Peygamber Efendimiz’in Yanında Olanlar Kimler?


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Peygamber Efendimiz’in Yanında Olanlar Kimler?

Muhterem Kardeşlerimiz!

Rabîulevvel Ayı’nın içinde olmamız sebebiyle bu rahmet ayında, sohbetimizde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in büyük bir Cenâb-ı Hakk’ın nîmeti olduğu; o muhtevâ içinde olacak.

Okunan âyet-i kerîmeler, 28 ve 29. âyetler Fetih Sûresi’nin. Orada Rabbimiz buyuruyor ki;

“…Bütün dinlerden üstün kılmak üzere…” (el-Fetih, 28)

Âdem -aleyhisselâm-’dan başlıyor, 124 bin küsur peygamber var, 124 bin küsur peygamber içinde en üstün din olarak Cenâb-ı Hak İslâm Dîni’ni lûtfetti.

“Allah indinde din, İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19) buyruluyor.

“…Peygamber’ini de hidâyet ve hak olarak gönderen O’dur…” (Bkz. el-Fetih, 28)  buyuruyor.

Hem insanların dalâletten/sapkınlıktan kurtulması, hidâyete ermesi, hem de bu hak ile olan dîni tebliğ etmesi için gönderen O’dur, buyuruyor.

“…Şahit olarak da Cenâb-ı Hak yeter.” (el-Fetih, 28) buyuruyor.

Âyet-i kerîmede Rabbimiz, “Allah Rasûlü’nün yanında bulunanlar kimler?”

Biz, 1400 sene sonra geldik, küsur sene sonra. Biz Efendimiz’in, şu hayatın muhtevâsında ne kadar yanındayız? Cenâb-ı Hak bunun ölçülerini veriyor bize. Yanında olabilmek…

Ashâb-ı kirâm yanında olmaya çalıştı çok, gayret etti. İnsanlıkta bir âbide gördü. O âbide karşısında bir hayranlık duydu. Dünyevî menfaatler, ihtiraslar, hasetler sıfırlandı. Tek gaye, Allah Rasûlü ile beraber olma hedef oldu.

Efendimiz de buyuruyor ki, Yemen tarafına dönüyor:

“Ben diyor, buradan diyor, Rahmânî nefesi duyuyorum.” diyor. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Yani Veysel Karânî’nin nefesini duyuyorum, buyuruyor. Veysel Karânî’yi Efendimiz görmedi. Fakat onun nefesini duyuyorum buyurdu.

Yine Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:

“Benim ümmetimin başı da sonu da hayırdır.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)

Ashâb-ı kirâm diyorlar ki:

“–Yâ Rasûlâllah biz sizin kardeşiniz değil miyiz?”

“–Siz benim ashâbımsınız, fakat ben kardeşlerimi görmeyeceğim buyuruyor. Onlar benden sonra gelecekler… Ben onları Havz kenarında bekleyeceğim…” buyuruyor. (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

Velhâsıl bu nasıl olacak?

Bu, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilmek, hayatımızın her safhasında. Her tahsilin bir gayesi var. Cenâb-ı Hak; “az bir ilim verdik” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85)

Kırıntı hâlinde dünyaya ait ilimler var. Meselâ bir tıp ilmi var, mühendislik var, öğretmenlik var… Bu, dünyadaki zarûrî olan meslekler. Fakat esas olarak, bütün bu dünya bir tahsil mekânı olarak hazırlandı. Daha insan dünyada yokken, insan denilen bir şey bilinmiyorken, Cenâb-ı Hak insana bu dünyayı hazırladı. İnsana bir endam aynası… Zengin bir laboratuvarla bu dünya dershâne olarak hazırlandı.

Bu dershanenin vazifesi de, tahsili de

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek. Kulluğun da sonu yok. Diğer ilimlerin, dünyevî ilim, bir noktada, bir noktaya kadar sonu oluyor. Fakat bu ilmin sonu yok, bu tahsilin. Bu tahsil, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek. Kul olmanın neticesinde de;

لِيَعْرِفُونِ Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek…

Bu şekilde kalpte ufuklar açılması. Ve bu ufukların neticesinde Cenâb-ı Hakk’a olan dostluğun elde edilmesi.

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor kudsî bir hadiste:

“Ben bir hazineydim. Mârifetime muhabbet ettim. (Yani kalplerde bilinmeme muhabbet ettim.) Ve halkettim.” buyuruyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132)

Rabbimiz bize üç şeyle yardım ediyor kulluğumuz için:

Birincisi, bu kâinat ile yardım ediyor.

Kâinat, ilâhî bir laboratuvar. Zerreden küreye her şey, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet, kudret akışlarını bildiriyor. İnsan neyi görse, neye baksa -tabi bu kalbin durumuna bağlı- Cenâb-ı Hakk’ın şahidi durumunda.

Cenâb-ı Hak Güneş’ten misal veriyor, Ay’dan misal veriyor, geceden misal veriyor, gündüzden misal veriyor, topraktan çıkanlardan, hayvanlardan misal veriyor, insanın kendi yaratılışını misal veriyor. Bir nutfeden nasıl meydana geldi? Muhtelif şeylerden Cenâb-ı Hak misaller veriyor.

Hattâ bir Hak dostu buyuruyor ki:

“Cenâb-ı Hak o kadar zâhir ki, zuhûrunun şiddetinden gâib.”

Her şey Cenâb-ı Hakk’ın azametinin bir delili.

Yine insan kendini görmek istese, meselâ insan, genç bir insan, şöyle bir baharda, baharın güzelliğine baksa; çiçekler nasıl fışkırıyor, akarsular nasıl coşuyor, toprak nasıl verimlerini veriyor, o baharın meltemi nasıl… Bir genç, orada kendisinin resmini görecek. Ben bir ilkbahar mevsimindeyim…

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ

(“Kime uzun ömür verirsek…” [Yâsîn, 68])

Ben nasıl bir karınca gibi, bir bal arısı gibi bir gayrette bulunacağım?

İnsan yaşlanır… Bir sonbahar resmini görmesi lâzım. Nasıl yapraklar bir hazan oluyor, dökülmeye başlıyor. Bir an fırtınalar; poyraz oluyor, lodos oluyor, karayel oluyor, daima değişiyor. Ağaçlar yavaş yavaş sallanıyor, selviler sallanıyor.

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

(“…Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])

Velhâsıl şu, Cenâb-ı Hak bir endam aynası olarak şu kâinâtı halketti, ibret alacak, ders alacak…

Yine bir mütefekkir diyor:

“Bu dünya, bu âlem, âkıller için seyr-i bedâyî (ilâhî azamet tecellîleri), ahmaklar içinse -af edersiniz- yemek ile şehvet…” buyruluyor.

Yine Sâdî-i Şîrâzî diyor:

“Ağaçlardaki bir yaprak bile, mârifetullâh’a bir divandır. Fakat ahmaklar için diyor, o da aynı şekilde, bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”

Velhâsıl kalp uyanacak. Cenâb-ı Hak… Bu kâinat, fiilî bir Kur’ân. Burada Allâh’ın âyetlerini okuyacak. O kalp, kâinat sayfalarını çevirecek; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Diğer bir şey de, Cenâb-ı Hak, ilâhî kitaplar gönderiyor, suhuflar gönderiyor. Fakat Cenâb-ı Hak bize en büyük kitabı ihsân etti. Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği mektup. Cenâb-ı Hakk’ın fânilere gönderdiği bir mektup. Cenâb-ı Hak:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ buyuruyor.

“Rahmân.” (er-Rahmân, 1) bildiriyor. Merhametini bildiriyor Cenâb-ı Hak. Merhamet…

(Allah, Rahmân Allah) Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 2-3)

خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 3-4])

Sırlar, hikmetler, Cenâb-ı Hak kuluna ihsân ediyor. Hangi kulu bu? Kalbi tekâmül etmiş bir kula…

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm ders kitabımız. Saâdet reçetemiz. İlâhî bir mektup.

Yine Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’de derinleşen evliyâullâh’ın sözcülüğünü yapan Mevlânâ ne güzel buyuruyor:

مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

“Bu diyor, can bu tende oldukça ben Kur’ân’ın kuluyum diyor. Kur’ân’ın kölesiyim diyor. Muhammed Mustafa’nın yolunun diyor, toprağının da tozuyum.” diyor.

Hattâ Mesnevî şârihleri diyorlar ki:

“Kur’ân-ı Kerîm «ikra» ile başlıyor «oku». Mesnevî de «bişnev» ile başlıyor; «Sen Kur’ân’ı dinle!» Onunla derinleş, feyzin, rûhâniyetin artsın…”

Üçüncüsü, üçüncü Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu; peygamberler.

Peygamberlerin zirvesi de Rasûlullah Efendimiz. Rasûlullah Efendimiz, Kur’ân ve kâinâtın muallimi. Kur’ân’ın fiilî müfessiri. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i inşâ etti ve bütün cihana, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara bir muallim olarak gönderdi.

Dünyada huzur, son nefeste huzur, kabirde huzur, âhirette huzur… İlâhî rehber, her kademeden insana bir üsve-i hasene.

Cenâb-ı Hak yetimlik ve öksüzlükten başlatıyor O’nu. Öyle bir şey ki, kademe kademe devam ediyor, tâ peygamberliğe ve devlet reisliğine kadar devam ettiriyor. Yani hayatın her kademesinde bulunan kişi O’ndan örnek alacak. O ona üsve-i hasene olacak, örnek şahsiyet, örnek karakter olacak. İnsan bir huzur bulacak. Asr-ı saâdete baktığı zaman, kendi hayatının resmini görecek orada. “Ben nasıl huzuru bulurum?” O şekilde huzuru bulacak.

Diğer peygamberleri bir kavme gönderdi, yalnız yalnız Efendimiz’i bütün bir cihana gönderdi.

Cenâb-ı Hak üsve-i hasene; örnek şahsiyet, örnek, mübârek… Cenâb-ı Hak Efendimiz’i lûtfediyor.

Cenâb-ı Hak en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor Kur’ân-ı Kerîm’de, merhamet. Peygamber Efendimiz de “raûf ve rahîm”. Merhamet ve şefkatin zirvesi.

Yine diğer bir âyette:

“İçinizden bir Peygamber gönderdik. O sizin sıkıntıya düşmenize çok üzülür…” (Bkz. et-Tevbe, 128) buyruluyor. Yani bir anne bir babanın merhametinden fazla merhametli, daha öte.

Hattâ;

“Kabrimde bile ümmetî, ümmetî diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“Güzel amelleriniz bana gelir, huzur bulurum, sevinirim. Kötü amelleriniz gelir, sizin için istiğfar ederim.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)

Bir de onun sonunda:

“Aman, aman diyor, sakın diyor, kıyamette benim yüzümü kara çıkartmayın (diyor, günah işleyerek).” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Velhâsıl bizim de “rahmet insanı” olmamızı istiyor.

Tabi rahmet insanı kalb-i selîm olacak. Yani rafine olmuş, tertemiz bir kalp olacak. Nasıl dünyaya tertemiz geldik, o şekilde huzûr-i ilâhîye de tertemiz gidebilmek.

Kalb-i münîb olacak; istikâmetli bir, hakkın istikâmetinde bir kalp olacak.

İtmi’nâna ermiş bir kalp olacak.

Bu şekilde öyle bir olacak ki Cenâb-ı Hak ile dost olacak.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Cenâb-ı Hak:

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyuruyor.

O kalpten neler gidecek, neler gelecek o kalbe? Kalp çok mühim. O kalpte kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik emsâli bütün hasletler rahmet insanında son bulacak. Bu kötü vasıflardan, ateşten kaçar gibi kaçacak.

Bunun yerine o gönle neler yerleşecek?

Cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle müzeyyen olacak. Kendisini de toplumundan mes’ûl görecek. Bu da çok mühim. Toplumun akışından… Yani bir hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Kendi istediğini, diğer din kardeşleri için isteyecek. Dîninin, vatanının, milletinin selâmeti için bütün gayretini gösterecek. Ona göre bir nesil mirası bırakmanın bir gayreti içinde olacak.

O rahmet insanının daima gönlü ilâhî manzaralar seyredecek. Her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.

Böylelikle, ebedî saâdeti yakıp kül eden bir mâsivâ/Allah’tan uzaklaştıran her şeyi ateş gibi görecek. Kendisi seyrettiği bu Rahmânî manzaralarla ilâhî bir tefekkür kendisinde gelişecek. Bilecek ki tefekkür, bir îman anahtarı. Kendisini tâdâd edecek.

Fudayl bin Iyaz, Allah dostlarından, diyor ki:

“Ben diyor, Allâh’a itaatsizlik ettiğimde diyor, bunu diyor, merkebimin diyor ve müstahdemimin huyunun değişmesinden anlarım.” diyor. Bende ne yanlışlık oldu ki bu benim merkebime tesir etti, müstahdemime tesir etti?..

Velhâsıl bu rahmet insanı, bulunduğu zamanda, âlemlere rahmet olan Rasûlullah Efendimiz’in temsilcisi olma gayretinde olacak. En alt kademeden en üst kademeye kadar insanları irşad heyecanı içinde bulunacak.

Bu da tabi fedakârlık ister. Fedakâr olabilmek için muhabbet lâzımdır. Muhabbetin kantarı da fedakârlıktır. İşte ashâb-ı kirâm dünyanın her tarafına bu fedakârlıkla gitti. Ecdâd, bu fedakârlıkla tâ Viyana’ya kadar, öbür tarafta Hazar’a kadar sefer etti ki insanların selâmeti için, nerede bir zulüm varsa o zulmü bertaraf etmek için, hakkı tevzî etmek için.

Hattâ öyle bir oldu ki, fethettiği yerlere Anadolu’nun temiz halkı yerleştirildi. Bir iskân politikası. Oranın halkı da İslâm’ın o güzelliklerini görmekle, İslâm’la şereflendi. Arnavutlar, Boşnaklar vesâire, bunlardan birkaç misal. Belki bu…

Demek ki kendimizin rahmet insanı olması, arkamızda bir rahmet insanı olan bir nesil yetiştirebilmek. O nesil, işte Çanakkale’de gördük o nesli, İstiklâl Harbi’nde gördük, bugün de görüyoruz aynı nesli.

Demek ki îmanlı bir nesil yetiştirmek… Kendi, bir mes’ûliyet altında. “Allah bana bu dîni verdi, bu vatanı verdi, bu milleti verdi, bunlar bana zimmetli, ben bundan mes’ûlüm…”

Velhâsıl çoraklaşmış gönüllere bir yağmur misali rahmet olabilmenin derdinde olacak. Bütün insanlığın kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde, gönlü bir dergâh hâline gelecek. Bütün insanlığın neşesi ve hüznü, onun gönlünde olacak. Değişen şartlar altında muvâzeneyi kaybetmeyecek. Hamd ve şükür hâlinde yaşayacak. Karşılaştığı her hayrın, başına gelen; veyahut da her şerrin de kendi kulluk seviyesinin test edildiğinin idrâki içinde olacak.

İbadetler, kalp ve beden âhengi içinde olacak. Havf ve recâ arasında olacak. Ölümü unutmayacak. Dâimâ ince ruhlu, zarif olacak. Nezâket, zarâfet, incelik, kendisini bütün mahlûkattan mes’ûl görecek. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Allah korusun:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

Çekiştirmek, küçük görme vs. dedikodu vs. bunlar kat’iyyen o rahmet insanının gönlünde olmayacak. İşte bu, Efendimiz’le beraber olanlar. Güneş gibi en kuytu yerleri aydınlatacak.

Efendimiz buyuruyor:

“Mü’min, bal arısı gibidir diyor. Temiz olanı yer (yani helâl yer), temiz olan şeyleri ortaya koyar (yani Hakk’ın rızasına uygun olan işleri yapar, sâlihlerle-sâdıklarla beraber olur), konduğu yeri ne kırar (ne incitir) ne bozar (zıddına; orayı ihyâ eder, âbâd eder).” (Bkz. Ahmed bin Hanbel, II, 199)

Velhâsıl biz dünyaya bir “arz-ı endâm”, yani riyâ, gösteriş, tekebbür vs. mal-mülk vs. için değil, “arz-ı hâl”, güzel bir İslâm karakteri, İslâm şahsiyeti tevzî etme, mütevâzı olma, cömert olma, diğergâm olma vs…

Tabi bu uzuyor, çok uzuyor, bu, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmanın sıfatları:

Gelmeyene gider, küsmez, vermeyene verir, derya gönüllü olur. Veyahut her yerde, nasıl bir çiçek konuyor, bir huzur vermesi için; böyle mü’min de rûhundan bir rahmet taşıracak…

خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” buyruluyor. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VI, 117; İbn-i Hacer, Metâlib, I, 264)