DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
RAMAZAN, GÖNÜL SOFRASININ KURULDUĞU AYDIR
Ramazan, bulunmaz bir mevsim. Cenâb-ı Hak lûtfediyor bu mevsimi. Evet oruç var, birtakım yorgunluklar oluyor vs. ama onların karşılığında büyük mükâfat var. Cenâb-ı Hak:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyuruyor.
Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak bir rahmet, bir kolaylık Cenâb-ı Hak ihsân ediyor. Dünyada bütün zorluklardan sonra nefis tezkiyesi olacak, kul Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Eğer kullar Ramazan’ın faziletini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi.” (Heysemî, c. III, sf. 141)
Mevlânâ da buyuruyor ki, bir Hak dostu:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki gökten sana mânevî rızıklar gelsin. Bu ay Ramazan ayı, gönül sofrasının kurulduğu aydır. (Yani rûhâniyetin inkişâf edecek bu ayda.) Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. (Kalpler, takvâ ile müzeyyen hâle gelecek.) Gönüllerin aşk, îman ile dolduğu aydır.”
Gönüller bir rahmet dergâhı olarak merhametle dolacak bu ayda. En başta kendine merhamet, evlâdına merhamet, öyle dalga dalga gidecek bu merhamet…
Yine Efendimiz buyuruyor, bu merhamet ayı:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennet’e giremezsiniz.”
Ashâb-ı kirâm diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.” diyor. Yani biz hepimiz Cennet’e gireriz o zaman demek istiyor.
Efendimiz:
“–Yok diyor, benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnız birbirinize olan merhamet değil, bilâkis bütün mahlûkâta şâmil merhamettir. Evet, bütün mahlûkâta şâmil merhamettir.” buyuruyor. (Hâkim, IV, 185/7310)
Allah ne yarattı şu kâinatta, hepsine merhamet, hepsine mûnis davranmak, hepsinin ihtiyacını görebilmek… Hepsi insana zimmetli.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, bütün mahlûkâta şâmil merhameti yaşamak için, yıllarca hasta insanlara, hasta hayvanlara baktı, onlara derman oldu ve yıllarca yolları temizledi ve ezâ veren şeyleri yollardan kaldırdı. Âcizleri kendisine zimmetli bildi.
Ramazân-ı Şerîf yine bir nefis tezkiyesidir. Şükrü artırma zamanıdır. Cenâb-ı Hak; “İster şükret, ister nankör ol.” buyuruyor İnsan Sûresi’nde. Serbestsin; “ister şükret, istersen nankör ol” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)
Şükür, sadece sözle olmaz. Her nîmetin şükrü kendi cinsindendir:
Kulağın şükrü var: Dedikodu, gıybet, tecessüs, nemîme, boş-çirkin sözleri dinlememektir, oradan uzaklaşmaktır. Bilâkis, Kur’ân-ı Kerîm, mânevî sohbetler, güzel nasihatlerle nûrânî sadâlara tevcih etmektir.
Gözün şükrü: İnsanların ayıplarını görmekten… Cenâb-ı Hak;
وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor. Haramlardan, şeytânî vitrinlere bakmaktan sakınmaktır gözün şükrü. Yani tecessüs yasak, kusur arama yasak kardeşlerinin. Kendi kusurunu ara, eğer kusur aramak istiyorsan.
Yani gözün şükrü, ilâhî kudret, sanat ve azameti hatırlatan rûhânî vitrinleri ibret nazarıyla seyredebilmektir.
Efendimiz semâya bakardı, toprağa bakardı; devamlı bir şükür ve tefekkür hâlindeydi.
İnsan evlâdına bakacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Kim yarattı? Baba-anne nedir? Hiç, sıfır! Bir âlet!.. Kim şeklini, biçimini, kaderini kim yazdı? Kendine bakacak; hâkezâ…
Tefekkür artacak. Yediği nîmetlere bakacak, tefekkür artacak. Cenâb-ı Hak hayvanlara birkaç kap yemek veriyor, sofralar kuruluyor, muhtelif otlar vs… İnsana ise kaç kap Cenâb-ı Hak topraktan, hayvanlardan bir ikram ve ihsan hâlinde. “İster şükret, ister nankör ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)
Kalbin şükrü: Verdiği nîmetleri daima tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.
Orucun diğer mühim bir fârikası: Merhamet telkini…
Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yusuf -aleyhisselâm- devlet hazinesinden dağıtıyordu. Yusuf -aleyhisselâm-’a dediler ki:
“–Siz, devlet hazinesine hükmeden bir kişisiniz. Niçin kendinizi aç bırakıyorsunuz?”
Şu hikmetli sözü ifade etti:
“–Karnım tok olursa, açların hâlinden anlamamaktan korkuyorum. Eğer karnım tok olursa, açların hâlinden anlayamamaktan korkuyorum.”
Cenâb-ı Hak âyette; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak; hassas, rakik, ince bir kalp istiyor, hassas bir kalp istiyor. Merhamet taşıran, rahmet taşıran bir yürek istiyor.
Velhâsıl cömertlik ve diğergâmlık… Bu Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı cömertlik, Rahman, Rahîm… Biz de cömertliğimizle testimizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe (Allah yolunda sarf etmedikçe) birre (yani hayrın kemâline) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) Yani Allâh’a yaklaşamazsınız, buyuruyor.
Neyi seviyorsun? Sevdiğinden vereceksin. Sana Allah niye verdi, onu düşüneceksin. Demek ki Allah bunu bana bir imtihan olarak verdi.
Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin en belirgin, en olgun tezâhürü de infaktır.
Meselâ bu âyet indiği zaman, Âl-i İmrân 92 âyet;
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
Ebû Talha’nın 600 ağaçlı, hurma ağaçlı -şimdiki kadınlar kapısında olan- bahçesi vardı. Bu âyet inince hemen:
“–Yâ Rasûlâllah, ben dedi bunu Medîne fukarâsına vakfediyorum.” dedi. Hemen bahçesine koştu eşyalarını toplamak için. Baktı, hanımı orada. Çitin arkasında durdu, girmedi içeri.
Hanımı dedi ki:
“–Niçin girmiyorsun Ebû Talha?” dedi. “Bu bahçeyi sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum.” dedi.
Dedi ki Ebû Talha hanımına:
“–Hanım, bugün bir âyet indi dedi. Ben bu âyetin şümûlüne girmek için en çok sevdiğimiz bu bahçeyi vakfettim.” dedi.
Hanımı dedi ki:
“–Ebû Talha dedi, bu bahçeyi vakfederken beni de hisse olarak içine koydun mu?” dedi.
“–Koydum.” dedi.
“–O zaman bekle beni dedi, ben de eşyalarımı toplayayım, çıkayım o zaman.” dedi.
Yani her âyet nasıl yaşanıyordu ashâb-ı kirâmda… Nasıl bir merhamet, bir merhamet çağlayanı hâlindeydi her şey…
Onun için îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin en belirgin tezâhürü, en mühim tezâhürü infaktır.
Tabi bu ne kadar olacak?
Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçti.”
Sahâbe dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Nasıl bir dirhem yüz bin dirhemi geçer?” matematik olarak…
Efendimiz buyurdu ki:
“–Bir dirhem veren, kendinden koparıp vermiştir. Yüz bin dirhem veren, bollukta vermiştir…” (Bkz. Nesâî, Zekât, 49)
Demek ki Cenâb-ı Hak bizden bollukta da darlıkta da daima infak istiyor. Çünkü Cenâb-ı Hak cömert; cömert kulunu seviyor.
Tabi bu infak nerede? Bu infak, her şeyde:
Rasûlullah Efendimiz Ravza mescidine malzeme taşıyarak infak yapıyordu. Bir sefere gidişte önden gidiyor, dönüşte arkadan dönüyordu, kim muhtaç, onların derdine derman olarak bir infak hâlindeydi.
Tabi bugün de en çok infak; Kur’ân-ı Kerîm’in infâkı… Münfik olabilmek, Kur’ân-ı Kerîm’i infak edebilmek. Bu çok mühim.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’de çok zor zamanlar vardı, zulümler vardı, açlık vardı, zulüm vardı. Efendimiz’in üzerine deve işkembesi atılıyordu. Ashâb-ı kirâm dövülüyordu, sövülüyordu, ağır yaralanmalar oluyordu zulümden. Orada dahî Efendimiz Dâru’l-Erkam diye bir Kur’ân mektebi kurdu. O Kur’ân mektebi gizli gizli devamlı çalıştı ve irşâd etti. Medîne-i Münevvere’ye teşriflerinde hemen Ashâb-ı Suffe’yi kurdu. O Ashâb-ı Suffe’de de yetiştiriyordu, bir İslâm, bir Kur’ân-ı Kerîm tedrisi îfâ ediyordu, bütün dünyanın her tarafına gönderiyordu onları.
Her âyet indiği zaman yaşatıyordu. İnfak âyetleri iniyordu, çoğu fakirdi, garipti, dünyaya ait bir şeyleri yoktu. Dağlara çıkıyorlardı, odun kesiyorlardı, Medîne çarşısında satıp Rasûlullah Efendimiz’in önüne koyuyorlardı. İslâm medeniyeti, 23 senede tahakkuk etti. Rasûlullah Efendimiz yaşatarak öğretti. Ashâb-ı kirâma yaşatarak İslâm kültürüne sahip oldu.
Velhâsıl infak ibadetini îfâ için gerekli olan yegâne gönül sermayesi cömertliktir. Cömertlik tohumlarının atılmadığı gönül bahçelerinden infak meyvelerinin hâsıl olmasını beklemek beyhûdedir.
Cömertlik nedir o zaman? Sende olanı onda olmayana, yani mahruma ikram etmendir.
“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sahibidir. Cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 60)
Kur’ân-ı Kerîm’de en çok geçen, Rahmân ve Rahîm esmâsı.
Efendimiz buyuruyor:
“Her sabah iki melek iner. Biri:
«–Yâ Rab! İnfak edenin infakına karşılık yenisini ihsân eyle.»
İkincisi:
«–Yâ Rab! Cimrilik edenin malını telef eyle!» diye dua eder.” (Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57)
Yine buyruluyor:
“…Veren el, alan elden daha üstündür.” (Müslim, Zekât, 97; Tirmizî, Zühd, 32)
Fakat veren el de alan ele bir teşekkür edâsı içinde olacak. O olmasa kime verecek? Onun duâsına muhtaç.
Tabi bu, zorlukta, Efendimiz buyuruyor:
“Kim diyor, bir hurma tanesi kadar (bollukta olan değil, yok olan kimse, bir hurma tanesiyle) sadaka vermek sûretiyle Cehennem azâbından kendini korusun.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 34) Yani sadaka bu kadar mühim.
Bir kıssa var:
Bir dilenci/sâil, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın önüne geldi, çöktü.
“–Açım, yâ halife!” dedi. Hasan, Hüseyin Efendimiz’e Ali -radıyallâhu anh-:
“–Git dedi, annene söyle dedi, altı dinar var, göndersin onu.” dedi. Hasan Hüseyin Efendilerimiz de:
“–Onlarla annem un alacak dedi. Un alacak, yemek yapacak.” dedi.
“–Sen git, söyle, göndersin.” dedi.
O altı dinarı getirdi, o sâile/dilenciye verdi.
O sırada kapıya bir deve satan birisi geldi.
“–Deve alır mısın?” dedi.
“–Alırım.” dedi.
“–Kaça?” dedi.
“–140 dirheme satıyorum.” dedi.
“–Peki dedi. Fakat borcumu sonra vereceğim dedi. Deveyi bağla.” dedi. Bağladı.
Arkadan bir kişi geldi. O deveyi gördü.
“–Bunu bana satar mısın?” dedi Hazret-i Ali’ye.
“–Satarım dedi. 200 dirhem.” dedi.
“–Peki.” dedi, 200 dirheme deveyi aldı.
Hasan, Hüseyin Efendilerimiz’i çağırdı Ali -radıyallâhu anh-:
“–Bak dedi, 6 dirhem annenden aldık, şimdi 60 dirhem, 10 misli onun bedeli geldi.” dedi. (Ali el-Müttakî, VI, 572-573/16976)
Yani Cenâb-ı Hak daima infâkı artırıyor…
Yine Abdullah bin Câfer Hazretleri, bir köleyle, üç ekmek hâdisesi var. Üç ekmeği bir köpekle paylaşıyor.
“–Nedir bu?” diyor.
“–Bunu Allah gönderdi diyor. Beni yaratan Allah, bu köpeği yaratan Allah, aynı Allah. Beni köpek olarak yaratabilirdi.” diyor.
“–Ne yapacaksın?”
“–Üç ekmek rızkım var, onu vereceğim.” diyor.
Abdullah bin Câfer diyor ki:
“–Ben kendimi cömert zannederdim diyor. Fakat benden çok cömert varmış diyor. Sübhânallah!..” diyor.
Hattâ o köleyi de âzâd ediyor, ona bir de ikramlık veriyor. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk MEYAN, İstanbul 1977, s. 467)
Velhâsıl demek ki nasıl Allah Rasûlü’nün talebeleri? Yani nasıl bir Allah Rasûlü’nün tedrisinde nasıl bir kıvam kazandı kalpler?
İşte sütçü kadının kızı:
“–Evet diyor, anne diyor, (su koy deyince) halife görmüyor ama Allah görmüyor mu?” diyor.
“–Bize şu koyunu, çoban, sat.” dedikleri zaman;
“–Satayım ama, benim değil ki.” diyor.
“–Yahu nereden görecek sahibi?”
Başını kaldırıyor yukarı:
“–Peki sahibi görmüyor ama Allah görmüyor mu?” diyor. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)
Velhâsıl, Allah, hakîkaten îmanın tadı çok ayrı, çok güzel bir tat.
Ahmed bin Ebû Verd -rahmetullâhi aleyh- Hak dostlarından. Bir Hak dostunun hâlini şu şekilde şey yapıyor, bir velî kulun:
“Makamı arttıkça tevâzuu artar.” buyuruyor. Makamı arttıkça tevâzuu artar.
- Ömrü uzadıkça hizmeti artar.
- Malı çoğaldıkça cömertliği artar.”
Demek ki Allâh’ın verdiği nîmetler karşısında Allah’ın nîmetlerinin bir mukâbilini îfâ edebilmek.
Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:
“…Hayır olarak harcadıklarınız, kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah rızâsını kazanmak için yapmalısınız. (Yani riyâ girmeyecek.) Hayır olarak verdiğiniz ne varsa karşılığı tam olarak ödenir. Asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Bakara, 272) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Mevlânâ da diyor ki:
“Yoksul kişi cömertlerin aynasıdır. Yani cömerdin cömertliğini gösteren, yoksullardır. Yoksul kişi cömertlerin aynasıdır. Sakın aynaya karşı kırıcı sözler söyleyerek onu buğulandırma.” Yani sakın sana gelip hâlini arz edene karşı ona sert, kaba davranma, diyor.
“Yoksul kişi nasıl cömertlik ve iyiliğe muhtaç ise, cömertlik de iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller, güzelliklerini seyretmek için nasıl tozsuz, passız, parlak bir ayna ararlarsa, cömertler de yoksulları, zayıfları öylece ararlar.”
Ömer bin Abdülaziz zamanında öyle bir hâl oldu ki, herkes veriyor, fazlasını veriyor, infak ediyor; sadakalar, zekâtlar, infaklar birikti. Ömer bin Abdülaziz’e mektup yazdı valiler, ne yapalım diye. O zaman dedi, bu paralarla köleleri âzâd edin buyurdu.
Yine Mevlânâ devam ediyor:
“Allâh’ın cömertlik tecellîsinin tezâhürü, fakirlerdir. O fakirler, kerem sahiplerine mürâcaat ederler, dertlerini onlara açarlar. Böylece hamiyetli zenginler için saadet yollarını aralarlar.”
Burada Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“İki nîmet var ki diyor beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilmiyorum diyor. Birincisi, bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı umarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vasıtamla yerine getirmesi veyahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” buyuruyor.
Demek ki cömertlik, sırf bu malda-mülkte değil, her şeyde cömertlik. Güler yüz bir cömertlik, affedebilmek en büyük bir cömertlik, tesellî en büyük bir cömertlik.
İftarlar… İftarlar da ayrı bir güzellik. Ne oluyor?
Bir müslüman kardeşliği olmuş oluyor. Kardeş kardeşe ikram ediyor. Sahurlar ayrı bir güzellik.
Efendim, tarihimizde bir iftar şeyi vardır, bizim güzel bir örfümüz vardır; “diş kirası” denilir ona. Yani iftar sahipleri, diş kirası verirlerdi. Yani, davetimize icabet ettiniz, dişinizi kullandınız, verdiğimiz yemekle dişinizi eskittiniz. Bunun mukâbili olarak bu ikramı kabul edin gibi… Bu güzel bir örfümüzdür, Osmanlı örfünde.
Onu rahmetli pederimden dinlemiştim ben; Zeynep Kâmil Hastahanesi var. Orada Yusuf Kâmil Paşa var sadrâzam, hanımı Zeynep Hanım. Konağında devamlı iftarlar veriliyor ama, açık; fakir-fukara, zengin… Kim gelirse açık. Bir, insanları -Allah korusun- ayırt etme yok.
Sultan Abdülaziz’i de davet ediyor Kâmil Paşa. Abdülaziz geliyor. İftardan sonra bir gümüş tepsiye bütün tapularını koyuyorlar, Abdülaziz’e veriyorlar. Bu hassasiyet karşısında Abdülaziz Han hisleniyor, teşekkür ediyor:
“–Ben diyor, bu hediyelerinizi kabul ettim diyor. Ben de bunu size hediye ediyorum.” diyor.
Zeynep Hanım da Şeyh Hamdullah hattı, altın suyuyla yazılmış bir tezhipli bir Kur’ân-ı Kerîm’i varmış. Onu padişaha:
“–Efendim, mâdem diyor, tapuları almadınız diyor, bu diyor, Kur’ân-ı Kerîm’i diyor, bu altın suyuyla yazılmış, diş kirası olarak buyurun.” diyor.
Kur’ân-ı Kerîm’i Abdülaziz alıyor, öpüyor, alnına koyuyor, teşekkür ediyor.
Bizim ne güzel böyle iftarlarda örflerimiz vardı.
Yine bu Ramazân-ı Şerîf, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olabilmek… Kur’ân-ı Kerîm’in indiği bir ay olmuş oluyor.
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerin bir ders kitabı. Mânevî bir ziyafet sofrası. Ürperti veren ölüm gerçeğini güzelleştiren bir beyan mucizesi, rûha gıda veren feyz hazinesi. Kulu ilâhî azamet, kudret akışları, ilâhî nakışlar üzerinde derinleştiren bir ferman-ı ilâhî. Kâinat kitabının hülâsası. Rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa son çağrı. Cenâb-ı Hak ile mükâleme.
Bir fânîden gelen mektubu nasıl okuyoruz?! Bu, Allâh’ın bize gönderdiği mektup. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73)
“Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24)