Rüyalar, Cenâb-ı Hakkʼın ayrı bir kudret tecellîsidir. Bugün yeryüzündeki sekiz milyar insanın hepsine de mânevî durumlarına göre ayrı ayrı senaryolar hazırlanıp rüyalarında seyrettiriliyor.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:
“Rüya üç kısımdır: Birincisi sâlih rüya olup Allah’tan bir müjdedir. İkincisi şeytanın verdiği korku, (vesvese) ve hüzündür. Üçüncüsü de kişinin içinden geçen düşüncelerin rüyaya yansıması (şuuraltının ortaya çıkması)dır. Kim rüyasında hoşlanmadığı bir şey görürse, onu başkalarına anlatmasın; hemen kalkıp namaz kılsın…” (Buhârî, Tâbîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6)
Sâdık rüyalar, Levh-i Mahfuzʼdan istikbâle akseden pırıltılardır. Fakat bunlar da ehli tarafından tâbir edilmeye, yani şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüya tâbiri, Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sabah namazından sonra bazen ashâbının gördüğü rüyaları dinler ve tâbir ederdi.
Bir rüyanın Rahmânî mi şeytânî mi, yoksa kişinin hâl ve hayallerinin yansıması mı olduğunu tâyin edebilmek ve bunları doğru şekilde tâbir edebilmek, mânevî bir olgunluk ister.
Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- bile, rüyasında kendisine bildirilen, kurban adağını yerine getirmesi emrini, ancak üçüncü defa gördükten sonra, Rahmânî bir rüyâ olduğuna kâil oldu.
Dolayısıyla, her görülen rüyaya îtibâr etmek, onu olur olmaz herkese anlatmak, tâbir kitaplarına bakarak bile olsa kendince mânâlar çıkarmak, rüyalara haddinden fazla değer vermek, bilhassa da bir hususta âyet ve hadislerin açık emri dururken rüyada işaret edilenlerle amel etmeye kalkmak, bir müʼmine aslâ yakışmaz.
Zira Rahmânî rüyalarda bile çözülmesi gereken birtakım şifreler vardır. Rüyada görülen varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Bu yönüyle rüya, âdeta ayrı bir lisandır. Üstelik insanların tabiatları birbirinden farklı olduğu için, aynı rüyayı gören iki şahsın rüyalarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu incelikleri kavrayabilmek de mânevî bir dirâyet ister.
Dolayısıyla bir rüya, muhakkak tâbir ettirilecekse, ancak ehli olan sâlih ve müttakî müʼminlere tâbir ettirilmelidir.
Zira gerçek bir rüya tâbirinin büyük bir kısmı “keşif ve ilham”a dayanır. Bunun için rüyayı tâbir edenin, mânevî bir olgunluğa sahip olması, yani ilâhî ilhamlara mazhar olacak derecede berrak bir gönül dünyasına sahip olması elzemdir.
Bununla ilgili olarak, İmam Hatipte hocamız olan merhum Celâleddin Öktem Hocaefendi, vaktiyle rüya tabirinde bir üstâd iken, tevhîd-i tedrisat kanunu sonrası bu salâhiyeti kaybettiğini bizlere şöyle anlatmıştı:
“–Bir zaman geldi ki, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”
Diğer taraftan, rüyalar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“…Rüya, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” buyrulmuştur. (İbn-i Mâce, Ta’bîr, 7)
Velhâsıl, her görülen rüyaya îtibar etmemek ve rüyalara fazla takılmamak gerekir. Esas mesele ve en büyük kerâmet, istikâmettir. Bunun yolu da Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinmeyen birtakım zuhurat, sunuhat, ilham ve rüyalara değil, en şaşmaz hidâyet rehberlerimiz olan Kurʼân ve Sünnetʼe uymaktır.