Ebedî Fecre
Yıl: 2012 Ay: Ağustos Sayı: 90
KULLUK İÇİN YARATILDIK
İnsan, gayesiz yaratılmadı.
Cenâb-ı Hak; insanı yaratış maksadını âyet-i kerîmede şöyle ferman buyurdu:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”(ez-Zâriyât, 56)
Rabbimiz, ibâdet ve kulluğun müddetini de bütün bir ömür olarak tespit etti. Beşikten mezara, mükellefiyet çağından son nefese kadar… Nitekim âyet-i kerîmede;
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقٖ۪ينُ
“Ve sana yakîn (olan ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) buyurdu.
Çünkü en büyük saltanat, Allâh’a kulluktur. Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (İsrâ ve Mîrac’da) yüksek derecelere, yüce makamlara ulaştığında Allah Tealâ O’na vahyetti:
“–Ey Muhammed, Sen’i ne ile şereflendireyim?”
Hazret-i Peygamber-sallâllâhu aleyhi ve sellem-niyâz etti:
“–Sana kul olma nisbetiyle (Sana kul olma şerefiyle şereflendir) Rabbim.”(Âlûsî, XV,4)
Bu hakikati idrâk eden insan, her ânını Allâh ile yaşayarak ebedî saltanata nâil olur.
Fakat bu idrâke uzak düşen insan, kulluk vazifesinden de gafil düşer. Dünyanın oyalayıcı telâş ve eğlencesine; mal, evlât, makam, mevki gibi tuzaklara kapılıp, kulluk vazifesinde gevşeklik gösterebilir.
Rabbimiz; engin merhameti sebebiyle, kullarını gaflet ve dalâletleriyle bir başına bırakmamış, hayatın akışı içerisine mübârek zamanlar takdir ederek, tevbe imkânları halk etmiştir. Ömre serpiştirilmiş;
TEVBE FIRSATLARI
Gece ve gündüzün deverânı içinde seherler…
Haftanın günleri içerisinde, duâsı makbul sırlı vaktiyle Cumalar…
Ayların birbirini takip edişi içerisinde de üç aylar, Zilhicceler, Muharremler…
Bunlar arasında Ramazân-ı şerif bambaşka bir rahmet iklimi, müstesnâ bir mağfiret mevsimi… Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına büyük bir ihsânı, muazzam bir lutfu…
Geceleri arasında bir hazine gibi saklı ve sırlı bir şekilde taliplerini bin bir gayretle aramaya sevk ve teşvik eden kadir gecesiyle bir ömürlük feyiz ve bereket menbaı…
Ramazân-ı şerifler; kulluk hayatımızdaki nâdanlıkları, gafletleri, tefekkürden uzak geçen zamanları, durgunlukları, ihmalleri, zaafları silip süpüren; insanın mânevî hayatına yeni bir canlılık, zindelik, heyecan, şevk ve aşk getiren ilâhî hediyelerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın böyle bir lutfu olmasaydı, kendi gayret ve plânlamamızla böyle canlı ve feyizli bir ibâdet mevsimi ihdâs edemezdik. Gündüzü oruç ve mukabeleyle, akşamları cömert infak ve hizmet sofralarıyla, geceleri teravih ve seher ihyâsıyla dolu; bir aylık böyle bir mânevî kamp, ancak Rabbimiz’in lutfuyla nasip ve müyesser olmakta.
Doğrusu, bir ömrü Hakk’a kulluk içerisinde, bir Ramazan şuuruyla, oruç riyâzetiyle yaşamak îcâb eder. Her gecemizi, teravih ve sahur canlılığı içinde ihyâ etmemiz îcâb eder. Her seherimizi kadir gecesiymişçesine ibâdet, zikir ve tefekkürle kıymetlendirmemiz îcâb eder.
Ramazân-ı şerifler bize bu şuuru kazandırmak için lutfedilmiştir. Yıldan yıla bize bu idrâki hatırlatan ve şevk dolu bir vasat hazırlayarak, bizzat yaşatan ihsân-ı ilâhîdir.
Hâl böyle iken, bütün ömrü kulluk içerisinde yaşamak şuuru bir tarafa, Ramazanların kadrini dahî idrâk edememek ise, çok büyük bir hüsran ve bedbahtlık olur. Bu nimeti idrâk edememek, büyük bir nankörlük olur.
Nitekim hadîs-i şerifte nakledildiği üzere;
Cebrâil -aleyhisselâm-; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hutbe îrâd ederlerken gelmiş;
“–Ramazâna yetişip de, ondan affedilmeden çıkan kimse; rahmetten uzak olsun!” diye bedduâ eylemiş, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu duâya;
“–Âmîn!” demişlerdir. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
Bu rahmetten uzaklık bedbahtlığı, gaflet bataklığında boğulmakta olan bir kulun, semâdan kendisine uzanan rahmet ve mağfiret imdadına karşı sergilediği bîgâneliğin ve küstahlığın neticesidir.
Bu mânevî tehdidin endişesiyle Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- Ramazan ayının son gününde şöyle duâ ederdi:
“Ey Ramazân’ın Rabbi olan ve Kur’ân’ı nâzil eyleyen Allâh’ım! İşte, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği Ramazan mevsimi sona eriyor. Yâ Rabbî, bütün günahlarım affedilmeden fecrin doğmasından veya Ramazân’ın (ben hâlâ affedilmemiş olduğum hâlde) çıkıp gitmesinden, Kerîm olan Zât’ına sığınırım!”(İbnü’l-Cevzî, et-Tebsıra, II, 103)
Büyük fırsat ve imkânlar; kaçırılmaması, ziyân edilmemesi istikametinde, insanda böyle bir teyakkuz, uyanıklık ve zindelik meydana getirmelidir. Hele nefsin, fânî olduğu hakikatini idrakten sıyrılıp;
“Nasıl olsa bir Ramazan daha gelir!” ahmaklığına düşmesi ne hazin bir aldanıştır. Çünkü bir düşünmelidir:
YARINA ÇIKABİLECEĞİNE KİMİN GARANTİSİ VAR?
Zira, hepimiz şahidiz ki, geçen Ramazân-ı şerifte aramızda olup da, bu Ramazân’ı idrâk etmeye ömrü vefâ etmeyen nice kardeşlerimiz var. Ömür, nerede bitivereceği meçhul bir makara sûretinde… Akşamlar, sabahlar birbirini takip ettikçe hiç bitmeyecekmiş hissine kapılmak sadece gafilâne bir oyalanış… Bir gün her nefis ölümü tadacak. Rabbimiz’in bir Ramazân-ı şerif daha ikrâm edip etmeyeceğini kimse temin edemez.
Bu sebeple, hadîs-i şerifte îkaz buyurulmuştur:
عَجِّلُوا بِالصَّلَاةِ قَبْلَ الْفَوْتِ عَجِّلُوا بِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ
“Vakit geçmeden önce namazı edâ etmekte tez davranın. Ölüm gelmeden önce tevbe etmekte acele edin.”(Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65)
Esas hayat, âhirettir. Bu ömür, o esas hayatı kazanma sermayesidir. Dolayısıyla; kulluk, ibâdet, tevbe, yani takvâlı, dindar bir hayat sürmek; ömrün sonlarına tehir edilecek bir husus değildir.
Abdullah Dehlevî Hazretleri ömrün gayesini ne güzel ifade etmiştir:
“Dünya hayatı (âhiret karşısında sadece) bir günden ibarettir, o günde de oruç tutmamız (yani nefsimizi günahlardan, mâlâyânîden alıkoymamız) lâzımdır.”
Hayırlı işlerde acele etmek, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayat dolu talimatları arasındadır. Yine âyet-i kerîmede ihmalkârlığın hüsrânı şöyle tasvir buyurulmuştur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(el-Münâfikûn, 10)
Dolayısıyla, ömür sermayesini, uhrevî mükâfatları elde etmekte; yani kullukta, ibâdette, takvânın îcâbı olan her türlü gayret ve fedâkârlıkta bol bol sarf etmek îcâb eder.
Çünkü ölüm geldiğinde çok geç olur. Tevbenin kabul edilmediği tek an, işte o andır. Ömür boyunca sonuna kadar açık olan tevbe kapısı, işte o yeis ânında, dünya hayatına dönmekten ümidin kesildiği anda kapanır. Bu kapanış tefekkür edilirse bize şu mânâyı ilhâm eder:
Tevbe ertelenmemelidir, çünkü tevbe hayat içindir, istikamet üzere yaşamak içindir. Ölüm için değildir.
Tevbeyi ertelemekte, ömrü; nefsin arzuları istikametinde yaşayıp, son demlerde Hakk’ı râzı etmeye çalışmak şeklinde, hâşâ Allâh’ı kandırmaya kalkmak gibi bir sû-i niyet de barınırsa, kalplerde gizli hissiyâtı da en iyi şekilde bilen Cenâb-ı Hakk’ın, böyle bir kötü niyete, tevbe imkânı vermeyeceğini idrâk etmek gerekir.
Bu sebeple, insan dâimâ ölüm tefekkürü içerisinde yaşamalıdır. Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi ne güzeldir:
“Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl! Yarın pişman olacağın şeyi söyleme; insanların (gafilâne) arzu ettiklerine arzu duymayı bırak!”(İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın oğluna yaptığı şu hikmetli vasiyeti de, bu hadîs-i şerifin şerhi mahiyetindedir:
“Yavrum! Namaz kıldığın vakit, onu kıldığın son namaz olarak düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!..
Oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani mü’min bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.”
Zira âyet-i kerimede buyurulur:
“O hâlde, bir işi bitirince diğerine başla. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.”(el-İnşirah, 7-8)
Bu ilâhî ferman etrafında gerçekleşen namazla alâkalı yukarıdaki tavsiyeyi; kıymetini idrâk etmemiz îcâb eden her şeye tatbik etmek elzemdir. Bilhassa Ramazân-ı şerîfi, bir Ramazân’a daha kavuşamayacakmış gibi bir şuurla değerlendirmek zarûrîdir.
SON RAMAZAN GİBİ…
Mübârek Kur’ân ve gufran iklimini, ömrümüzün son fırsatı olarak değerlendirebilirsek, ondan istifademiz âzamî derecede olacaktır. Ramazân-ı şerifleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hak dostlarının şevk ve iştiyâkıyla ibâdet ve tâat ile doldurmamız îcâb eder.
Ramazân-ı şerif en başta oruç mevsimidir.
Orucun Hak katındaki kıymetinin yüceliğini ve mükâfâtının büyüklüğünü ifadeye şu hadîs-i şerif kâfidir:
“Aziz ve celîl olan Allah; «İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç Ben’im içindir, mükâfatını da Ben vereceğim…» buyurmuştur.”(Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)
Silsile-i şerîfeden Bâkì Billâh kuddise sirruh Hazretleri de;
“Oruç tutmak, Allah Teâlâ’nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zira Allah Teâlâ, yemekten ve içmekten münezzehtir.” buyurarak orucun mânevî bir başka cihetini ifade etmiştir.
Cehennem azâbına karşı muhkem bir kalkan olan oruç, kendisini hakkıyla edâ edenler için mahşer yerinde, müstakil bir cennet kapısına davetiye olacaktır:
Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Allah yolunda çift sadaka veren kimse, cennetin muhtelif kapılarından; «Ey Allâh’ın sevgili kulu! Buraya gel, burada hayır ve bereket vardır.» diye çağrılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından cennete davet edilirler.”buyurmuşlardı.
Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağrılmaya ihtiyacı yoktur; lâkin bu kapıların hepsinden birden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümit ederim.”(Buhârî, Savm, 4; Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Zekât, 85-86)
Oruç ibâdeti, zâhiren bedeni; fecirden, gurûba kadar yeme-içme gibi birtakım ihtiyaçlardan men etmekten ibarettir. Fakat mânen, oruçta ağza bir gıda girmemesine gösterilen dikkat kadar, ağızdan da menfî bir söz çıkmamasına hassâsiyet göstermek îcâb eder.
KUYUMCU TERAZİSİNDE ORUÇ
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakikati net bir şekilde ifade buyurur:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse; Allah, o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.”(Buhârî, Savm, 8; Edeb, 51)
Hak dostları, hayatlarının her safhasında gıybet, yalan ve benzeri dil âfetlerine karşı gösterdikleri dikkatli tavrı, oruçlu olduklarında daha bir müstesnâ rikkat ile sergilerlerdi.
Nitekim Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin oruçlu olduğu bir gün, yanında sultanı kötülediler. O mübârek insan;
“–Eyvah, orucumuz bozuldu! (Yani sevabı ziyan oldu.)” buyurdu.
Bir talebesi;
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediyse de Hazret şöyle buyurdu:
“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.”
Onların oruç ölçüleri işte böylesine yüksekti. Şöyle derlerdi:
“Faydasız sözler konuşmak ve gıybet etmek, orucun sevabını giderir. Gıybet, ibâdetlerin sevabını yok eder. Gıybetten sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevabını yok etmek, büyük bir akılsızlıktır. Ameller Allah Teâlâ’ya arz olunur. Gıybeti ve faydasız sözleri Rabbimiz’in huzûruna göndermemiz, edepten çok uzak bir davranıştır.”
İnsanoğlunun her gün hiç düşünmeden söylediği, dinlediği şeylerin mahşer günü nasıl bir hesap yükü getireceğini şu kıssa ne güzel anlatır:
Lokman Hakîm bir gün oğluna şöyle dedi:
“–Yavrucuğum, bu gün oruç tut ve konuştuğun her şeyi not et! Akşam olunca konuştuklarını bana arz edip hesabını verdikten sonra iftar edersin!”
Akşam olunca oğlu konuştuklarının hesabını vermeye başladı. Fakat akşama kadar lüzumlu lüzumsuz birçok lâkırdı ettiği için vakit iyice geç oldu ve karnı iyice acıktı. Lokman Hakîm ertesi gün de aynı şeyi söyledi. Yine oğlu hesap verinceye kadar iftar iyice gecikti. Üçüncü gün de aynı şey olunca, dördüncü gün oğlu, lüzumsuz konuşmaları terk etti. Akşam babası hesap isteyince de;
“–Hesabını verme korkusuyla çok az konuştum.” dedi.
Lokman Hakîm;
“–Haydi öyleyse, hemen yemeğini ye!” buyurdu.
Ebu’l-Hasen Harakānî kuddise sirruh bu kıssayı sık sık anlatır, akabinde de;
“–Dünyada lüzumsuz konuşmaları terk edenlerin hâli, kıyâmet günü, Lokman Hakîm’in oğlunun hâli gibi selâmet olacaktır.” derdi.
Rabbimiz, kurtuluşa eren mü’minlerin bir özelliği olarak buyurur:
“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.”(el-Mü’minûn, 3)
Hak dostlarının tavsiye ettiği üzere, her ibâdeti, kabul edilmeme korkusuyla edâ etmek, sâlih kullarda bulunan, kulluğun mânevî kıvâmını artıran bir haslettir. Zira amellerimizle gömüleceğiz.
Yüce Rabbimiz, huşû hâlinde ibâdet eden sâlih kullarını Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tarif eder:
وَالَّذٖ۪ينَ يُؤْتُونَ مَا اٰتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلٰى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ
اُولٰئِكَ يُسَارِعُونَ فِى الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ
“Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.”(el-Mü’minûn, 60-61)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
“Bu âyet-i kerîmeler nâzil olunca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;
«–Âyette (kalpleri ürpererek yaptıkları işleri yapanlar diye) zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?» diye sormuştum. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
«–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabul olup olmama endişesiyle korkanlardır.» buyurdular.”(Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)
Bu hadîs-i şeriften hisse alarak yaşayan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin, hacca giden bir talebesine söylediği şu ifadeler ne kadar mânidardır:
“Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum…
Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümidini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
«De ki; Allâh’ın lutfuyla, rahmetiyle, evet ancak bununla ferahlasınlar! Bu, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.»(Yûnus, 58)”
Bu büyük Allah dostunun, aynı mahviyet içerisinde bir talebesine yazdığı bir mektuptaki şu ifadeleri de hayli câlib-i dikkattir:
“…Güzel ahlâkınızdan ve şerefli tabiatınızdan ricam; bu miskini Sünnet-i Seniyye’ye istikâmet üzere bağlı kalabilmem ve tertemiz İslâm dîni üzere ölebilmem için duâdan unutmamanızdır.”
Hazret-i Yûnus da balığın karnına düştüğü zaman hiçlik hâlinde Allâh’ı zikretti, tesbîh etti. Bu sayede ilâhî mağfirete nâil oldu. O’nun, zikir ve tesbîhe sarılması neticesinde, bilhassa ilâhî lütuf ve rahmet sayesinde affa mazhar olduğunu Cenâb-ı Hak şöyle beyan buyurur:
“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”(es-Sâffât, 143-144)
“Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o; mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.”(el-Kalem, 49)
İşte tasavvuf terbiyesinin en mühim gayelerinden biri, kalplere bu acziyet, hiçlik ve huşû hâlini kazandırmaktır.
Zira Muhammed Mâsum Sirhindî kuddise sirruh Hazretleri’nin dediği gibi;
“Nefs-i mutmainne makamına gelinceye kadar insan, İslâm’ın ancak sûretini yaşayabilir. Meselâ namaz kıldığında ve oruç tuttuğunda, ancak bunların zâhirlerini ve sûretlerini yapmış olur. Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde ise, dînin hakikatine yükselir ve îman, namaz, oruç, hac, zekât ve diğer emirlerin hakikatini yaşamaya başlar.”
Yani ibadetlerin hakikat ve esrarından nasîb almaya başlar.
Yine Hâce Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin ifadesiyle;
“İnsan ne kadar ibâdet ederse etsin, bütün ömrü secde ile ve oruçlu geçsin, ancak sevap kazanır. Mânen terakkî edebilmek, ancak seyr u sülûk yoluyladır. Seyr u sülûk yoluyla insan nefsini tanır. (Acziyetinin farkına varır.) Nefsini bilince de Allah Teâlâ’yı tanımaya başlar. Zira Cenâb-ı Hakk’ı ancak nefsini bilenler tanıyabilirler. Nefsini bilmeyen, istediği kadar zâhid olsun, âbid olsun, bilgi sahibi olsun, bütün bunlar onun kemâle ermesi için kâfî değildir.”
Bu mâneviyat yollarında terakkî, bu yolda kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye de Rabbimiz’in emri ve yegâne kurtuluş çaresidir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Harakānî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarûrîdir.”
Ramazân-ı şerif, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi yolunda mesafe kat etmek gayesi için de mühim bir imkân ve fırsat bilinmeli, bu feyiz ve rûhâniyet sağanağından istifade ederek, gecelerin sırrî hakikatlerinden nasîb alarak, onları ihyâ gayretinde bu Ramazan’ı bir milât hâline getirmelidir.
Zira, Ramazân-ı şerif, yılın geri kalanı için de bir mîyardır. Cân-ı Cânân Hazretleri şöyle tespit etmiştir:
“Ramazân-ı şerif; zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”
Hayat ve ölümü, dünya ve âhireti en doğru şekilde idrâk edebilmek için, insanın şerhi olan Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmak şart… Çünkü Ramazân-ı şerif;
KUR’ÂN MEVSİMİ
Efendimiz, bilhassa Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’e daha fazla ehemmiyet verirdi. Dostu Cebrâil -aleyhisselâm- ile bu ayda her gece Kur’ân-ı Kerîm’i mukābele ederlerdi. Vefâtından önceki Ramazan’da ise bu mukābeleyi iki kere yaptılar. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân-ı Kerîm’i, Cebrâil -aleyhisselâm-’dan sonra bazı sahâbîleriyle de mukābele ederdi.
Efendimiz’in nurlu yolundan giden cümle Hak dostları gibi, İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh de Ramazân-ı şerîfe çok îtinâ gösterir, bu mübârek ayda çokça hatim indirirdi.
Şerefini Kur’ân ile bulan bu mübârek ayda; biz de Kur’ân’ı tefekkürle, tahassüsle duyarak ve âyetlerin muhtevasında derinleşerek okumalı, ahkâm ve ahlâkını hayatımıza tatbik gayretimizi artırmalıyız. Okuduğumuz âyetlerin, rızâ-yı ilâhîye uygun bir şekilde şümûlüne girme heyecanını yaşamalıyız.
Son on gününde Efendimiz’in müekked bir sünnet olarak mescidde itikâfa, yani dâimî bir ibâdet ve tefekkür iklimine girdiği Ramazân-ı şerif; nefis muhasebesi ve gönül murakabesi için de eşsiz bir zaman dilimidir.
Hazret-i İsa -aleyhisselâm-, İncil’den ilk ilâhî kelâma nâil oluncaya kadar Sair Dağı’nda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştı. Musa -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâleme şerefine ermeden önce, Tûr Dağı’nda kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş, bir nevî riyâzata girmişti.
Tasavvuftaki, mâsivâdan tevbeyi, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalben ve rûhen uzaklaşarak «hiçlik» ve «yokluk» hâline erebilmeyi; oruç, îtikaf ve diğer Ramazân-ı şerîfe mahsus mânevî feyiz akışları kolaylaştıracaktır.
Ramazân-ı şerîfin sonu, bayram olduğu gibi; bu gayretlerin neticesi de, ebedî saâdet ve huzur olacaktır.
Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:
“…Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri orucunu açtığı andaki; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir…”(Müslim, Sıyâm, 164)
Ömrü bir Ramazân-ı şerif gibi kulluk ve ibâdet şevkiyle değerlendirenlerin de önünde iki büyük bayram olacaktır.
Birincisi:
SON NEFES BAYRAMI
Âyet-i kerîmede Rabbimiz, tekitli ifadelerle buyurur:
“Ey îmân edenler, Allah’tan hakkıyla ittikâ edin ve ancak müslüman olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)
Bu âyet-i kerîme, son nefesi îmân üzere, İslâm üzere verme bahtiyarlığının ne büyük bir nimet olduğunu ve bu nimete ermenin endişe ve gayreti içinde olmanın zaruretini ifade buyurmaktadır.
Ömrü ihlâs ve takvâ içinde yaşayanlar için, son nefes cennet ve «Cemâlullâh»a doğru heyecan ve huzur dolu bir yolculuktan ibaret olacaktır.
Ölümü bir hüsran olmaktan kurtarıp bir zafere dönüştürebilmek, onu mâtem değil de «Şeb-i arûs» hâline getirmek, ömrü bir Ramazân-ı şerif hâlinde yaşayıp, bayram sûretinde bir ölüme hazırlanarak vefât etmeyi bilenlerin kârıdır.
Îman ve Kur’ân nurları içinde, gönül feyizleri altında geçen bir hayatın ilk mükâfâtı, saâdetli bir ölümdür.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Melekler, onların canlarını sâlih kimseler olarak alırken;
«Selâm size! Yapmış olduğunuz sâlih amellere karşılık girin cennete!» derler.”(en-Nahl, 32)
İkinci bayram ise; kıyâmet ve mahşerin, çocukların saçlarını ağartacak, anneleri emzirdikleri bebeklerini düşünmez hâle getirecek korkunç ahvâlinde, dehşet ve üzüntüden halâs olmaktır:
“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır.» deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki:
«Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) va‘dedilmekte olan cennetle sevinin!»” (Fussilet 30)
“«Rabbimiz Allah’tır» deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13)
KORKU VE HÜZÜNDEN ÂZÂDE…
Kıyâmet muazzam, dehşetli bir infilâk…
Mahşer günü, gecesi olmayan bir uzun gün…
Nice nedâmetler, perişanlıklar, hüsranlar, hasretlerle dolu bir sahne…
Evlâtlar babalarından, eşler birbirinden firar hâlinde… Fakat Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundan başka kaçacak yer yok…
Böyle bir hengâmda, takvâ sahiplerinin âkıbetleri mâtem değil, bir bayram günü gibi olacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Kim muhsin olarak, (Hakk’ı görüyormuşçasına ihlâslı, güzel bir kulluk şuuru ile) yüzünü Allâh’a döndürürse (Cenâb-ı Hakk’a hakkıyla ibâdet ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.” (el-Bakara, 112)
Onlar; korku ve hüzün, endişe ve tasa yaşamadan Rablerine mülâkî olmanın, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile Havz-ı Kevser başında, Livâü’l-Hamd altında buluşmanın huzûru, sürûru ve saâdeti içinde olacaklardır.
Son nefes ve âhiret bayramlarına erişebilmenin tek yolu, ömrü Ramazan şuurunda yaşamak…
İhsan… İhlâs… Takvâ…
Bunun için tek çare, hiç vakit kaybetmeden, Ramazân-ı şerif gibi ilâhî ikramları, vuslat imkânlarını, tevbe fırsatlarını en güzel şekilde ve; «Bir daha nasîb olmayabilir!» endişesiyle değerlendirmektir.
Rabbimiz; ibâdetlerimizi, oruçlarımızı, namazlarımızı, tilâvetlerimizi, umrelerimizi, sadaka, zekât, hayır ve hasenatlarımızı, Ramazân-ı şerîfin muazzam bereketiyle ziyadeleştirerek kabul buyursun.
Bizleri; lutfedilen ikramları, fırsat ve imkânları idrâk edip, değerlendiren, bu vesileyle iki cihan saâdetine, son nefeste şeb-i arûs ve cennette cemâlullah bayramlarına erenlerden eylesin.
Âmîn!..