Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’i Tanımak ve Nesillere Tanıtmak Hakkında
–Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat–
O (s.a.s.)’i Ancak Takvâmız Nisbetinde Tanıyabiliriz…
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: EKİM, Sayı: 212
Yüzakı:
–Muhterem Efendim! Velâdet Kandili vesilesiyle, zât-ı âlînizle bir mülâkat gerçekleştirmek istedik.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğduğu Rebîulevvel ayı ve Mevlid-i Nebî Haftası, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i tanımaya güzel bir vesile olmakta. Yüzakı Mecmûası olarak, biz de sizin tensiplerinizle, her yıl bir sayımızı Efendimiz’in mübârek velâdetleri irtibatıyla; O’nu tanımak, O’nu insanımıza anlatmak ve sünnet-i seniyyeye ittibâ gibi mevzulara hasrediyoruz.
Bu minvalde ilk suâlimiz;
Muhterem Efendim! Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyayı teşrif etmesi sebebiyle bizim muhabbet medeniyetimizde «Velâdet Kandili» ayrı bir yer teşkil ediyor ve aşk ile ihyâ ediliyor. Geçmişten bugüne Velâdet Kandili husûsunda Hazret-i Peygamber’e muhabbet ve bağlılık açısından neler söylemek istersiniz? Mevlid Kandili’nin hatırlattıkları nelerdir? Ecdâdımız zamanında nasıl ihyâ edilirdi? Bizler neler yapabiliriz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Cenâb-ı Hakk’a îmandan sonra, nâil olduğumuz en büyük nimet, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmamızdır.
Âyet-i kerîmede bu hakikat şöyle beyan buyurulur:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
“Andolsun ki … (O’nu) göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)
O’na ümmet olmak, diğer peygamberlere ümmet olmaktan da daha ileri, daha büyük bir nimettir. Çünkü Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün peygamberlerin fazîlet ve hasletlerini kendisinde toplamıştır, her peygamberin fârik vasfından daha öte, muhteşem bir zirvedir.
Meccânen / hiçbir bedel ödemeden nâil olduğumuz bu büyük nimetlerin şükür bedelini ödemek vazifesiyle memuruz. Zira âhirette perverde olduğumuz her nimetin hesabının sorulacağı bildirilmiştir.
Bu nimetin şükrü, O’na ittibâ etmemizdir. Dünyada da âhirette de insanı huzura kavuşturacak yegâne vesile, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından tanıyabilmemiz ve O’na benzemeye gayret etmemizdir. Şu hadîs-i şerîfi, bütün hayatımıza şiar ve düstur edinmemizdir:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
O’nun üsve-i hasenesini örnek alarak, sünnet-i seniyye üzere yaşamak; en büyük saâdettir ve en muhteşem saltanattır.
Âyet-i kerîmede biz ümmet-i Muhammed’e verilen iki vazife var:
“…Sizi mûtedil (hayırhah) bir ümmet kıldık ki;
- Sizler insanlığa şâhitler olasınız;
➢(Yani yeryüzünde İslâm’ın şâhidi ve temsilcileri olasınız,
➢Nümûne-i imtisal, örnek insanlar olasınız)
- Rasûl de size şâhit olsun…
(Yani sizin Müslümanlığınız, Allah Rasûlü’nün beğenip takdir edeceği bir güzellikte ve kıvamda olmalıdır.)” (el-Bakara, 143)
Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hüsn-i şahâdetini kazanabilmek.
Bu nimete teşekkür mâhiyetinde ecdâdımız nice sevinç ve teşekkür tezâhürleri sergilemiştir.
Bir anne-baba, evlâdı askerden sağ sâlim dönünce sevinir, bayram eder.
Rasûlullah Efendimiz’in Velâdet Kandili, her yıl bize bu büyük nimete nâil oluşumuzu tekrar tekrar hatırlatıyor. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu cihâna teşrifleri, elbette çok sevinilecek ve tebrik edilecek bir müjdedir.
Efendimiz’in mübârek doğumlarıyla sevinmenin bereketi hakkında şu kıssadan hisse almak lâzımdır:
Ebû Leheb; Peygamberimiz’in doğduğu haberini kendisine getiren câriyesi Süveybe Hatun’u, sırf kavmî asabiyetten dolayı, yani sülâlemize bir erkek çocuk daha geldi diye sevindiği için âzâd etti.
Ebû Leheb’in kardeşi Abbâs -radıyallâhu anh- şunları nakleder:
“Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:
«−Sana nasıl muamele edildi?» diye sordum.
Ebû Leheb;
«−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün başparmağımla işaret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.» cevabını verdi.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa‘d, I, 108, 125; Bkz. Buhârî, Nikâh, 20)
Bu kıssadan hareketle İbn-i Cezerî şöyle der:
“Kur’ân’da zemmi / kötülenmişliği hakkında âyet nâzil olan ve cehennemde azap gören Ebû Leheb gibi bir kâfire, Peygamberimiz’in doğumuna sevindi diye bu lütufta bulunulursa;
Peygamber Efendimiz’in mevlidiyle sevinip, O’nun muhabbetiyle gücü yettiğince infakta bulunması hâlinde, ümmetinden muvahhid bir mü’mine ne nimetler ikrâm olunur, bir düşünmek lâzımdır!
Elbette böyle bir mü’minin; kerîm olan Allah’tan nâil olacağı mükâfâtı, Rabbimiz’in geniş ihsanlarına ve naîm cennetlerine kavuşması olacaktır.” (İbn-i Cezerî, Arfü’t-Târîf bi’l-Mevlidi’ş-Şerîf, s. 9-10; Bâkî, Meâlimü’l-Yakîn, s. 22)
İmam Kastallânî de şöyle der:
“Ehl-i İslâm; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğduğu ay olan Rebîulevvel’i ihyâ etmekte, yemekler vermekte, fakirlere her türlü yardımda bulunmakta, sevinç izhâr ederek hayırlarını artırmaktadırlar. Yine mevlid-i şerif okumaya îtinâ göstererek bereketinden istifâde etmektedirler.
Böyle yapanların, o yıl belâlardan kurtulduğu ve ne dilekleri varsa yerine geldiği tecrübe edilmiştir.” (Kastallânî, Mevâhib-i Ledünniye, I, 147-148, Beyrut 2004)
Bu sevinçle, Efendimiz’in doğduğu ayda;
- Sadakalar vermek ne güzel bir ihyâdır,
- Bilhassa fakir-fukarâya ikramlarda bulunmalıdır,
- Hediyeleşmelidir,
- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını öğretmek, O’nu sevdirmek ve insanlığa doğru bir şekilde tanıtmak için bu vesileler ganîmet bilinmelidir.
- Anne-babalar evlâtlarına, muallimler talebelerine, Mevlid vesilesiyle Peygamber muhabbetini aşılamalıdır.
Kandillerde evlâtlarımıza hediyeler almak, o güne mahsus ikramlarda bulunmak; evlâtlarımızı, yaşadığımız memleketteki Eyüp Sultan, Emir Sultan, Hacı Bayram ve benzeri feyizli mekânlara ziyaretlere götürmek, mânevî heyecanı ve muhabbeti onların temiz kalplerine Allâh’ın izni ve keremiyle nakşedecektir.
Osmanlı zamanında Medîne-i Münevvere’de Mevlid Kandili;
- Salevatların, mevlidlerin ve na‘t-ı şeriflerin okunması,
- Gül sularının, öd ve amber gibi enfes kokuların ve şerbetlerin ikrâmı,
- Hediyeleşme ve tebrikleşmelerle büyük bir mâneviyat ve saâdet içinde ihyâ edilirdi. (Bkz. Derviş Ahmed Peşkârîzâde, Tayyibetü’l-Ezkâr)
Osmanlı’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek velâdetlerini son derecede duygulu ve lirik bir şekilde anlatan nice eserler yazıldı. Bunlardan Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerîf’i ise bambaşka bir tecellîye mazhar olarak, asırlar boyunca milletimizin gönlünde taht kurdu. Süleyman Çelebi, Rasûlullah Efendimiz’i ne güzel tasvir eder:
Bir aceb nûr kim Güneş, pervânesi…
Semâmızdaki koca güneş, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hizmeti için, âdetâ O’nun etrafında pervâne gibi dönen bir âşıktır.
Âşık gönüller, rüzgârları da Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e doğru esiyor kabul etmiş ve şöyle demişlerdir:
Uğrarsa yolun, bâd-ı sabâ, semt-i Harameyn’e,
Tâzîmimi arz eyle Rasûlü’s-Sekaleyn’e!
Ecdâdımız;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan hasret ve iştiyakla, O’nun hâtıralarına da büyük bir hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Sahâbe zamanından beri husûsî bir ihtirâm içinde muhafaza edilen, bugün birçok tarihî camimizde bulunan «Sakal-ı şerif»ler, Mevlid Kandillerinde salevât-ı şerîfeler refâkatinde ziyaret edilmiştir. Bu feyizli anlar, bizzat Peygamber Efendimiz’i ziyaret ediyorcasına bir heyecan ve hissiyâta güzel bir vesile görülmüştür.
Peygamber âşığı Sultan 1. Ahmed Han;
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravza’sına gül yağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
Osmanlı Devleti, padişahından çobanına kadar bütün halkının Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir devlettir.
Ecdâdımız;
- Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek isimleri zikredildiğinde; salât u selâm getirmenin yanında, ihtiram ile elini kalbine koyardı.
- O’nun menâkıbı okunurken; doğum ânını ifade eden mısraları, topyekûn ayakta dinlerdi.
- Padişahlar; Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman, abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturmazlardı.
- Mescid-i Nebevî’nin tamiri için gönderilen ustalar; her taşı, abdestli olarak ve besmele ile yerine koydular. Çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı rahatsız kılmaktan teeddüb ettiler.
- Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olan Surre Alayı; şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medine’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işaretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyaretlerini îfâ ederlerdi.
- II. Abdülhamid Han; dünya müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini temin için, Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettirdi. Bu güzergâhın sünnet-i seniyyeye uygun olması için, Hazret-i Peygamber’in seferlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medine’ye ulaştırmıştır.
- Medine İstasyonu ise, Ravza’nın çok yakınına inşâ edilmemiş, mekân itibarıyla meydana gelebilecek gürültü ve dikkatsizlik ile Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyeti rahatsız olmasın diye 2 kilometre kadar uzağına inşâ edilmiştir.
Eskiden mühürlere bir vecîze yahut beyit işlenirdi. Hayrâtı ile meşhur olan Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Cenâb-ı Hakk’ın, bu âlemi Nûr-i Muhammedî muhabbeti vesilesiyle halk ettiğini ifade etmek üzere mührüne şu mısraları hakkettirmişti:
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?!.
Zuhûrundan Bezm-i Âlem oldu vâsıl.
Elbette;
Bütün bu hürmet ve muhabbetten gaye, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine ittibâdır.
O’nun emânetlerine sahip çıkmayan, O’nun sünnetine ittibâ etmeyen gafil bir kişinin, O’na muhabbet iddiası ne kadar samimîdir?
İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“…Bütün lütufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bağlanıp O’nun mübârek izinden gitmektir…
İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun tek sebebi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam olarak uyma husûsunda bir kusurunun olmasıdır.
Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”
Yüzakı:
–Muhterem Efendim!
Biz Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ne kadar tanıyabiliriz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Necip Fazıl’ın ifadesiyle;
O ki o yüzden varız!..
Nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek bile açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin zirvesi… Allâh’ın habîbi, son elçisi…
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir umman; bizim istîdatlarımız ise, ancak bir bardak mesâbesinde…
Dolayısıyla hiçbir kul; «Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bütün fazîlet ve kıymetini tam mânâsıyla idrâk ettim.» diyemez.
Lâkin kalplerin istîdâdına genişlik lutfeden bir sır vardır ki o da takvâdır.
O’nu idrâk edebilmek ancak takvâ nisbetinde mümkündür.
Sahâbe efendilerimiz de takvâları nisbetinde Allah Rasûlü’nü tanıdı. Hazret-i Ebûbekir Sıddîk Efendimiz zirve seviyede Efendimiz’i tanıdı.
Habeşli Vahşî de kendi seviyesinde Allah Rasûlü’nü tanıdı.
Hak dostları da her biri kendi ihlâs ve takvâsı seviyesinde Peygamberimiz’in rûhânî dokusundan hisse aldılar.
O Hak dostları zihnî bilgileri, kalben hazmederek, gönüllerine muhabbet tohumu ekmişlerdir. Bu muhabbetin neticesi olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnetine, bir gölgenin gövdeye sadâkati gibi riâyet etmişlerdir. Böylece rûhen muhabbette seviye kazanarak, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe katetmişlerdir.
Bizler de ancak nâil olabildiğimiz takvâ seviyesinde Peygamberimiz’in rûhâniyetinden nasip alabiliriz.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim! «Sahâbe ve Hak dostları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, takvâları nisbetinde yakından tanıdılar.» buyurdunuz. Bu tanımanın tezâhürlerine misaller lutfeder misiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Sayısız misaller vardır.
Bilhassa Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hakk’a irtihallerinden sonra, bu hasret ve iştiyâkın çok yanık tezâhürleri oldu.
Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, mihrapta Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i göremeyince ezan okuyamadı. Birçok sahâbî gibi tebliğ ve cihâd için serhatlere koştu.
Yıllar sonra bir kere Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunlarının ısrarıyla ezan okuyunca; ashâb-ı kiram arasında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayata dönmüş gibi bir heyecan ve vecd meydana geldi. Gözyaşları sel oldu.
Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât haberini alınca şöyle dedi:
“–Yâ Rabbî!
Artık benim gözlerimi âmâ kıl!
Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberim’den sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..”
Duâsı kabul olmuş, gözleri âmâ olmuştu. Kendisini tesellî etmek için gelenlere de şöyle dedi:
“–Ben o gözleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyanın en güzel ceylânlarının gözüne sahip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa‘d, II, 313)
Bir başka misal:
Büyük hadis âlimi İmam Nevevî; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in karpuzu nasıl yediğini tespit edemediği için, karpuz yemek ona tatlı gelmedi. Rivâyete göre hiç karpuz yiyemedi.
Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşını geçince;
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hakk’a irtihâl ettiği yaşa geldim. Artık yeryüzünde dolaşamam!” dedi. Yerin altındaki çilehânesinde ikāmet ederek irşâda devam etti.
Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müstesnâ bir muhabbetle bağlı olan Sultan Ahmed Han, başı üstünde Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in na‘l-i şerîf denilen ayak izinin maketini taşırdı.
Osmanlı padişahları, Medine’den gelen mektupları ayakta dinlerlerdi. O’nun şehrine dahî böyle bir hürmetleri vardı. Abdülaziz Han bir gün hasta olduğu hâlde; bu usûlü bozmamak için, kollarına girilip ayağa kaldırılmasını istedi ve Medine mektuplarını yine ayakta dinledi.
Yanık na‘tlarını dinlediğimiz Yaman Dede; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti yâdına gelince, kendinden geçer, yürüyemez hâle gelirdi. Âdetâ bir sonbahar gazeli gibi titrer, bahar şebnemleri gibi gözyaşı dökerdi.
Dâima;
“Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!” hâli içinde olurdu.
Yine;
Kâinâtı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aşkıyla döktüğü gözyaşlarıyla, umman ile kaplı gören Fuzûlî ve aşk ateşiyle cihanda baktığı her ciheti aşk ateşleri içinde temâşâ eden Es‘ad Erbilî Hazretleri…
Her biri Allah Rasûlü’nü, kendi takvâ ve ihlâsları nisbetinde en güzel şekilde tanıyan mümtaz şahsiyetler…
Yüzakı:
–Muhterem Efendim! Takvâ nisbetinde tanıyabileceğimiz hakikatine göre; «Gerçek takvâ nedir ve nasıl artırılabilir?» Bu hususta neler söylersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Takvâ, Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde en çok durduğu mefhumlardan biri. Çeşitli kalıplarıyla 258 defa geçmekte.
Takvâ; nefsânî hoyratlıklardan kurtulup, rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek, her an ilâhî kameraların altında olunduğu idrâki içinde yaşamak…
Böyle bir takvâ için nefis terbiyesi şart. Önce mefsedet / bozukluk giderilecek ki, sonra hayırlar ve faydalar celbedilebilsin.
Önce; إِلٰهَ لَا
Sonra; اللّٰهُ إِلَّا
Önce fücur bertaraf edilecek. Böylece rûhâniyet artacak. Dünyaya ait fânî lezzetler gücünü kaybedecek.
Neticede;
Kalp, gölgenin gövdeye sadâkati gibi, her hâlinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile bir irtibat kuracak. Her an şu murâkabe içinde olacak:
“–Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
- Benim bu hâlimi görse tebessüm eder miydi?
- Yoksa mübârek yüzleri bulutlanır ve kederlenir miydi?”
Bu tefekkür ve muhasebeler neticesinde, kalp, bütün âzâya hâkim hâle gelecek. Böylece takvâ nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a yakınlık meydana gelecek.
Gerçek takvâ işte bu.
Bunun da özü şu âyettir:
فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ
“Sen’inle beraber tevbe edenlerle birlikte,
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! / İlâhî talimatlara göre sadâkat ve riâyet göster!” (Hûd, 112)
Bu tâlimâta binâen, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömür boyu hem kendisinin hem de ümmetinin istikamet üzere yaşamasının derdi içinde oldu. Öyle ki bu emre hakkıyla riâyet husûsunda, saçlarına ve sakallarına aklar düştü. Hattâ kabrinde bile; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyeceğini beyan buyurdu.
Bu hâl;
O’nun ardınca giden ümmetine de aynı hâl üzere olabilmek bakımından ne kadar muhteşem bir istikamet nümûnesi ve ne muazzam bir takvâ…
Bizlere de düşen, Cenâb-ı Hakk’ın bu lutfuna karşı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile olan gönül râbıtamızı her an hassâsiyetle ve gerçek bir takvâ ile devam ettirebilmek.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim! Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında gönüllerimizi tenvir eden bu güzel îzahlarınız sebebiyle teşekkür ederiz.
Mevlid-i şerif rûhâniyeti ile bütün bir sene Efendimiz’e aşk ve bağlılık üzere yaşamak gayesi etrafında bu mülâkatımızı müsaadenizle birkaç sayı daha devam ettirmek mümkün müdür?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Ben de sizlere teşekkür ederim. Talebinize inşâallah derken şunu da ifade etmeli:
O’nu ne kadar anlatsak az. Çünkü O’nun hakkında bilebildiklerimiz, belki de koca bir okyanusun içinden sadece terzi yüksüğü kadar bile değildir. Ancak bu da bambaşka bir mazhariyettir, müstesnâ bir ilâhî lütuftur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in engin seviyesini ve derinliğini tefekkür husûsunda şu hadîs-i şerif pek mânidardır:
“Allâh’a yemin ederim ki; eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, sahrâlara düşerdiniz, evlerinize dönemezdiniz.” (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Kalbî duâmız şudur ki;
Yüce Rabbimiz, bizleri bu dünyada O’nun sünneti üzere yaşayarak âhirette O’nun mübârek sîmâsını tebessüm ettiren ümmetinden olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin!
Âmîn…