Şeyh Sâdî (rahmetullâhi aleyh) -2-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2024 – Ağustos, Sayı: 462

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Vücutla yapılan ibadetten kalp gâfilse, o, ibadet sayılmaz. İçi olmayan kabuk, bir işe yaramaz.”

[Mânevî tekâmül yolunda ilerlemeye çalışan bir derviş, gece vakti, mescitte namaz kılıyordu. Yağmur yağmaya başladı. Gönlü bir an için evine yöneldi. O an kalbinde yankılanan bir ses duydu:

“–Ey derviş! Kıldığın bu namazla Bizʼim için bir şey yapmış olmuyorsun! Zira sendeki güzel olanı (gönlünü) evine gönderdin, çirkin olanı (nefsini) burada bıraktın!..”

Hadîs-i şerîflerde, namazda riâyet edilmesi gereken kalbî keyfiyete işaretle şöyle buyruluyor:

“Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların kıldıkları namazdan nasipleri, uykusuz kalmaktan ibârettir.” (Ahmed, Müsned, II, 373)

“Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri, hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ahmed, Müsned, IV, 321)

Şunu unutmamak îcâb eder ki bütün ibadetler, rûha verilen ayrı ayrı vitaminler mesâbesindedir. Fakat ibadetlerin Hak katında makbûliyeti, onların kalp ve beden âhengiyle îfâ edilmesine bağlıdır.

Meselâ namazda bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Kâbeʼnin Rabbi olmalıdır. Namazda, kimin huzûrunda durduğumuzun farkında olmalı, bu mânevî uyanıklıkla, kendimizi rûhen ve bedenen namaza vermeliyiz.

İhsan duygusuyla, yani biz Allâhʼı göremesek de Oʼnun bizi her an görmekte olduğunun, bize şah damarımızdan daha yakın bulunduğunun, kalbimizden geçenleri dahî bildiğinin şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna durmalıyız. Zira ibadetler, sırf Allâhʼın rızâsını tahsil niyetiyle ve kalben Cenâb-ı Hakʼla beraberlik ikliminde îfâ edildiği nisbette makbûliyet kazanır. Aksi hâlde, Cenâb-ı Hak şu îkazda bulunuyor:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almaz, (sadece) gösteriş yaparlar!” (el-Mâûn, 4-6)

Cenâb-ı Hak, namazı ciddiye almayıp onu gafletle kılanlara bile “Yazıklar olsun!” buyururken, bir de namazı terk etmenin ne kadar vahim bir hâl olduğunu tefekkür etmek gerekir.

Kurʼân-ı Kerîmʼde buyrulduğu üzere Cennet ehli, Cehennemʼe girenlere uzaktan sorarlar:

“«‒Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» Onlar (ilk olarak) şöyle cevap verirler: «‒Biz namaz kılanlardan değildik.»” (el-Müddessir, 42-43)

Yine Rabbimiz, ebedî kurtuluşa eren kullarının bir vasfını şöyle beyan buyuruyor:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Yani beden için ruh ne ise, ibadetlerde huşû da o mevkîdedir. Nasıl ki içi boş bir ceviz, kuru bir kabuktan ibâretse, kalbî duyuşlardan mahrum bir hâlde, gafletle ziyan edilen bir ibadet de, kuru bir yorgunluktan ibârettir.

Namazın fıkhî kâidelerine dikkat etmek zarurîdir. Lâkin onun kalbî cihetine de bilhassa îtinâ göstermek îcâb eder. Nasıl ki fıkıh; tahâret, abdest ve temizlik ile kulu bedenen namaza hazırlarsa, mânevî temizlik ve huşû hâli de; mü’mini kalbî duyuşlara ve âdeta mîrâc ufkunda bir vuslata nâil eyler.

Bir mütefekkir der ki:

Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti (yardımları) içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…”

Hakîkaten, asr-ı saâdet toplumu ve onların izinden giden toplumlar, tarihte bu hâlin en güzel misalleri olmuşlardır.

İbadetlerin mânevî hazzını duyabilmek, onlardan feyz ve rûhâniyet alabilmek, huşûya bağlıdır. Huşû hâlini bazıları; Allah korkusuyla edebe bürünmek gibi kalbin fiillerinden biri olarak tarif etmişlerdir. Bazıları da onu; lüzumsuz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi, bedene âit fiillerden saymışlardır. Doğrusu huşû; aslı kalpte, tezâhürü bedende olması sebebiyle, bu tariflerin her ikisini de şümûlüne alır.

Onun kalbe âit tarafı, Cenâb-ı Hakkʼın azamet ve celâli karşısında kendi hiçlik ve âcizliğini idrâk ederek, nefsi, ilâhî emirlere râm etmek ve büyük bir edep, tâzim ve hürmet hissi duymaktır.

Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut uzuvlarında bu hissiyâtın tesiriyle, huzur ve sükûnet meydana gelmesidir.

Meselâ, tâbiîn neslinin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh-, namazda sakalıyla oynayan birini gördüğünde;

“Bunun kalbi huşû duysaydı, âzâları da huşû içinde olurdu.” buyurmuştur. (Abdurrazzâk, Musannef, II, 266-267)

Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“…Kim hutbe okunurken çakıl taşlarıyla oynarsa, abesle iştiğâl etmiş ve Cuma’nın fazîletini kaçırmış olur.” (Müslim, Cum’a, 27)

Cumanın farzından olan hutbe îrâd edilirken, huşû içinde dinlemek yerine, cep telefonlarıyla meşgul olanların veya yanındakiyle konuşanların, kendilerini bu nebevî îkâz ile mîzân etmeleri elzemdir.

Ashâb-ı kirâmdan Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendiği bir bilgiyi naklederek şöyle der:

“…İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim (hâl ilmi) huşûdur. Büyük bir câmiye girip de huşû üzere olan tek bir şahıs bile göremeyeceğin günler yakındır!” (Tirmizî, İlim, 5/2653; Dârimî, Mukaddime, 29)

Namazı huşû ile kılabilmek için, bilhassa gözlerimizi muhafaza edip yalnızca önümüze ve secde mahalline bakmalıyız. Etrafımızdakilere, namazda olmadığımızı düşündürecek hareketler yapmaktan titizlikle sakınmalı, acele ederek namazdan çalmamalı, gücümüz yettiğince tâdil-i erkâna riâyet etmeliyiz.

Diğer taraftan, namazda dış görünüş huzur ve sükûnet içinde, fakat iç âlem huşûdan uzak bir hâlde ise, buna da “münâfıkça bir huşû” denir ki, böyle bir duruma düşmekten de kalbimizi korumalıyız.

Namazı mümkün mertebe ilk vaktinde kılmalı, onu geciktirmekten sakınmalıyız. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı geciktirmenin mahzuruna dikkat çekerek:

“Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde ise affı vardır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Salât, 13/172)

Yani namazın ilk vaktinde kılınması; kulun, ilâhî emirlere itaatte ne kadar hassas ve azimli olduğunu gösterdiğinden, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına vesîle olur. Buna mukâbil, namazı mâzeretsiz yere son vaktine bırakıp vazife savar gibi alelacele kılıvermek ise, ilâhî emirlere itaatteki hassâsiyet noksanlığını gösterdiğinden, kula herhangi bir ecir sağlamaz, ancak o farz borcunun affedilmesini temin eder.

Ayrıca vakti geciktirilen bir namaz, meselâ on rekâtlık bir öğle namazıysa, âdeta yirmi-otuz rekâtmış gibi nefse ağır gelmeye başlar.

Cenâb-ı Hak, namazda huşû hâlinde olan sâlih kullarının gönül kıvamına dair şöyle buyuruyor:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rabʼlerine kavuşacaklarına ve O’na döneceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)

Rab’lerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61)

Dikkat edecek olursak, Rabbimiz, ibadette huşû hâlini yakalayabilmemiz için, “Allâh’a kavuşup Oʼna döneceğine inanmak”tan doğan bir kalbî rikkat içinde bulunmamız gerektiğini bildiriyor.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Namaza kalktığında, dünyaya vedâ eden bir kimse gibi namaz kıl!” tavsiyesinde bulunmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

Oruç, zekât, hac gibi ibadetleri îfâ ederken, dünya işleriyle de meşgul olmak mümkündür. Fakat namazda buna müsâade yoktur. Dolayısıyla namaz için daha ilk tekbiri alırken dünya işlerini elimizin tersiyle geriye atmalı, her şeyle ilgimizi kesip yalnızca Allâhʼa yönelmeliyiz.

Unutmayalım ki şeytan, namazdan alıkoyamadığı müʼminin yine de peşini bırakmaz. Bu sefer de namazda, hadîs-i şerîfteki ifadesiyle; “kişi ile kalbinin arasına girerek «Şunu da hatırla, bunu da düşün!» diye hiç hatıra gelmeyen şeyleri hatırlatarak vesvese verir…”[1] Böylece, âdeta namazın içini boşaltmaya çalışır.

Bizler de namazda dünyevî düşüncelere mânî olamıyorsak, en azından bunun mahcûbiyetiyle, namazın hemen akabinde Rabbimizʼden af dilemeliyiz. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, selâm verip bir farz namazı bitirince, üç defa istiğfâr eder ve bunun ardından;

اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلَامُ وَ مِنْكَ السَّلَامُ

تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَ الْاِكْرَامِ

“Ey Allâh’ım! Sen Selâm’sın ve selâm Sen’dendir. Sen yücesin, ey Celâl ve İkram Sahibi!” derdi.

Bu hadîsin râvîlerinden biri olan Evzâî’ye:

“–İstiğfar nasıl yapılır?” diye sorulduğunda;

“–أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ, أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ (yani Allah’tan beni bağışlamasını dilerim) dersin.” cevâbını vermiştir. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 135)

İnşâallah, namazlarımızda bu güzel sünneti de ihyâ etmeye gayret gösterelim. Zira bunu yaparak âdeta;

“Ey Rabbim! Sana karşı kulluk vazifelerimi lâyıkıyla îfâ edebilmekten âcizim, kusurlarımı bağışla!” demiş oluruz ki, bu aynı zamanda, bütün ibadetlerde sergilenmesi gereken bir kulluk edebidir.

Diğer taraftan, sünnet ve nâfile ibadetler, farzları takviye eder ve kulun Allâh’a yakınlaşmasına vesîle olur. Farzları, Allah indinde en makbûl mâhiyetiyle, yani mükemmel bir sûrette edâ edebilmek, -beşeriyet îcâbı- pek mümkün değildir. Ne kadar ihtimam göstersek de, muhakkak ki hatâ ve kusurlarımız olur. Dolayısıyla bu noksanlıklarımızı telâfi etmek için de nâfilelerden başka çâre yoktur.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet gününde kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün değilse, kaybeder ve zararlı çıkar. Şâyet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabbi:

«Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» buyurur. Farzların eksiği, nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413)

Dolayısıyla sünnet ve nâfile namazlara da son derece ehemmiyet vermeli, onları da gücümüz yettiğince büyük bir huşû içinde kılmaya gayret göstermeliyiz. Kimi çevrelerde yaygın olan, “farzlardan gayrısını gereksiz görme” gafletinden kendimizi korumalıyız.

Şu da çok câlib-i dikkat bir husustur ki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de -ehemmiyetine binâen- 99 yerde “namaz”dan bahsediyor. Namazı emrederken de sadece «صَلِّ» “Namaz kıl” buyurmakla yetinmiyor, bir de «اَقِمِ الصَّلٰوةَ» “Namazı ikāme et.” buyuruyor.

Namazı ikāme etmek ise; onu, hakkını vererek, dosdoğru edâ etmektir. Yani madde ve mânâ, şekil ve ruh, zâhir ve bâtın, kalp ve beden âhengiyle kılmaktır. Zira ancak böyle bir namaz, mü’minin mîrâcı olur.

Diğer taraftan, âyet-i kerîmede:

“…Namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz, fahşâ ve münkerden (hayâsızlık ve kötülükten) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor.

Dolayısıyla bir kişi hem namaz kılıyor, hem de fahşâ ve münkerden, yani dînin hoş görmediği çirkin hâl ve davranışlardan kendini koruyamıyor, helâle-harama dikkat etmiyor, kul haklarına girmeye devam ediyorsa, onun namazında problem var demektir.

Kıldığımız namazların Hak katındaki makbûliyet derecesini anlamak istiyorsak, fahşâ ve münkerden ne kadar sakınabildiğimize bakmamız kâfîdir. Zira hâl ve davranışlarımız, ibadetlerimizin seviyesini gösteren berrak bir ayna mesâbesindedir.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne;

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?” diye sormuşlar. O da cevâben;

“–Dört şeyle.” buyurup şu maddeleri sıralamış:

  1. Helâl lokma,
  2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
  3. İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek,
  4. Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.

Demek ki namazımızı mîrâc ufkunda edâ edebilmek için, evvelâ kazancımızın ve yediğimiz gıdanın helâlliğine dikkat edeceğiz. Kul ve mahlûkat haklarından titizlikle sakınacağız. Bilhassa göz, kulak, el ve dil olmak üzere, bütün uzuvlarımızı haramlardan koruyacağız ki, kalbimize gaflet çökmesin.

Yine, sâlih ve sâdık müʼminlerle beraber olup kâfir ve fâsıklardan uzak duracağız. Hayırlı mekânlarda bulunmaya gayret edip şer işlenen mekânlardan kaçınacağız.

Maddî-mânevî temizliğimize ve kılık-kıyafetimize dikkat edeceğiz. Zira âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin!..” (el-A‘râf, 31)

Namazı bilhassa cemaat hâlinde, sâlih müʼminlerle beraber kılmaya gayret edeceğiz ki, Cenâb-ı Hak, o duâsı ve ibadeti makbul kulları hatırına, bizim de kusurlarımızı bağışlayıp ibadetlerimizi kabul buyursun.

Ayrıca evlâtlarımızı da güzel nasihatler ve teşviklerle yanımızda câmiye götürmeli, onlara namaz alışkanlığını ufak yaşlarda kazandırmaya çalışmalıyız. Anne-babalar için bu çok mühim bir vazifedir. Zira ağaç yaşken eğilir. En merhametli anne-babalar, evlâtlarını daha küçük yaşlarda iken namaza alıştıranlardır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, çocukların namaz eğitimi hususunda ümmetini îkaz buyurmuştur. Yedi yaşından itibâren çocukları namaza alıştırmayı, on yaşından itibâren kılmaları hususunda ısrarcı olmayı emretmiştir. Yani  mükellefiyet çağından önce, çocukların namaz eğitiminin tamamlanmasını istemiştir.

Fakat görüyoruz ki kendileri namazlı-abdestli olmalarına rağmen nice anne-babalar -maalesef- bu hususta ihmâlkâr davranabiliyorlar. “Henüz erken, çocuğum daha küçük, sonra kılar.” diyerek kendilerini kandırıyorlar. Çocuk büyüyünce de artık onlara söz geçiremiyorlar. Böylece, çocuklarının mâneviyâtına zarar vermiş oluyorlar.

Evlâdının dünyevî bir imtihanı kazanması, iyi bir meslek sahibi olması için hiçbir fedakârlık ve gayretten kaçınmayan nice anne-baba, yine evlâdının ebedî istikbâli için aynı gayreti -maalesef- gösteremiyor. Hâlbuki, mânevî terbiyeleri ihmâl edilen evlâtların, anne-babalarından âhirette dâvâcı olabilecekleri ihtimâlini, hatırdan çıkarmamak îcâb eder.

Yine namazı huşû ile kılabilmek için; az yiyip oburluktan sakınmalı, az uyuyup tembellikten kaçınmalı, az ve öz konuşup boş ve faydasız kelâmdan dilimizi korumalıyız. Her dâim zikrullâh ile meşgul olup gönlümüzü gafletten muhafaza etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23) buyuruyor. Yani müʼminler, namazlarını terk etmez, unutmaz ve vakitlerini kaçırmazlar. Bununla birlikte ârifler, bu âyet-i kerîmeyi işârî mânâda;

“Onlar namazdaki hâli, yani Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunma şuurunu kalplerinde sâbitleyip namazdan sonra da muhafaza ederler.” şeklinde tefsir etmişlerdir.

Dolayısıyla namaz dışında da kendimizi her an ilâhî kameraların gözetimi altında bileceğiz. Allâhʼın bizlere ihsân ettiği en sağlam ipe, yani Kurʼân-ı Kerîmʼe sımsıkı sarılıp takvâ hassâsiyetiyle yaşamaya gayret edeceğiz ki, Rabbimizʼle kalbî irtibâtımız sağlam kalsın.

Unutmayalım ki gönüllerimiz ne kadar vahiyle buluşabilirse, ibadetlerimizdeki huşû hâli de o nisbette artar. Böyle olduğu zaman, namaz müʼminin mîrâcı olur; Hakkʼa yakınlığın vecdiyle yapılan secdeler, târifsiz bir lezzet vermeye başlar.

Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in namazdaki huşû hâlini şöyle anlatır:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz geceleri kıyamda ayakları şişinceye kadar Kurʼân okur, uzun uzun yaptığı rükû ve secdeler sebebiyle secde mahallini gözyaşlarıyla ıslatırdı. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cemaate namaz kıldırdığında, dönüp arkasına bakar, şayet cemaatin içinde yaşlı, hasta ve çocuklar varsa, namazın kıraatini kısa tutardı.

Günümüzde imamların da bu sünnete bilhassa riâyet etmeleri gerekir. Zira onların bir vazifesi de, insanlara câmiyi, cemaati, namazı sevdirmektir. Bu hususa dikkat etmeyip insanların câmiden ve cemaatten uzaklaşmasına sebep olmak -Allah korusun- ağır bir vebâldir.

Yine namazda huşû hâline dâir şu hâdise pek meşhurdur:

Bir muhârebede Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben namaza durayım, öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler.

Zira Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî hazzıyla âdeta kendinden geçmiş, dünyadan tecerrüd etmişti…

Burada şunu da ifade etmeliyiz ki, namazın başından sonuna kadar huşû hâlini muhafaza edebilmek, peygamberlerin ve evliyâullâhın muktedir olabileceği bir husustur. Allah Rasûlüʼnün, ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın namazları, bizler için, âdeta yıldızlar misâli, birer istikâmet rehberidir. Bizler, onlar gibi olamasak da, onlara ne kadar yaklaşabilirsek kârdır anlayışıyla, elimizden geleni yapmakla mükellef olduğumuzu unutmayacağız.

“Bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye, elde edilebilen kısmını da terk etmek gerekmez.” düstûrunca, namazlarımızı mümkün olduğu kadarıyla huşû içinde kılmaya gayret göstereceğiz. Hata ve kusurlarımız sebebiyle de Allahʼtan af dileyeceğiz. Fakat hiçbir zaman yeʼse kapılmayacağız.

“Nasıl olsa namazı tâdil-i erkân ve huşû ile kılamıyorum, o hâlde reddedilecek bir namazı kılmaya ne gerek var!” düşüncesinin, şeytanî bir vesvese ve nefsânî bir kandırmaca olduğunu aslâ unutmayacağız.

Zira bizlere namazı huşû ile kılmamız emredilmişse de; “Huşû ile kılamıyorsanız namazı terk edebilirsiniz(!)” diye bir izin de yoktur. Bilâkis Rabbimiz âyet-i kerîmede:

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devam et.” (el-Hicr, 99) buyurmaktadır.

Nasıl ki bir harpte müʼminler, zaferden değil seferden mes’ûlse, zaferi nasîb edip etmemek tamamen Allâhʼın takdîrine bağlı ise; bunun gibi bizler de samimî bir niyet ve ümitle ibadetlerimize devam etmekle mükellefiz. İbadetlerimizi kabul edip etmemek, tamamen Rabbimiz’in bileceği bir husustur. Bu hususta kendi kendimize hüküm vermeye kalkmamız, haddimizi aşmak olur ki, bu da kulluk edebiyle bağdaşmaz…]

Cenâb-ı Hak cümlemizi; ilâhî rahmet, muhabbet ve rızâsına medâr olacak sâlih amellere muvaffak eylesin. Bütün hatâ, kusur ve noksanlıklarımıza rağmen, lûtf u keremiyle duâlarımızı kabûl, amellerimizi makbûl eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Ezân, 4; Müslim, Salât, 19.