1997 – Haziran, Sayı: 136, Sayfa: 016
Eğer servet sâhibi zengin bir kişi isen, bütün Arabistan‘a hâkim olan, bilumûm Arap ulularını kendisine muhabbetle râm eden O yüce Peygamber‘in tevâzû ve cömertliğini tefekkür et!.. Eğer zayıf teb’adan biri isen, Mekke‘de zâlim ve gâsıb müşriklerin nizâm ve idâresi altında yaşayan Peygamber‘in hayatından örnek al!
Eğer muzaffer bir fâtih isen, Bedir ve Huneyn‘de düşmanına galebe çalan cesâret ve teslîmiyet Peygamber’inin hayatından ibret al!
Allâh göstermesin, eğer mağlûbiyyete uğradığın olursa, o zaman da Uhud Harbi‘nde şehîd düşen veyâ yaralanıp yere yatan ashâbı arasında secâat ve cesâretle dolaşan mütevekkil Peygamber‘i hatırla!
Eğer muallim isen, mescidde Soffa Ashâbı’na ince, rakîk ve hassas gönlünün feyzlerini aktararak ilâhî emirleri öğreten Peygamber‘i düşün!
Eğer talebe isen, kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn‘in önünde oturan Peygamber‘i tasavvur et!
Eğer öğüt veren bir vâiz ve emîn bir mürşid isen, Mescid-i Nebevî‘nin içinde ashâbına hikmet saçan Peygamber‘i dinle! O‘nun tatlı sesine kulak ve gönül ver!
Eğer hakkı müdâfaa etmek, hakkı teblîğ etmek, hakkı tutup kaldırmak istiyorsan ve bu husûsda seni destekleyen bir yardımcın dahî yoksa, Mekke‘de her nevi’ yardımdan mahrûm bir hâlde iken zâlimlere hakkı i’lân edip onları hidâyete dâvet eden Peygamber‘in hayatına bak!
Düşmana galebe çalıp onun belini kırdınsa, karşısındakinin inâdını kahredip ona üstün geldinse, bâtılı perîşân edip hakkı i’lân ettinse, Mekke‘nin fethi günü mukaddes beldeye gâlib bir kumandan olduğu hâlde, büyük bir tevâzû ile devesi üzerinde secde edercesine giren şükür hâlindeki Peygamber‘i gözünün önünde canlandır!
Eğer çift-çubuk sâhibi bir kişi isen ve oradaki işlerini yoluna koymak istersen, Benî Nadr, Hayber ve Fedek arâzîsine mâlik olduktan sonra onları ıslâh ve en iyi yolda idâre edecek şahısları iş başına getiren Peygamber‘den örnek al!
Eğer kimsesiz biri isen, Abdullâh ve Emine‘nin yetîmleri, ciğerpâreleri olan biricik Mâsûm’u, nûrdan Yetîm’i düşün!
Eğer yetişmiş bir genç isen, Mekke‘de amcası Ebû Tâlib‘in sürüsüne çobanlık yapan peygamber namzedi gencin hayatına dikkat et!
Eğer ticâret kervanlarıyla yola çıkan bir tâcir isen, Sûriye’den Busra’ya giden kâfilenin en ulusu olan zâtın ahvâlini mülâhaza et!
Eğer kadı ve hâkim isen, Mekke uluları birbirine girip vuruşacağı sırada Hacer-i Esved‘i Kâ’be’deki yerine koyma husûsunda O’nun âdil ve firâsetli davranışını düşün!
Ve tekrar gözünü târihe çevirerek Medîne’de, Mescid-i Nebevî‘de oturup darlık içindeki fakîrle varlık sâhibi zengini, huzûrunda müsâvî tutarak insanlar arasında en âdilâne bir sûrette hüküm veren O Peygamber‘e bir bak!
Eğer bir zevc isen, Hazret-i Hatîce‘nin ve Hazret-i Aişe‘nin zevci olan O mübârek zâtın temiz sîretine, derîn hissiyâtına ve şefkatine dikkat et!
Eğer çocuk babası isen, Fâtimatü’z-Zehrâ‘nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin‘in dedesi olan bu zâtın onlara karşı davranışlarındaki ahvâlini öğren!
Senin sıfatın ne olursa olsun, hangi ahvâl içinde bulunursan bulun, akşam – sabah her vakit ve anda Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i kendin için en mükemmel bir mürşid ve en güzel bir rehber olarak bulursun…
O öyle bir mürşiddir ki, O’nun sünnetleri vâsıtasıyla, her yanlışı düzeltebilirsin… Çığırından çıkan işlerini yoluna kor, umûrunu ıslâh edersin O’nun nûru ve rehberliği sâyesinde hayatın engellerinden kurtulup gerçek seâdeti bulursun!..
Gerçekten O‘nun sîreti, nâdîde ve zarîf çiçeklerden, misk kokulu güllerden yapılmış bir bukete benzer.
Dünyâ üzerinde insanlar arasında hüküm süren bir adâlet gözünüze çarparsa, insanların kalblerini birbirine bağlayan bir rahmet ve şefkat varsa veyâhud bir cemâatte zenginler -şefkatle muâmele yaparak- yoksulların yardımına koşuyor, kuvvetliler mazlûmları koruyorsa, sıhhatte olanlar bîçârelere imdâd ediyor, servet sâhibleri öksüzleri gözetip dulları doyuruyorsa, tereddütsüz bilmiş olun ki bu fazîletler, dâimâ peygamberlerden ve onların izinden gidenlerden intikâl etmiştir.
Bu gerçek, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in hayatında daha bâriz bir şekildedir. Zîrâ O, peygamberliğin kemâl noktasıdır. O’nun bu kemâlini, insaflı gayr-i müslimler bile takdîr ve tasdîk mecbûriyetinde kalmışlardır. İngiliz âlim ve hakîmlerinden Mr. Karlayl, “Kahramanlar” ismi ile bir kitap yazmış ve bu kitapta insanlık târihinde her mesleğin en üstün adamını tesbît edip onun hayât ve eserini tahlîl etmiştir. Meselâ, şâirlerde bir numara telâkkî olunmak kimin hakkıdır; kumandanlarda kimin hakkıdır?!. İlh Bir Hıristiyan olan ve eserinde Hıristiyanlığını mu’terif bulunan Mr. Karlayl, peygamberlikte ekmel bir şahsiyet olarak Hazret-i Peygamber’i tâyîn, tavsîf ve tahlîl etmiştir.
Bu asrın ortalarında Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi, Dünyâ’nın yüz büyük adamını tesbît etmiş ve hepsi Hıristiyan olan seçiciler, bir numara olarak Hazret-i Peygamber’i tercîh etmek zorunda kalmışlardır.
Asıl fazîlet odur ki, düşman bile onu tasdîk ve îtirâfa mecbûr kala!.. Hazret-i Peygamberin fazîlet ve dirâyeti, kendisine inanmayanlarca bile tasdîk edilmiştir
Çünkü Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in müstesnâ sîreti, muhtelif işlerin her birine ayrı ayrı cevap verecek ahlâkî mükemmelliği kendinde toplamıştır. Çeşitli ahvâlde bulunan insanların mütenevvi’ hayâtlarının bütün safhalarında onlara rehber ve mürşid olacak terceme-i hâl, yalnız O‘nun sîretidir. O, yeryüzündeki bütün insanların eğitiminin esas noktasını teşkîl eder. O, nûr arayanların yoluna nûr serper. O‘nun hidâyeti, doğru yolu arayan herkese aydınlatıcı ve şaşırtmaz bir ışıktır. O, bütün beşerin yegâne mürşididir.
O‘nun irşâd halkası, insanlığın bütün tabakalarından her tâifeyi toplayan bir külliye hâlinde idi. Bütün milletler, lisânlarının, renklerinin ve sınıflarının farklılığına, ictimâî durum ve kültürlerinin çeşitliliğine rağmen orada toplanıp birleşiyordu. Herhangi bir insanı oraya almaktan men’ eden hiçbir kayıt mevcûd değildi. Orası sâdece bir kavme mahsûs olmayıp, insanı sırf insan olmak husûsiyetiyle ele alan bir ilim ve irfân ziyâfeti gibi idi. Zayıfla güçlünün, birbirinden farkı yoktu
Hazret-i Peygamber Efendimiz’e tâbî olanlara bir bakın: Aralarında Habeşistan Kralı Necâşî, Mean ulusu Ferve, Himyer reîsi Zülkilâ, Fîrûz-i Deylemî, Yemen ulularından Merakebud, Umman vâlîlerinden Ubeyd ve Ca’fer gibi mümtaz şahsiyetleri görürsünüz.
Tekrar bir nazar atfedecek olursanız, bu hükümdar ve reîslerin yanında Bilâl, Yâsir, Suheyb, Habbâb, Ammâr, Ebû Fukeyhe ve emsâli gibi köle ve zayıflardan olan kimsesizleri; Sümeyye, Lübeyne, Zinnîre, Nehdiyye, Ümmü Abis gibi câriye ve hâmîsiz kadınları bulursunuz.
O’nun yüce ashâbı arasında üstün akıl, parlak fikir ve metin re’y sâhibi olanlar bulunduğu gibi, en ince işlere liyâkatli, dünyâ esrârına vâkıf olan, memleketleri liyâkat ve dirâyetle idâre eden kimseler de vardır.
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e tâbî olanlar, şehirleri idâre ettiler. Vilâyetlere hükmettiler. İnsanlar, onların sâyesinde saâdete kavuştular. Adâletin zevkini tattılar. Halk arasında selâmet ve sükûnu yaydılar. İnsanları birbirleriyle kardeş gibi geçindirdiler.
1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet, meşhûr “insan hakları beyânnâmesi” yayınlanmadan, bütün hukûk sistemlerini tedkîk etmiş ve İslâm hukûkunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:
“Ey Muhammed! Senin dünyâya takdîm ve tevzî ettiğin adâleti, hiç kimse gösteremedi! Sen adâleti, erişilmez bir zirveye ulaştırmışsın!..“
Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zâhirî terbiyesi ve bâtinî te’sîri öyle bir iksîrdi ki, daha evvel yarı vahşî, çoğu insanlıktan habersiz bir câhiliyye toplumunu, insanlık târihinin hâlâ gıpta ettiği “sahâbe” hüviyetiyle hayâl edilmez bir mertebeye ulaştırdı. Onları, bir tek dîn, bayrak, hukûk, kültür, medeniyet ve idâre altında bütünleştirdi.
Câhil ve cânî insanları kültürlü; vahşî kimseleri medenî; mücrim ve süflî karakterli kişileri muttekî, yâni Allâh sevgisi ve korkusu ile yaşayan fevkalâde sâlih birer insan hâline getirdi.
Asırlar boyu kayda değer bir tek adam yetiştirememiş olan bu topluluk, O’nun irşâd ve nûru ile bezenmiş pek çok insan çıkardı. Ve bunlar, taşıdıkları feyzi, birer îmân, ilim ve irfân meş’alesi hâlinde Dünyâ’nın dört bir bucağına taşıdılar. Çöle inen nûr, sonsuzluğu gölgesine alarak bütün insanlığa tevzî edildi. “Levlâke levlâke” sırrı zâhir oldu. Kâinâtın yaradılış gâyesi tahakkuk etti.
O, kısa zamanda Dünyâ’da hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştuğu, insanların ideal bir mürebbî olarak kalblerini fethettiği hâlde, ayaklarının altına serilen bu büyük Dünyâ nîmetlerinin hiçbirine aldırış etmeyerek eski mütevâzî hayatını devam ettirdi. Önceki gibi, kerpiçten yapılmış kulübesinde sâde, fakîr bir şekilde yaşadı. Hurma yaprağı dolu bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giyindi. En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Bazen de yiyecek hiçbir şey bulamadığı hâlde, Rabbine şükredip açlığını bastırmak için karnına taş bağladı. İşlemiş ve işleyeceği bütün günâhlar afvedildiği halde, şükür ve niyâzına devâm etti. Ayakları şişinceye kadar gecelerini namazla geçirdi.
Garîblerin imdâdına yetişti. Yetîmlerin, kimsesizlerin tesellîsiydi. O, büyüklüğüne rağmen, en âciz insanlarla bizzat meşgûl oldu. Hattâ onlara, engin şefkat ve merhametiyle daha ziyâde kol kanat gerdi.
İnsanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecanla ve âdetâ titremekten dişleri birbirine vurarak:
“Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!”
diyen hemşehrisine, imkânlarının en zayıf olduğu zamanları hatırlatan ve bir tevazu zirvesi olan şu misâli zikrederek sükûnet telkîn etti:
“Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhterem vâlidelerini kast ederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetîmiyim!..”
Yine aynı günde ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îmân telkîn etmesini dileyen yâr-i gâri Hazret-i Ebûbekr’e:
“Yâ Ebâbekr! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun olduğu yere gidemez miydik?!.” cevâbıyla karşılık verme fazîletini gösterdi.
Bütün ülkeler, severek O‘nun himâyesine girdi. Arabistan‘a baştan başa hâkim olmuştu. Dilediği her şeyi yapabilirdi; böyle iken O, yine tevâzûunu bırakmadı. Kendisinin hiçbir şeye mâlik olmadığını söyledi. Ve bütün her şeyin Allâh’ın elinde ve yed-i kudretinde olduğunu bildirdi. Zaman oldu, eline bol servet geçti. Hazîneler yüklü deve kervanları, Medîne-i Münevvere‘ye servet akıttı. O bunların hepsini ihtiyaç sâhiplerine dağıtıp sâde hayatını aynen devâm ettirdi. Günler geçerdi, Peygamber‘in evinde yemek pişirmek için ateş yanmazdı; çok defâlar aç yattığı olurdu.
Birgün Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber’in hâne-i seâdetine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadar işte!.. Arabistan Yarımadası’nın Hazret-i Peygamber’e boyun eğdiği bir günde O’nun dünyâya âid mal varlığı bunlardan ibâretti. Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“Niçin ağlıyorsun yâ Ömer?” diye sordu.
O da:
“Niçin ağlamayayım yâ Rasûlallâh! Kayser ve Kisrâ dünyâ nimetleri içinde yüzüyor! Rasûlullâh ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Ömer’in gönlünü hoş etti ve:
“Yâ Ömer! Kisrâ ve Kayser, dünyâ nîmetlerinden zevklerini alsınlar, safâ sürsünler! Ahiret nîmeti bize yeter!..” buyurdu.
O’nun sîreti, kâmil bir sîretti.
Hayatı, zengin-fakir, güçlü-güçsüz ümmetinin bütün ferdlerine bir nümûne-i imtisâldi.
Vârislerine mîrâs bırakmadı. Hattâ müslümanlar bütün zekâtlarını onlara verir endîşesi ile soyundan gelenlerin zekât almasını da yasakladı.
Bütün bunlar; 1400 küsûr sene evvel câhiliyye devrinde dünyâya gelen bu ümmî zâtın, günümüzün ve gelecek bütün zamanların taklîdi ve ta’kîbi imkânsız gerçek lideri olduğunun en bâriz misâlidir.
Zenginlik ve lüks, krallık ve şöhret, rahat ve bolluğa aslâ önem vermedi. Tevhîd mücâdelesinin heyecânı içinde, Dünyâ’nın bütün servet ve ihtişâmı O’nun nezdinde bir çer-çöp hükmünden ibâret kaldı.
O’nun bu üstün husûsiyetlerinin yanında en mümtaz vasıflarından biri de, ümmetine olan dâsitânî muhabbetidir. Bu husûs, âyet-i kerîmede ne güzel zikredilir:
“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, seâdetinizi cidden istiyor; mü’minler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpıyor!..” (et-Tevbe, 128)
Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in mübârek şahsiyeti, bir buz dağının su üstündeki kısmı gibi sırf beşerî idrâke sığabilen tezâhürleriyle dahî, davranışlar manzumesinin ulaşılmaz zirvesini teşkîl eder. Zîrâ Cenâb-ı Allâh, o mübârek varlığı, bütün insanlığa bir “üsve-i hasene“, yâni en mükemmel bir örnek olmak üzere yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, O’nu insan topluluğu içinde acziyyet bakımından en altta bulunan “yetîm çocukluk“tan başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni peygamberlik ve devlet reîsliğine kadar yükseltmiştir. Tâ ki, beşerî kademelenmenin herhangi birinde bulunanlar, O’ndan kendileri için en mükemmel fi’lî davranışları örnek alıp kendi istîdâd ve iktidârları nisbetinde gerçekteştirmeye meyledeler. Bu nükteyi, en güzel sûrette kavramış olan milletimiz, o mübârek varlığın ismini tasğîr ile her ferde bir cins ismi hâline getirmiş ve “Mehmedcik” kelimesiyle her mü’min ve muvahhid insanda O‘nun küçük bir modelini tasavvur etmiş, veyâhut da böyle bir tavsîfle herkesi, kendi şartları içinde bir küçük “Mehmed” olmaya teşvîk etmiştir.