Genç Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Mart Sayı: 162
Önceki Sayıdan Devam…
Her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle âhenk teşkil eder.
İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi, fıtrî istîdatların, İslâm sâyesinde ilâhî ilim, irfan ve hikmetle teçhiz edilmiş olmasıdır. Yani o toplumun güzîde insanları, nefsânî problemleri bertaraf ederek, gönüllerini, hakikî ilim ve irfan ile mezcetmişlerdi.
Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî feyz ve rûhâniyetin kucaklaşıp aynîleşmesi; mükemmel bir medeniyet şâhikası ortaya çıkarmıştır. Bu şâhikanın tarihî adı, hiç şüphesiz ki 620 sene kesintisiz ömür sürmüş olan Osmanlı’dır.
Ecdâdımız Osmanlı, asr-ı saâdetteki o rahmet üslûbunu devam ettirmeye gayret eden bir rahmet toplumuydu.
Hakîkaten, ecdâdımız, maddî îmarla mânevî îmârı birlikte yürütmüşlerdi. Beldelerin fethini, gönüllerin fethi için yapan, yüksek ufuklu şahsiyetler yetiştirdiler.
Osmanlıʼnın velî bânîsi Osman Gâziʼnin, oğlu Orhan Gâziʼye ve onun şahsında istikbâlin bütün devlet adamlarına yaptığı nasihatler de bunun bir ifadesiydi. Diyordu ki o büyük insan:
“Oğul! Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymak (hidâyetlere vesîle olmak)tır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «i‘lâ-yı kelimetullah»tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir, (kalplerin fethidir).”
Orhan Gâzi de; “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde gerçekleştirmeyi tercih ediyordu. Zâhirî fütûhâtı, gönül fetihleri ile ebedîleştiriyordu. Fethedilen yerlere en evvel, gönül ehli, sâlih ve sâliha müʼminleri iskân ediyordu. Onların örnek yaşayışları ve hâl ile tebliğleri, bölge halkının hidâyetine vesîle oluyordu.
Orhan Gâzi de, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:
“Osmanlı’nın iki kıta üzerinde hükümrân olması yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”
Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar gitti, orada şehid oldu.
Birinci Murad Han, Bursaʼnın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken, o rahatı bırakıp Kosovaʼya kadar gitti, i‘lâ-yı kelimetullah için şehîd oldu. Kosova meydanında iki ordu karşılaşınca;
“–Yâ Rabbi! Bugün bir bayram olsun, o bayramın kurbanı da ben olayım.” niyâzında bulundu.
İşte bugün o topraklarda okunan her ezandan, kılınan her namazdan Sultan Murad’a hisseler, sadaka-i câriyeler devam ediyor.
Birinci Murad Han, o topraklara Anadolu’nun temiz halkını niçin götürdü? Arkadan gelen nesiller, her yeri çil çil kubbelerle neden süsledi?
Bunların hepsi de, Efendimizʼe “hayırlı bir ümmet” olabilmek, “rahmet toplumu”nu çoğaltabilmek, hayra dâvet eden bir ümmet olabilmek içindi hiç şüphesiz. Allâhʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Ensâr ve Muhâcirlerin izinden gidebilmek içindi.
Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde, Muhâcirler/Mekkeliler ve Ensâr/Medînelileri zikrettikten sonra, bizlere de “Onlara tâbî olan ihsan sahipleri”nden olmamızı, yani onların izinden gitmemizi emrediyor.
Bunun zıddına; dünyanın süsüne, gösterişine, rahatına aldanıp da Allâhʼın rızâsını tahsil gayretlerinden uzak kalanları îkaz sadedinde ise, Bakara Sûresi’nin 195. âyetinde, “…(Kendi elinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” buyuruyor.
Bunun için ashâb-ı kirâm, son nefes/yakîn gelene kadar, Allâh’ın verdiği îman nîmetinin bedelini ödeyebilmek için, Medîne hurmalıklarını bırakarak tâ Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti.
Ömer bin Abdülaziz döneminde İspanyaʼya çıkıldı. 7 bin kişiyle, 95 bin kişilik İspanya ordusu bertaraf edildi.
Ukbe bin Nâfî Kayrevanʼa kadar gitti:
“–Yâ Rabbi! Şu koca deniz olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim. Fakat önüme koca bir deniz çıktı!” dedi.
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden dönerken şöyle demişti:
“–Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!”
İşte bu ne idi? Bir müslümanın hidâyet ufku!.. Hidâyet için dertlenmesiydi. Toprakları kanla sulamak değil, insanların gönüllerinin fethiydi…
Bütün bu gayretler hep “kendini tehlikeye atmama” endişesinin bir tezâhürüydü.
Onların bütün derdi, i‘lâ-yı kelimetullâh idi. İnsanlığı İslâmʼın saâdet ve huzuruyla tanıştırmaktı. Onlar hakka ve hayra çağırıyorlardı. İnsanlığın ebedî kurtuluşu için çırpınıyorlardı.
Fatih Sultan Mehmed Han, Trabzon seferine giderken Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun kendisine şöyle der:
“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?”
Fatih ise şu mukâbelede bulunur:
“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki, çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzi denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”
Fatih Sultan Mehmed; Bosna’yı fethettikten sonra Anadolu’nun temiz, keyfiyetli bir şekilde yetişmiş, güzel insanlarını getirdi, Bosna’ya yerleştirdi. Onların temsil ettiği İslâm’a hayran olan nasipli Boşnakların hepsi müslüman oldu.
Yani ecdâdımız, haritayı büyütmek için değil, i‘lâ-yı kelimetullah için seferden sefere koştu.
Ashâb-ı kirâm ve onların izini takip eden ecdâdımız, çıktığı seferlerde, toprak almaya değil ihsân etmeye gittiler. Bütün imkânları; fethedilen beldelerin insanına hizmete, ihsâna, ikrâma çevirdiler. Fethedilen beldeler, İslâm’ın fazîletleriyle mâmur hâle geldi, bereket buldu. Gönüller ihyâ edildi.
Tarihte büyük istîlâların, büyük göçlere sebebiyet verdiği, bir gerçektir. Çünkü işgalcilerin, zulüm, talan ve tecavüzleri sebebiyle halk daha emniyetli yerlere kaçar. Tıpkı Moğol istîlâlarından kaçarak Anadolu’ya gelenler gibi…
Fakat İslâm fütuhâtının gerçekleştiği geniş coğrafyalarda ise böyle bir kaçış yaşanmamıştır. Hattâ, yaşadıkları topraklarda zulüm gören yabancılar da İslâm memleketlerine sığınmışlardır.
Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa, İspanya’da katliamdan kaçan yahudileri İstanbul’a taşımıştır. İstanbul halkı da “bunlar mazlumlardır” diyerek onlara ikram ve ihsanda bulunmuştur. Onların bir kısmı da müslüman olmuştur.
İslâm; kimsenin dînini zorla değiştirmemiş, malına el koymamıştır. Aksine mahdut bir cizye karşılığında, reâyânın hürriyet ve emniyeti, devletin boynunun borcu olmuştur.
Tarihten çok ibretli bir misal vereyim:
Plevne kahramanı Gâzi Osman Paşa, altı ay boyunca Rusların muhâsarası altında kalmıştı. İkmâli de tükenmesine rağmen teslim olmadı. Yarma harekâtı yapmaktan başka çaresi kalmadı. O sırada Bulgarların ileri gelenlerini çağırdı:
“–Ben sizi korumak için sizlerden cizye almıştım. Fakat sizi muhafaza edecek gücüm kalmadı. Onun için aldığım cizyeleri size iade ediyorum.” dedi.
Velhâsıl müslüman, her hâliyle bir numûne olacak. Yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olacak.
Bunun tarihte misalleri çok. Tarih boyunca İslâm fâtihlerinin asıl hedefi; toprağı kanla sulayarak beldeleri ele geçirmek değil, zulümleri bertaraf ederek gönülleri fethetmek olmuştur.
Bunun içindir ki fethedilen beldelerin insanları, fâtihlerine hayran oldular. Birçok beldeye, fâtihlerini davet ettiler.
Meselâ İstanbul’un fethi esnâsında Bizans asilleri Ayasofya’da ne yapacaklarını müzâkere ederken, bazıları Roma’dan yardım istemeyi teklif ettiler. O zaman Bizans asillerinden Notaras;
“İstanbul’da (bize zulmeden) kardinallerin şapkasını görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..” dedi.
Çığırından çıkmış Hristiyanlığın akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklarına isyan ederek protestan mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther:
“Yâ Rabbi! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasiplenelim!..” dedi.
Yine Martin Luther, halkı acımasızca sömüren kendi idarecilerini de şu sözlerle îkaz etti:
“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idaresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha çok merhametlidir.”
16. yüzyılda Osmanlı ile bir hayli mücâdele edip “Hristiyan Şövalye” ünvânını alan, ancak Osmanlı’nın eşsiz adâletinin de farkında olan Boğdan beyi Stefan da, ölüm döşeğinde iken oğullarına şöyle dedi:
“Siz belki yakında himâyeye muhtaç kalacaksınız. Böyle bir durumda aslâ Rus’a yanaşmayın; sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılar’a emânet edin; onlar âdil ve merhametlidirler!..”
Ecdâdımız, gittiği her yerde huzur kaynağı oldu. Hattâ Lehistan’da:
“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı” sözü, bir darb-ı mesel hâline geldi.
Hollanda’nın Leiden şehrinin merkezindeki beş katlı tarihî belediye binasının en üst katında Barbaros Hayreddin Paşa’nın büstü vardır. İspanyollar’ın Hollanda topraklarını ele geçirme plânlarının, Hollandalıları himaye eden Barbaros’un korkusu sebebiyle bozulmuş olması sonucu, bir minnettarlık ifadesi olarak yapılmıştır. Hollandalılar büstün altına, büyük ve yaldızlı harfler ile “Altın Türk’ün Adına” ibâresini nakşetmişlerdir.
Velhâsıl biz, tarihte böyle bir medeniyet kurduk. Gerçek medeniyeti biz tesis ettik.
Önümüzdeki Sayı Devam Edecek…