DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
RABBİMİZLE DOST OLABİLMEK İÇİN
Cenâb-ı Hak, yarattığı kullarını çok seviyor ve çok sevdiği kuluyla dost olmayı arzu ediyor. Tabi dostluk, bir bedelle olur. Dostluk, bir müştereklikten kaynaklanır.
Kelime-i tevhid anahtarıyla İslâm dairesinin içine giren bir mü’mine yakışan; dostluğun gerektirdiği gibi hareket etmektir. Yani gönül âleminden nefsânî arzuları bertaraf edecek, boşaltacak ve Cenâb-ı Hak’la beraberliği temin edecek.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyruluyor.
Kul, bütün fânî muhabbetleri aşacak. Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın muhabbetine kavuşacak. Dost, dostuna bir vefâ hâlinde olur. Cenâb-ı Hak bu dostluğun mukâbilini de muhtelif âyetlerde bize bildiriyor.
Meselâ bir son nefesimizi bildiriyor. Meleklerin ineceğini, Cennet’le müjdeleyeceğini bildiriyor. Zor bir zaman.
Kıyâmet çok büyük bir infilâk. Her şeyin alt üst olduğu bir an. Orada Cenâb-ı Hak:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ buyuruyor.
“…Onlar üzülmeyeceklerdir, korkmayacaklardır.” (Bkz. Yûnus, 62) buyuruyor.
Ve Cenâb-ı Hak bizi dâimâ dostluğa davet ediyor. Dostluktan gelen bize mesaj da:
“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur, huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ buyruluyor. “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Bu nasıl olacak? Kademe kademe nefsânî arzular bertaraf edilecek. Hak dostlarının, aşağı-yukarı durumu.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا
(“(Nefse) kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki…” [eş-Şems, 8])
Allah’tan uzaklaştıran her şey silinecek, kazınacak. Kazınacak, bir eseri bile, izi bile kalmayacak. Ve kul, takvâya merhaleler alacak.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
İç âlem temizlenecek. Bilhassa çok kötü vasıflardan, hepsinden korunacak, bilhassa üç kötü vasıf;
Bir; “kibir” olmayacak mü’minde. “Ben yaptım, ben ettim…” “Ben” kelimesi lügatte kalacak. “Sen’sin yâ Rabbi!” diyecek. O istîdâdı veren kim? O gücü kuvveti veren kim? Fâil-i Mutlak’ı kalbin görebilmesi…
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendisini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)
Demek ki bir dost, Allah ile dost olan bir mü’minin en başta kalbinden kazıyacağı, “enâniyet” oluyor. “Ben” yok. “Ben kazandım, ben ettim.” yok. “Yâ Rabbi! Sen lûtfettin, Sen’in lûtfundur.”
Efendimiz bile, bir fârik vasfını bildirme mecbûriyetinde kaldığı zaman “لَا فَخْرَ” buyururdu “övünme yok” buyururdu. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
Yine Cenâb-ı Hak, bu, varlıkta şımaranların durumunu bildiriyor:
Kasas Sûresi’nde Kârun’a cemaat:
“…Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.” (el-Kasas, 76) buyuruyor.
Demek ki gönül, şımarıklıktan neyle korunacak? İç âlem derinleşecek. Tefekkür artacak.
İkincisi; “cimri” Allah dostu olamaz.
Cimri nedir? İnsanın kendisinin olmayan bir malı kendisinin zannederek şahsına saklaması. Bu da en büyük şaşkınlık. Çünkü beşerî sistemlerde olduğu gibi; mülk ne fertlerindir, ne toplumundur. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” Mülk, Allâh’ındır.
Hasis ise, cimri ise, bir şaşkınlık içinde; “mal benimdir” diyor. Onu saklıyor ve ona sığınıyor. Kendisine malı gönderene değil de gönderilen mala sığınıyor. Bu da bir âmâlık olmuş oluyor. Bu da Allah dostu olamaz buyruluyor.
Âyet-i kerîmede:
اَلَّذِى جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ . يَحْسَبُ اَنَّ مَالَهُ اَخْلَدَهُ . كَلَّا لَيُنْبَذَنَّ فِى الْحُطَمَةِ buyruluyor.
“O ki mal toplamış, onu sayıp durmuştur. O, malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır, ancak, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.” (el-Hümeze, 2-4)
Üçüncüsü; “ahmak”. O da Allah dostu olamaz.
Ahmak kimdir? Nefsinin esiridir. Sonsuz âhiret yurdu karşısında bu fânî dünyayı tercih ediyor. Yani deryaya mukâbil damlayı alıyor.
Kendisini avutuyor:
Allah “Gafûru’r-Rahîm”dir diyor. “Erhamu’r-Râhimîn”dir diyor. Cenâb-ı Hakk’ın “Kahhâr” sıfatını düşünmüyor. “Azîzün züntikâm” sıfatını düşünmüyor. Menfaatine göre düşünüyor.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])
Velhâsıl bu her şeyde fânîlik. İnsanda değil, hayvanda fânîlik, nebâtatta fânîlik, eşyâda fânîlik, her şeyde fânîlik. Ve her şey de devre-mülk. Yani kulun bu şaşkınlıktan, Cenâb-ı Hak, bu gafletten kurtulmasını istiyor.
Bir Hak dostu ne güzel buyuruyor:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek, “ibâdurrahmân” olabilmek.
Çok âyetler var. Furkan Sûresi’nde ayrı âyetler var, Fâtır’da:
تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [Fâtır, 29]) buyruluyor. Umulur ki en güzel, en sahih bir ticâret üzeredir. Umulur ki onlar kurtuluştadır.
Onlar, “يَتْلُونَ” tilâvet ederler. Kur’ân’la ihticâc ederler, Kur’ân’la yaşarlar, Kur’ân’la derinleşirler. Hayat rehberi Kur’ân’dır. Her şeyleri Kur’ân’dır. Namazlarını ona göre bir tâzimle îfâ ederler. Allâh’ın verdiği mülkü, kendisine tasarruf olan, emânet olan mülkü gizli -zarûreten de- açık olarak infak ederler. “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Umulur ki bunlar en hayırlı bir ticâret üzeredir. (Bkz. Fâtır, 29)
Yine Cenâb-ı Hak mü’minlerin Enfâl Sûresi’nde ayrı bir vasıflarını bildiriyor:
Allah anıldığı zaman kalpler nasıl olacak?
Âyetler okunduğu zaman yine duygular nasıl olacak?
Nasıl bir, değişen şartlarda teslîmiyet olacak?
Namaz nasıl kılınacak?
Nasıl infâk edilecek? (Bkz. el-Enfâl, 2-3)
Kulun Rabbine dost olabilmesi. Yine Cenâb-ı Hak Âl-i İmrân Sûresi’nde; “Dîn nasıl yaşanacak? Hiç boşluk olacak mı? Olmayacak mı?..”
“…Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken…” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak, bütün teferruât veriyor. Yani hiçbir zaman yok. Dinlenirken de, yatarken de, ayaktayken de Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek.
“Niçin dünyaya geldin? Niçin yaratıldın? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Yolculuğun nereye?..” Bu idrâk içinde bulunabilmek.
Bu idrâk içinde bulunanların durumu nasıl olur:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler. «Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın… Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Son insanla hepsi infilâk edecek. Hiçbir şey kalmayacak. Yeni baştan bir düzen başlayacak.
Velhâsıl hayat; -imtihan için geldik- beşik ile tabut arasında med-cezirlerle dolu bir koridor.
Ömür nedir? Üzerinde metrajı yazmayan bir makara, bir yumak. Nerede kopacağı da belli değil.
Dün, evvelsi gün, daha evvelsi gün, içimizde bâzı dostlar, ahbaplar vardı, bugün yok. “Ben ne kadar varım?” O da meçhul. Her gün takvimden bir yaprak kopuyor. Bir gün uzaklaşıyorum bu dünyadan, öbür tarafa bir gün daha yaklaşıyorum.
İşte en güzel cevap da, Efendimiz buyuruyor:
“Arkamda iki öğütçü bırakıyorum. Biri sesli konuşur; Kur’ân’dır. Öbürü de sessiz konuşur; o da ölümdür.” (M. Zekeriyâ Kandehlevî, Fezâil-i Âmâl, s. 383, Erkam Yay. İst. 1997)
İşte mezar taşlarının rutubetleri, en güzel ifadeleridir, toprak altındakilerin hâllerinin. Bize sessiz feryat hâlinde bildiren, o kabristanın, o rutubetli toprakları.
Onun için ecdâd, hep kabristanları şehir ortalarına yapmış. Câmilerin önlerine yapmış. Namaza gelip giden, kendi istikbâlini orada seyretsin.
Efendimiz buyuruyor:
“Cebrâil bana geldi. (Kendi şahsında bizlere):
«–Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.
İstediğini sev, mutlakâ ayrılacaksın.
İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını elde edeceksin.
Sen bil ki mü’minin şerefi geceleri kāim olmasında, izzeti de, insanlardan müstağnî kalmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Bu üç ayda inen âyetlere baktığımız zaman…
Mekke’de inen âyetlerin keyfiyeti ayrıdır, Medîne-i Münevvere’de inen âyetlerin keyfiyeti ayrıdır. Bu üç ayda inen âyetlerde de bize üç şey üzerinde, üç husûsiyet üzerinde duruluyor:
- Kur’ân üzerinde duruluyor:
İşte Berat Gecesi, Kadir Gecesi. Ramazan’la olan alâkalı âyetler… Demek ki Kur’ân’la hemhâl olabilme.
Diğeri: Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın verdiği ehemmiyet, kıymet:
Hiçbir peygambere vermediği bir Mîraç hâdisesi. Kadir Gecesi’nin yalnız Efendimiz’in ümmetine olması.
Üçüncüsü; gece hayatı:
Mîraç, bir gecede oluyor. Berat, bir gecede. Kadir, bir gecede. Ramazan gecelerinin ayrı husûsiyetleri.
Velhâsıl gecenin sırrından bir nasip alabilmek. Geceleri ihyâ edebilmek. Geceleri yalnız uykuya mahkûm etmemek.
Burada buyruluyor:
Sen ki diyor –Efendimiz’in şahsında bizlere-:
Sen bil ki mü’minin şerefi geceleri kāim olmasında, yani ihyâsında…
Nasıl yaşarsan, ayrılacaksın, onun çâresi yok. Fakat mü’minin de gönül âleminin ihyâsı da geceleri kâim olmasında.
İkincisi; izzeti, şerefi, haysiyeti ise insanlardan müstağnî kalmasında. Yani her derdini Cenâb-ı Hak’la paylaşması. Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ hâlinde olabilmesi.
Yani unutmamak lâzım ki Kur’ân-ı Kerîm, kâinat mektebinin ders kitabı. Muallimi, mürşid-i kâmili; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. Zira O’na, hiçbir peygambere verilmeyen bir vasıf; Cenâb-ı Hak O’nu “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olarak gönderdi. “Habîbim” sıfatıyla O’nu müzeyyen kıldı.
Biz de kendimiz seçmedik Peygamber Efendimiz’i. 124 bin peygamber arasında şu peygambere ümmet olalım demedik biz.
Demek ki biz, bir sıfır sermaye ile geldik. Cenâb-ı Hak bize ne kadar bir lûtufta bulundu.
Demek ki bunun bedelini biz nasıl ödeyeceğiz? Ashâb-ı kirâm Mekke’de bir îman bedelini ne şekilde ödemeye çalıştılar? Medîne-i Münevvere’de, yine bir mü’min olmanın bedelini ne şekilde ödediler, ödemeye çalıştılar? Her inen o ahkâm âyetlerine “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik”) (Bkz. el-Bakara, 285) dediler. Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirmeyi canlarına minnet bildiler.
Velhâsıl dostluk; fedakârlık istiyor. Dost olan iki fânî bile, birbirine bir sadâkat hâlindedir.
Velhâsıl dostluk nedir? Sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları bende ne kadar tecellî hâlinde? Efendimiz’de ne kadar tecellî hâlindeydi? Ashâb-ı kirâmda ve evliyâullah’ta ne kadar tecellî hâlindeydi? Bende ne kadar tecellî hâlinde?..