Ebedî Fecre
Yıl: 2013 Ay: Ağustos Sayı: 102
KEYFİYETLİ BİR KULLUK
Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine, ancak kulluk ile nâil olabiliriz. Ancak ihlâslı, takvâlı ve keyfiyetli bir kulluk ile…
Kulluk vazifeleri iki türlü:
Zâhirî vazifeler, bâtınî vazifeler…
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi İslâm umdeleri; zâhirî ve müşahhas vazifelerimiz. Ancak kâmil bir ibâdet, yani Hakk’ın istediği bir kulluk, bunlardan ibâret değil. Bir de bütün hayat tarzımızı ve şahsiyetimizin derinliklerini kuşatan mânevî / bâtınî / ahlâkî vazifelerimiz var.
İslâm’ın bütün vecîbelerinden bir gaye de, mü’minlerde güzel ahlâkın husûle gelmesidir. Yani;
BÂTINÎ FARZLAR…
Bir mü’min ve müslüman olarak bize beş vakit namaz kılmamız nasıl farz ise, her zaman mütevâzı olmamız da farz…
Zâhiren her yıl malımızın kırkta birini zekât vermemiz nasıl farz ise, bütün mahlûkāta şâmil bir merhamete sahip olmamız da farz…
Ramazân-ı şerif ve onda farz olan oruç; kulluğun bu iki veçhesini anlamamıza daha iyi hizmet eder:
Ramazan orucu zâhiren; bir ay boyunca fecir vaktinden gurub vaktine kadar yeme-içme gibi bedenî hazlardan uzak durmaktır. Fakat bu fıkhî ve zâhirî sıhhat şartları yanında, orucumuzun Hak katında makbul olması için; lisânımızın kalplere diken batırmamasına, sözlerimizin doğru, güzel, yumuşak olmasına dikkat etmemiz; kinden, hasetten ve bunların yol açtığı gıybetten, yalandan, iftiradan, lâf taşıyıcılıktan uzak durmamız da şarttır. Bunlar işlenirse, oruç fıkhen / zâhiren bozulmaz. Fakat böyle bir oruç, insana açlıktan başka bir şey kazandırmaz. İşte bunlar orucun bâtınıdır.
Çünkü Ramazân-ı şerif; sadece belirli saatler arasında yemekten uzak kalmaktan ibâret sanılırsa, ondaki feyiz ve rûhâniyetin tahsili mümkün olmaz. Ramazân-ı şeriften murad; çok yönlü bir riyâzat terbiyesidir.
Riyâzat; alıştırmak, eğitmek, terbiye etmek demektir. Lügatte at gibi vahşî mahlûkātı, terbiye edip sahibinin hizmetine âmâde hâle getirmeye riyâzat denilmiştir.
Nefis de, insan terkîbinde başlangıçta ham ve vahşî bir binektir. Onun; yeme-içmesi tahdit edilerek; birtakım hizmet, gayret ve mücâhedelere tâbî tutularak terbiye edilmesi zarûrîdir. Aksi hâlde, insanı bir avuç ot hükmündeki nefsânî hevesler peşinde uçurumlara yuvarlar. Nefs bineği, ancak riyâzat ve mücâhede ile iradeye râm olur ve Rabbine boyun eğer.
Riyâzatın bir mânâsı da; taşlık, susuz ve verimsiz arazileri bakım ve gayretlerle verimli bir bahçe (ravza / riyâz) hâline getirmektir.
Nefs de başlangıçta; içine fücûrun ilhâm olunduğu, şeytanın telkinlerine elverişli ham bir vaziyettedir. Tezkiye edilip, vahyin bereketli yağmurlarıyla tohum mesâbesindeki rûhânî istîdatlarına inkişâf imkânı verilmez ise, insan; «belhüm edall: Hayvanattan daha aşağı ve daha da şaşkın» derekesinden kurtulamaz, âkıbeti hüsrân olur.
Ancak terbiye ve tezkiye edilirse, felâh gerçekleşir; kul, ilâhî tecellîlerle bir cennet bahçesine dönüşmüş bir kalbe mazhar olur. Mü’minlerin felâhı yani cennet bağına kavuşmak da, ancak nefsi terbiye ve kalbi tasfiye gayretleriyle mümkündür.
Arapçada; sıhhat ve zindelik için bedenî alıştırmalar yapmak mânâsında spora da, zihnin hudutsuz nazariyat âleminde eğitilerek geliştirilmesi mânâsında matematiğe de riyâzat adı verilir. Nasıl bedenin kasları ve zihnin melekeleri, açılmak ve çalışmak için alıştırmalar yapmaya muhtaç ise; rûhânî kuvveler de, nefsi itaat altına alıcı alıştırmalara muhtaçtır. Ramazân-ı şerifte bir ay boyunca üst üste oruç tutulması, bunu ihlâl edenler için ceza ve keffâret olarak bu müddetin iki aya çıkarılması böyle bir alıştırma ve tekrarlama hikmetine mebnîdir.
Tasavvufta da, şehvetlerden kurtularak, ahlâkın kemâle ulaştırılması yönünde; yeme-içme, servet, uyku ve konuşma gibi beşerî alâkaların terbiye altına alınması riyâzattır.
Ramazân-ı şerif, işte bu riyâzatın üç derecesine bir mektep ve dergâhtır:
GIDADA RİYÂZAT
Yani helâlleri bile asgarîde kullanmak. «Kıllet-i taâm» prensibini bir ay boyunca muntazam bir şekilde hayata geçirmek. Böylece bedeni, oburluğun pençesinden kurtarabilmek. Bunun neticesinde;
Kalbin bir rikkat ve hassâsiyet kazanabilmesi. Bu hassâsiyet sayesinde; kıtlık yıllarında hazine vekilliği yaparken, riyâzat içinde yaşayan Hazret-i Yûsuf misâli, açlığın inkişâf ettirdiği hikmetlere âşinâ olarak açların hâlini anlar hâle gelmek. Kur’ân-ı Kerim’deki;
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın!..”(el-Bakara, 273)âyetini yaşayacak bir basîret gözüne sahip olabilmek. Böylece merhamet ve acımayı inkişâf ettirmek: Zira acıyan kimse, cömert olur. Acıyan merhametli olur. Acıyan mütevâzı olur. Acıyan hizmet ehlidir.
Orucu, sadece asgarî fıkhî ölçülerinde bırakmayıp bütün uzuvlara yansıtabilmek. Ağız ile birlikte, gözün de, kulağın da, kalbin de gerekli terbiyeye, riyâzata girmesi… Bilhassa dilin, bir rahmet lisânı olması.
Daha sonra bu riyâzattan tahsil edilen hâl ve kıvâmı, Ramazân’ın ötesine taşırarak hayatımızın her ânına yansıtabilmek. Şevvalleri, Zilhicceleri, Muharremleri de bir Ramazan riyâzatıyla yaşayıp, bir dahaki üç aylar mevsimine; terfî etmiş, derece kazanmış bir kalp ile ulaşmak.
Oruçtaki riyâzat, bütün bu güzel hâlleri peş peşe ihsân eder. Diğer taraftan oruç; sâir zamanlarda alışkanlık ve ülfet ile tefekkür ve teşekküründen uzak ve mahrum kaldığımız nimetleri tefekkür ettirir, kadr u kıymetini idrâk ettirir.
İnsan, Rabbine ne kadar muhtaç olduğunu da oruç ile bir daha anlar. Bir an O’ndan müstağnî kalmasının mümkün olmadığını idrâk eder.
Orucun bedenî riyâzatını, malî hayata da geçirmek îcâb eder:
SERVETTE RİYÂZAT
Servetin gerçek saâdet ve saltanatı; kendimizi cimrilik ve israftan koruyarak, malı Allah yolunda infâk edebilmektir.
Çünkü; mülk hakikatte Allâh’a aittir. Kişinin emânet mal ve mülkü kendi nefsine harcaması israf, nefsine biriktirmesi ise cimriliktir. İkisi de kişinin ebedî saâdetini felâkete döndüren bâtınî haramlardandır.
Doğru olan ise; nefse harcama yaparken riyâzatı esas almak, yani kifâyet ve kifâf-ı nefs hudutlarını aşmaması istikametinde, nefsi terbiye etmektir.
Günümüzde reklâmların tesiri altında; moda, lüks ve marka gibi israf tuzakları, servette riyâzatın ehemmiyetini daha da artırmaktır. Çâre; maddenin pençesinden kurtulmak ve riyâzat hâlinde bir istifâdeden artanı infâk etmektir.
Fakir ve zenginin bir araya geldiği iftar sofraları ve terâvih safları; maddiyat ile olan münasebetlerimizi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzetebilmemiz, yani rüzgârlar gibi infâk edebilmemiz için ne büyük bir fırsattır.
İnfak o kadar mühimdir ki, Kur’ân-ı Kerim’de 200’den fazla yerde geçmektedir. İnfâkı, sadece zâhirî farz olan zekât hudûdunda görmemeli, onu da îfâ ettikten sonra; tasadduk, karz-ı hasen, vakıf, yetimlerin ihtiyaçlarını üstlenmek, akrabayı gözetmek, İslâm beldelerinde mazlum, zavallı müslümanların dertleriyle dertlenmek gibi vazifeleri de ihmâl etmemelidir.
Çünkü, İslâm toplumunda; fakir zengine zimmetlidir. Hasta sağlama, zayıf güçlüye, hâsılı kardeş kardeşe zimmetlidir. Asgarînin asgarîsi bir malı, zekât diye ayırıp da; «Ben üzerime düşeni yaptım!» diye düşünmek, bu zimmet borcunu üzerimizden kaldırmaz.
İslâm; hayatın her safhasını, mü’min kulun varlığının her sahasını ihâta eder. Ramazân-ı şerifte tahsilini yaptığımız riyâzatın bir şubesi de bedenî kuvvettedir.
BEDEN KUVVETİNDE RİYÂZAT
Beden kuvvetini, Allah yolunda hizmetten, cihaddan ve gayretten sakınmak; tembellik, üşengeçlik, acziyet gibi bâtınî haramlara dûçâr olmak demektir.
İnsanın bir şerhi olan kâinatta da her şey her an aktiftir. Zerreden kürreye her şey dâimî bir gayret hâlindedir.
Zerreye bakalım: Proton ve nötronlar kendi tesbihatlarını dâimî deveranlarıyla hiç durmaksızın edâ etmekteler…
Kürreler âlemine bakalım: Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, peykler her biri bir felekte yüzercesine akıp gitmekte, dâimî bir heyecan, sa‘y ü gayret hâlindeler.
Vücudumuzda kalbimiz hiç durmuyor, teneffüs, kan dolaşımı, hücrelerin tazelenmesi, biz uyuduğumuzda dahî fâsılasız bir çalışma hâlinde…
Kalbimiz, yıllık izin istemiyor. Güneş haftada bir veya iki gün istirahate çekilmiyor. Bütün bunların, bizim ibâdet ve hizmet hayatımıza mesajı; mûtedil bir şekilde, fakat devamlı bir sa‘y ü gayretin lüzumlu olduğudur. Uzun süreli bir tatil ve istirahat; ancak bereket ve hizmetle dolu bir ömrün sonunda nasîb olan huzurlu bir ölümü müteakip, kabirde yaşanabilir.
Ramazân-ı şerif de, orucun yanında; beş vakit camiye cemaate iştirâk etme, mukābele, terâvih, teheccüd, fitre ve zekât gayreti, tasadduk ve infak, iftar verme, Kur’ân müesseselerine, sohbetlere, umrelere, sıla-i rahim ziyaretlerine hizmete koşmak sûretinde zaman ve emek isteyen bir hayırlı faaliyetler harman ve hasadı oluşturmaktadır. Bu da zaman ve emek sermâyesini sarf ederken, bir başka ifadeyle bedenî kuvvetimizi harcarken riyâzat terbiyesini kazandırmaktadır.
Ramazân’ın lâhûtî atmosferinde muhabbetle hizmete ve ibâdete alışan gönüller; Ramazan sonrasında da cemaate devamı, teheccüdleri ve hizmetleri muhafaza etmeye gayret etmelidir.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, beden kuvvetinin israf ve cimriliğinden Allâh’a sığınarak şöyle duâ buyururlardı:
“Ey Rabbim! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, eli-kolu dökülür derecede tâkatsizlikten Sana sığınırım…”(Buhârî, Deavât, 38)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı; beden kuvvetini de, riyâzat ölçülerinde bir istirahat ve uykunun dışında, Allah yoluna sarf etmenin misalleriyle doludur.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 24 saati, Rabbine tâat ve ümmetine hizmet için idi. Ashâb-ı suffenin ve diğer ashâbın hocasıydı, yani hem bedenî hem de zihnî melekeleriyle de dâimâ zaman ve emek sermâyesinden infâk hâlindeydi.
Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî’nin inşâsında bizzat taş taşıdı. «Siz taşımayın, biz sizin için de taşırız!» diyenlere;
«Siz Allâh’a, benden daha çok muhtaç değilsiniz!» buyurdu ve hizmetine devam etti.(Semhûdî, I, 333)
Cihad meydanında da İslâm’ın galebesi için cesaret ve gayrette en önde idi. Hattâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:
«Biz en tehlikeli anlarda O’nun arkasına sığınırdık.»
Sefer esnasında da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine faaliyet içindeydi. Gidişte en önde giderek orduya şevk verir, dönüşte ise en arkadan gelerek, muhtaçları tespit eder, teselli eder ve koruması altına alırdı.
Üsve-i hasene olan Efendimiz’in her hâlini hayatlarının medârı hâline getiren ecdâdımız; kurdukları binlerce vakıflarıyla, hem fiilen hem maddeten hem de mânen hizmet etmişlerdir. Bunlardan Sultan Birinci Ahmed, meşhur Sultanahmet Camii’nin inşaatında tebdil-i kıyâfet taş taşıyarak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetini îfâ etmiş bir gönül sultanıdır.
Cenâb-ı Hak; gıda, servet, zaman ve emek sahasındaki bu riyâzatların feyiz ve bereketine bir lütuf ve mükâfat bahşetmiştir:
KADİR GECESİ
Oruç, servet ve bedenî gücümüzde riyâzatı tâlim edeceğimiz bir Ramazân’ın bir lutfu da Kadir Gecesi’dir.
Enbiyâ içinde yalnızca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e lutfedilen Kadir Gecesi; kıymet ve mânâsını Kur’ân-ı Kerim’den alan, âyet-i kerîmenin ifadesiyle, «bin aydan hayırlı» olan bir ganîmet fırsatıdır. Birçok sırlı ikram gibi, vakti kat‘î olarak tayin edilmemiş, Ramazan gecelerinde aranması arzu edilmiştir. Gecelerin ihyâsı da; bedenî gücün, uykuya lüzumundan fazla sarf edilmemesi yönüyle yine bir riyâzattır, «kıllet-i menâm» (az uyumak) diye adlandırılan bir vazifedir.
Bu riyâzatlarla dolu Ramazân-ı şerîfin neticesi bayram saâdetidir. İnşâallah bu riyâzat hayatını, ömrümüze yaymaya muvaffak olduğumuz takdirde, ömrün nihayeti de Rabbimiz’in inâyetiyle bayram sürûr ve bahtiyarlığı yaşatacak, şeb-i arûs misâli ölümü güzelleştirecek bir düğün olacaktır.
Bayramları da zâhiri ve bâtınıyla doğru şekilde idrâk etmek mecburiyetindeyiz. Cenâb-ı Hakk’ın ikramları olan bayramlar; asla, nefsimiz için bir atâlet ve tatil bahanesi edilmemelidir. Aksine, bayramlar; hayatın rutin akışında fırsat bulunamayan akraba ziyareti, sıla-i rahim, eş-dost, komşu ve yakınların hâl ve hatırlarının sorulması, yetim ve öksüzlerin sevindirilmesi, yoksulların hânelerinin şenlendirilmesi fırsatıdır.
Sıla-i rahim gibi mühim bir vecîbeyi telefon mesajıyla îfâ ettiği zehâbına kapılıp; bayramları nefsânî rahat ve konforun hizmetine sarf etmek, mühim bir israf olur. Bayram geceleri, kandiller gibi mübârek gecelerdendir. Bayram da, tıpkı Ramazân-ı şerif geceleri ve Kadir Gecesi gibi ibâdet vecdiyle idrâk edilmelidir. Böylece, Ramazan’da hâsıl olan mâneviyat kıvâmı ziyân edilmemiş, Ramazan’dan Şevvâl’e, oradan her ay ve yıla taşınmış olur.
İşte Ramazân’ı sadece zâhiren oruç ibâdetini gerçekleştirerek idrâk etmek ile; bu saydığımız derûnî, bâtınî kıymetleriyle şuuruna vara vara îfâ etmek arasında dağlar kadar fark vardır.
Dînimizin bizden istediği bu bâtınî, ahlâkî, derûnî vazifeleri yerine getirmezsek; zâhirî farzları da hakkıyla îfâ etmediğimiz anlaşılır. Zira zâhirî farzlardan bir maksat da güzel ahlâkın tesisidir.
Bâtınî farzlara aksi zâviyeden baktığımızda, bâtınî yasaklara ulaşırız:
Mütevâzı olmak, bâtınî farz. Kibir, bâtınî yasak…
Cömert ve merhametli olmak, bâtınî farz. Cimri olmak, bâtınen haram.
Mü’min kardeşini Allah için sevmek, farz. Kalpte mü’mine karşı kin beslemek, haram.
Rızâ, farz. Haset, haram. Şükür, farz. Nankörlük, haram. Temizlik, farz. Habâsetten arınmamak, haram…
Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve gazabı da bu ölçülere riâyet ve riâyetsizlik nisbetinde tecellî etmektedir.
Âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ; sevmediği kötü huy ve vasıfları beyan buyurarak biz kullarını bunlardan sakındırmıştır.
Kötü ahlâktan kaçınma titizlik ve hassâsiyeti bizde bir şahsiyet hâline gelmelidir. Zâhiri ve bâtınıyla, Rabbimiz’in sevmediği huylardan uzak durma gayretimiz, tabiat-ı asliyemiz olmalıdır.
Bâtınî haramların yani kötü huyların başında insanı en çok tahrik eden enâniyet gelir.
ENÂNİYET VE KİBİR
Allah korusun; İblis de, Kārun da enâniyet ve kibirleri yüzünden kahroldular. Şu hadîs-i şerif, kibrin zâhir ve bâtın ölçülerini vermekte ve onun cennete girmeye mâni ne fecî bir haram olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, bir gün Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu.
Bunu duyan bir adam;
“–Ama insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” deyince, Allah Rasûlü;
“–Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 147)
Yani kibir; insanın kul olduğunu, acziyetini, hiçliğini unutması, reddetmesi ve kendisini başkalarından yüksek görerek, tepeden bakmasıdır.
Kibir, enâniyet, kendini beğenmişlik ve böbürlenme Hak katında o kadar mezmumdur ki; müteaddit âyetlerde Cenâb-ı Hak bu kötü vasıfları sevmediğini ifade buyurmuştur:
“… Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.”(en-Nisâ, 36)
Bu âyet-i kerîmede infak ve hizmet emirlerinin sonunda bu ihtarın gelmesi mânidardır. Zira, yukarıda zikrettiğimiz beden gücünde riyâzat ve infak hasletinin önündeki en büyük mâni; kişinin nefsinin gururuna kapılarak, enâniyetle hizmetten kaçınmasıdır. Tevâzu ve hiçlik şuuruna ermiş olanlar ise; mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakarak, hizmeti bir nimet bilmişlerdir.
Huylar, yaratılışımızda nüve hâlinde mevcuttur. Ailede başlayacak mânevî terbiye ile bu huyların menfî şekilde zuhûr etmesinin önüne geçilmelidir. Hazret-i Lokman’ın oğluna nasihatleri içinde, kibir ve böbürlenmenin tezâhürleri olan davranışlardan sakındırma vardır:
“Yavrucuğum! (…) Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.”(Lokmân, 18)
Bugün batı dünyasında; adına gurur, kibir denmese de, insanlara aşırı bir özgüven, sınırsız bir hürriyet ve şımarıklık telkin edilmektedir. Moda ve reklâmlardan beslenen ve gösterişliliği hedefleyen kılık-kıyâfetler, hattâ bakışlar, oturuşlar, duruşlar, her şey; gurur, kibir ve enâniyet ile doldurulmaktadır. Mehmed Âkif;
Nazarlardan taşan mânâ «ibâdullâh»ı istihkar!
diyerek bu çirkin tavrı hulâsa etmiştir.
Cenâb-ı Hak ise; sâdık kullarının, yeryüzünde alçakgönüllü bir şekilde, mütevâzıâne yürüdüklerini methederek beyan buyurur. (el-Furkān, 63)
Cenâb-ı Hakk’ın azameti karşısında hiçliğini idrâk etmiş bir kul; asla kibirlenemez, böbürlenemez. Çünkü kazanmış, başarmış, elde etmiş ise, Allah lutfetmiştir. Meseleye kader zâviyesinden bakıldığında da, kibrin ve övünmenin ne kadar boş ve «muhabbetullah»tan insanı uzaklaştıran bir kötü huy olduğu anlaşılır:
“Ne arzda ne de nefislerinde bir musîbet başa gelmez ki Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allâh’a göre kolaydır.
Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allâh’ın size verdiği nimetlere güvenerek şımarmayasınız. Çünkü Allah; kendini beğenip böbürlenen, çok övünen kimseleri sevmez.”(el-Hadîd, 23)
İnsanı kibre sevk eden; ekseriyâ servet, makam-mevki gibi dünyalıklara aldanması ve onlarla şımarmasıdır. Kārûn’a kavminin şöyle dediği âyet-i kerîmede beyan buyurulur:
“Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.”(el-Kasas, 76)
Kibir, şımarıklık ve böbürlenme, insanı küfre dahî sürükler. Cenâb-ı Hak; kâfirlerin başlıca vasıfları arasında büyüklük taslamayı zikretmiştir:
“İlâhınız bir tek ilâhtır. Fakat âhirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir. Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez.” (en-Nahl, 22-23)
Hak karşısında acziyetini anlayan kul, kalbinden kin ve nefreti söküp atmalı, teslîmiyet ve rızâ duygularıyla dolmalıdır.
Cenâb-ı Hak, sevdiği hâl üzere sâlih amellerle meşgul bulunan kullarından eylesin.
«Lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r Rasûlullah» kelime-i tevhîdini hayatına nakşeden, yani «lâ» kılıcıyla kalbini enâniyet, haset, yalan, hıyânet ve benzeri bütün kötülüklerden temizleyen ve «illâ!» derecesine vâsıl olarak, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes olan kullarından eylesin.
Riyâzat ve oruç mevsimi Ramazân-ı şerifleri, en güzel şekilde edâ edebilmemizi nasîb eylesin. Oruçlarımızın ve riyâzatımızın; bizleri Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği bâtınî haramlardan, kötü ve rezil huylardan koruyan bir kalkan olmasını Rabbimiz’den niyaz edelim.
Eğer ibâdetlerimiz bu dünyada bizi, kötü huylardan muhafaza ederse; öbür dünyada da cehenneme karşı bir kalkan olacaktır.
Yâ Rabbî!.. Bizleri yeniden feyiz ve bereketin, mânâ ve rûhâniyetin sağanak sağanak yağdığı mübârek zamanlara eriştir. Ramazân-ı şerîfin riyâzat, infak, ibâdet ve tilâvet iklimini ömürlerimize yayabilmemizi nasip buyur.
Habîbin Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Sen’den niyâz eylediği hayırları biz de Sen’den niyâz ediyoruz. O’nun Sana sığındığı kötülüklerden biz de Sana sığınıyoruz. Kabul buyur yâ Rabbî!..
Âmîn!..