Kimse diyemez ki benim hayatta şu problemim var, bunun misali Kur’ân-ı Kerîm’de yoktur, diyemez. Bir benzeri ashâb-ı kirâm devrinde geçmiştir, Efendimiz’in bu hususta bir îkâzı, cevabı vardır.
İlk hâfız kimdir?
İlk hâfız, Cebrâil ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in şeref ve izzeti, en zirve bir durumdadır.
Kur’ân-ı Kerîm ile Rasûlullah Efendimiz’in münâsebeti nasıldı?
Her vesîle ile Rasûlullah Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm okurdu. İslâm’ı tebliğ ederken âyetle başlardı. Sohbette Kur’ân-ı Kerîm ile başlardı. Bir meseleyi izah ederken Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyetle izah ederdi. Bilhassa gece ibadetinde çok uzun uzun okurdu.
Meselâ bir namaz kıldıracağı zaman arkasında eğer bir çocuk varsa, ihtiyar varsa, yolcu varsa, yaşlı varsa, tahammülü zor insan varsa, kısa okurdu. Fakat teheccüdde ise uzun uzun…
Âişe Vâlidemiz bildiriyor; nasıl bir zevk, nasıl bir lezzet duyardı ki, ayakları şişinceye kadar, secde yerini ıslatıncaya kadar kılardı. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)
Her gün düzenli şekilde okurdu. Her meselenin çözümü Kur’ân-ı Kerîm’dedir; tafsîli, tatbiki, tefsiri de Efendimiz’in hayatındadır. O’nsuz bir, Sünnet’siz bir şey olamaz, mümkün değil. Zira Cenâb-ı Hak:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (en-Nisâ, 80) buyuruyor.
Buna benzer -Allâh’a itaat, Rasûlullah’a itaat- çok daha âyet var.
Rasûlullah Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’e çok ayrı bir muhabbeti vardı. Câhiliye devrinde, o zulüm devrinde peygamberlik vazifesi verildiğinde, Mekke’nin o çok zor şartları altında Dâru’l-Erkâm’ı kurdu, bir Kur’ân mektebini kurdu. O zamanlar müslümanlar dövülüyordu, sövülüyor, hakaret ediliyor, her türlü meşakkate muhatap kılınıyordu. O sırada Rasûlullah Efendimiz, bir ferahlama, bir huzur; orada Dâru’l-Erkam’dan, inen âyetler tebliğ ediliyordu.
Medîne-i Münevvere’ye hicret edince de hemen Ashâb-ı Suffe’yi kurdu. Demek ki bu Ashâb-ı Suffe o kadar mühimdir ki Rasûlullah Efendimiz’in çoğu zamanı, Ashâb-ı Suffe’deydi. En çok, Efendimiz’in sevdiği ashâb-ı kirâm, Ashâb-ı Suffe ashâbıydı. Onları dünyanın dört bir tarafına gönderiyordu, İslâm’ı tebliğ etmeleri için.
Ashâb-ı Suffe’nin üç talebesinden misal vermek istiyorum:
Bir talebesi, Ebû Hüreyre. En çok hadis rivâyet eden, en çok hadis râvîsi. O diyor ki:
“Muhâcir kardeşlerimiz diyor, çarşıda-pazarda ticaretle; Ensâr kardeşlerimiz tarlada-bahçede ziraatle meşgul olurken, biz diyor boğaz tokluğuna Allah Rasûlü’nün yanında bulunuyorduk. Onların şahit olmadığı nice hâdiselere, vukuatlara şahit oluyorduk; ezberleyemediklerini ezberliyorduk.” diyor. (Buhârî, İlim, 42)
Abdullah ibn-i Mes’ûd:
“Biz, Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki, öyle hâller tecellî etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
Yerde ve gökte ne varsa Allâh’ı zikreder.
İbn-i Mes’ûd; biz bu zikri duyuyorduk diyor, boğazımızdan geçen lokmaların diyor.
Ebû Talha diyor:
“O Rasûller Sultânı açlıktan iki büklüm olarak belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O hâlde ayakta durmuş, ashâb-ı kirâma, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân’ı tâlim ediyordu.” (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
İbn-i Mes’ûd bir koyun çobanıydı mâzisi. Hattâ Bedir’de Ebû Cehil dedi ki -boyu da küçüktü-:
“Sen dedi, in dedi, sen dedi, bir çobansın dedi. Hiç yoksa, ben hançerleniyorum mâdem, hiç yoksa gelip benim çapımda biri gelip beni hançerlesin!” dedi. Hakaret etti. “Sen koyun çobanısın.” dedi.
Bu İbn-i Mes’ûd, Efendimiz’in tedrisinde öyle bir hâle geldi ki, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile beraber gidip Kûfe Mektebi’ni kurdu Efendimiz’in vefatından sonra. Ebû Hanife Hazretleri, o Kûfe Mektebi’nin talebesiydi.
Bir koyun çobanlığından nereye?! Bir zirvelere!..
Yine Câbir -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber, Uhud Gazvesi’nden şehid düşenler 70 kişiydi. Bunlar mezara konulacağı zaman, “hangisi daha ehl-i Kur’ân’dır, hangisinin daha çok ezberi var” -tabi o zaman Kur’ân-ı Kerîm (tamamıyla) inmemişti- onları teberrüken, onları baştan kabre indirdi. Ve onları kıble tarafına koyuyor. (Bkz. Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)
Yine seferlerde, meselâ Tebük Seferi’nde Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Fakat daha sonra Efendimiz, Zeyd bin Sâbit’i gördü. Ardından bayrağı Umâre’den aldı, Zeyd’e tevdî etti. Umâre, mahzun bir şekilde;
“–Yâ Rasûlâllah! Benim bir hatam mı oldu? Bana kızdınız mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır dedi, vallâhi kızmadım dedi, fakat siz Kur’ân’ı tercih edin buyurdu. Zeyd, Kur’ân’ı sizden daha çok ezberledi, daha çok onun tatbikâtında. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimseyi, başkalarına tercih edin.” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut 1989, III, 1003)
Tabi bu tercih de, burada Fâtır Sûresi’nde bir âyet var;
“Kur’ân-ı Kerîm’e vâris kıldık…” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 32)
Buna göre Efendimiz, ehl-i Kur’ân’a sancakları verirdi. Niye?
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm şifâ ve rahmettir. Öyle şifâ ve rahmet ki;
Osmanlı, ufacık bir aşiretti. Diğer aşiretler büyüktü. Osmanlı aşireti, en küçük aşiretti. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’e olan muhabbet, Kur’ân-ı Kerîm’e olan saygı, Kur’ân-ı Kerîm’e tâzim, onu başa getirdi Osmanlı aşiretini. Bütün ehl-i Kur’ân, orada toplandı. Takvâ sahipleri o aşirette toplandı. O aşiret üç asır sonra, bugünkü Türkiye’nin otuz misli, 24 milyon kilometrekare’ye ulaştı. Kim yardım etti?.. O Edebali silsilesi devam etti, ehl-i Kur’ân’lar devam etti.
Lâle devrinden sonra tâlih değişti. Ten plânına dönüldü rûhânî plândan, yavaş yavaş da eksilmeye başladı.
Velhâsıl Efendimiz’i de, en çok Efendimiz’i mahzun eden, Bi’r-i Maûne Hâdise’sinde 70 Ashâb-ı Suffe talebesinden hizmete giden, 69’u tuzağa düşürüldü ve şehid oldu. Efendimiz’in o zaman gözlerinden dolu dolu yaş aktı ve bir ay, lâ-yenkatî (kesintisiz) onlara (katledenlere) bedduâ etti. (Bkz. Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297)
Efendimiz’in şahsına olan (haksızlıklara karşı) bedduâsı yoktu aslâ. Tâif’te taşlandı, bedduâ etmedi. Dişi kırıldı, bedduâ etmedi. Fakat İslâm’a yapılan bu tecâvüz karşısında Efendimiz bir ay, lâ-yenkatî, muttasılan (kesintisiz olarak) bedduâ etti; ehl-i Kur’ân talebelere yapılan bu cürüm karşısında…