Şeyh Sâdî (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2024 – Aralık, Sayı: 466

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Gönlün her an bir yerlere kayıyorsa, yalnız da olsan, bir safâ göremezsin.

Malın, mevkiin, ticaretin, ziraatin olsa da, gönlün Allah ile olduktan sonra, halvette (yani tek başına Allâh’a ibadet için tenhâ bir yere kapanmış) sayılırsın.”

[Tasavvuf; dünyadan el etek çekmek değil, dünyevî arzuları kalbe sokmamaktır. Gönül tahtını dâimâ Cenâb-ı Hakk’a tahsis edebilmektir. Her hâlükârda, kalben Allâh ile beraber olabilmektir.

Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri tarafından tespit edilen ve Nakşî tasavvuf terbiyesinde mühim bir yeri bulunan 11 esastan biri, “halvet der encümen” yani “halk içindeyken de Hâlık ile beraberlik” şuurunu muhafaza etmektir. Zâhiren toplum içinde beşerî münâsebetleri sürdürüp günlük işlerle meşgulken de, kalbin Hak Teâlâ ile beraber olmasıdır.

Nakşîlikte içtimâîleşmek, bilhassa cemaatle namazlara ve sohbetlere devam etmek, mühim bir esastır. Bu sebeple, tenhâ bir yerde inzivâ hayatı yaşamak değil, toplum içinde Hak Teâlâ ile beraberlik şuuruyla yaşamak, daha makbûl ve fazîletli görülmüştür.

Şu hâdise ne kadar mânidardır:

Ashâb-ı kirâmdan biri, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:

“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin almadan bunu aslâ yapmam.” dedi. Sonra arzusunu Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir…” buyurdu. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Demek ki, Allah yolundaki gayretlerin ve birçok içtimâî ibadetin îfâsı da ancak toplum içinde bulunmakla mümkündür.

Gönüller Allâh ile beraber olduktan sonra, topluma karışıp dünya işleriyle meşguliyetin mânevî hayata hiçbir zararı yoktur. Fakat dünyanın işgâl ettiği bir kalp ile ibadetin dahî mahzuru çoktur.

Meselâ hakkı verilerek edâ edilen bir namaz, müʼminin mîrâcıdır. Fakat huşû dolu rükûlara, vecd içindeki secdelere, yani mîrâc ufkunda kılınan namazlara bugün ne kadar muvaffak olabiliyoruz? Maalesef ruhlar, bu vecd ve istiğrâkın mânevî hazzından ekseriyetle mahrum hâlde. Zira gönüller, dünyevî arzu ve telâşların mezbelesine dönmüş durumda…

Bir tüccar İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne sorar:

“–Benim de atlarım, kervanlarım var, sizin de. Ancak benimkiler, namaz kılarken beni çok meşgul ediyor, bir türlü onları düşünmekten kendimi alamıyorum. Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz?”

İmâm-ı Âzam Hazretleri, şu hikmet dolu cevâbı verir:

“–Ben onları kalbime değil, ahıra bağlıyorum!..”

Demek ki namaza duracağımız zaman, mümkün olduğu kadarıyla gönlümüzü mâsivâdan arındırmaya gayret etmeli, ilâhî huzûra çıktığımızın idrâkiyle tekbîr almalıyız. Çünkü namazda bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, gönlün kıblesi de Cenâb-ı Hak olmalıdır.

Diğer taraftan, kalbi işgâl etmemesi gereken “dünya”nın ne demek olduğunu da doğru anlamak îcâb eder. Zira Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

Dolayısıyla, kalbi Allâh ile olan bir mü’minin, dünya ile meşguliyetinin hiçbir mahzuru yoktur. Hattâ kimseye yük olmamak, muhtaç din kardeşlerine yardımcı olmak ve Allah yolundaki gayretlere daha çok destek verebilmek gibi hâlisâne bir niyetle, helâl yollardan çalışıp kazanmak, son derece fazîletli bir davranıştır. Mahzurlu olan; Cenâb-ı Hakkʼın emirlerini ve kulluk vazifelerini ihmâle götürecek kadar, dünya meşgalesinin esiri olmaktır.

Ârif bir müʼmin, malıyla hayır-hasenat yaparak Cenâb-ı Hakkʼa daha da yakınlaşabilmenin iştiyâkı içinde olur; infâk etmenin rûhuna verdiği lezzetle hayırlarını artırdıkça artırmak ister. Gâfil biri ise, malının tiryâkisi olur; bir gün bırakıp gideceği, âhirette de hesabını vereceği servetini sürekli artırmanın ihtirâsı içinde ömrünü tüketir.

Unutmayalım ki mülk, Allâhʼa aittir. Kul, ancak bir emanetçidir. Bu şuur ve idrâke sahip olan bir kulun, Cenâb-ı Hakʼla kalbî irtibâtı kuvvetlenir. Bunun zıddına, eğer “mülk benim” demeye başlarsa, mânen felâkete sürüklenir.

Kârun da, “Mülk benim!” dedi, “Ben kendi bilgi ve becerimle kazandım!” deyip Allâhʼın emri olan zekâtı vermeyi reddetti. Yani malına olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle Allâhʼa kul olmayı unuttu. Cenâb-ı Hak da onu, servetiyle beraber yerin dibine gömdü.

Velhâsıl, esas dikkat edilmesi gereken husus; dünya metâlarına sahip olup olmamak değil, dünyanın kalbe sahip olmasına müsâade etmemektir. Hiçbir dünyevî menfaat uğruna Hakk’a kulluktan tâviz vermemektir. Varlığın da yokluğun da değiştiremediği, istikâmet ehli bir mü’min olabilmektir.

Nitekim sahâbe efendilerimiz, ülkeleri fethetti, beytüʼl-mâl hazinelerle doldu. Fakat ashâb-ı kirâmın evlerinin geometrisi ve dekoru değişmedi. Yani rüzgâr, ister kıtlık ister bolluk yönünden essin, onların istikâmetini değiştiremedi. Onlar, yine şahsî hayatlarında kifâyet miktarına kanaat edip ihtiyaç fazlasını infâk ederek, esas hayat olan âhirete hazırlık şuuruyla yaşadılar.

Velhâsıl tasavvuf da “bir lokma, bir hırka” anlayışı değildir. Bilâkis, lokma kaygısından ve hırka ihtirâsından kalbi muhafaza etmektir. Allah için çalışıp kazanmak ve bütün nîmetleri Cenâb-ı Hakkʼın yakınlığına vesîle kılmaya gayret etmektir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Sana bir zarar verilirse tahammül et. Zira affetmekle, günahtan temizlenirsin.”

[Hak dostları, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış kimselerdir. Cenâb-ı Hakkʼın “Afüv” sıfatından nasîb alabilmenin en mühim tezâhürü de -nefse ne kadar zor gelirse gelsin- Allâh’ın kullarına karşı affedici olmaktır. Böylece ilâhî affa lâyık hâle gelebilmektir.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde, onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince, Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştü. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?…” (en-Nûr, 22)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin kefâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Demek ki Allâhʼın kullarını affedebilmek, ilâhî affa nâiliyet vesîlesidir. Dünyevî tarafı zor ve acı olsa da, âhiretteki meyvesi çok tatlı olan büyük bir fazîlettir.

Elbette ki bu fazîlet, kişinin şahsına karşı işlenen kusurlarda söz konusudur. Yani zararı umumî olmayan, ferdî ve hususî kusurları, şayet mağdur olan kimse isterse affedebilir. Fakat bir kusur; toplumu, kamuyu, milleti, ümmeti alâkadar ediyorsa, orada affedicilik bir fazîlet olmaktan çıkar, bir nevî haksızlığa dönüşür.

Meselâ Allâh’a, Rasûl’üne, İslâmʼa, Kur’ân’a, velhâsıl mukaddesâtımıza saldıran veya ümmet-i Muhammed’i ifsâd etmeye çalışan, müslümanlara zulmeden kişi veya odaklara müsâmaha gösterilemez. Zira bu nevî durumlarda af ve müsâmaha göstermek; zâlimleri cesaretlendirmektir, zulmü teşvik etmektir, mazlumlara merhametsizliktir.

Nitekim şahsına karşı işlenen kusurlarda son derece affedici olan, kendisini taşlayan Tâiflilerin dahî helâki için değil hidâyeti için duâ eden, şefkat ve merhamet peygamberi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dahî, Recî ve Bi’r-i Maûne hâdiselerinde, Kur’ân muallimlerini katleden müşriklere, tam bir ay boyunca her gün bedduâ etti.

Zira îman, lâyıkına muhabbet duymayı gerektirdiği gibi, müstahakkından da nefret etmeyi gerektirir. Gerçek bir îmânın tezâhürü olan “hubb-i fillâh / Allah için sevme”nin hemen yanı başında, yine îmânın bir gereği olan “buğz-i fillâh / Allah için buğz etmek” vardır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Öd ağacı tek başına güzel kokmaz. Ancak ateşin üzerine konulunca amber gibi kokar.”

[Zorluklar, iptilâlar, meşakkatler, bazı istîdatların ortaya çıkmasına, kâbiliyetlerin inkişâfına, şahsiyetin olgunlaşmasına vesîledir. Yani hamlıktan kurtulmak, çile ateşinde pişmekle mümkündür.

Denizle karanın birleştiği sahillerde bazı taşlar vardır. Dalgalar tarafından asırlardır dövüle dövüle pürüzlerinden arınmış, ayrıca granit gibi de sertleşmişlerdir. Artık kolay kolay kırılmazlar.

“Hakîkat, yumruklandıkça kuvvetlenir.” denildiği gibi, insan da çile ve meşakkatlere tahammül edebildiği ölçüde, mânen metânet ve mukâvemet kazanır.

Bunun en büyük misâli, peygamberlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberler, en ağır çilelerle imtihan edilmişlerdir.

Meselâ zâhiren en rahat bir dünya hayatı yaşadığı düşünülen peygamber, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-ʼdır. Onu dahî Cenâb-ı Hak ağır bir imtihandan geçirdi, tahtında ölü bir ceset gibi bıraktı.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- yetiştiği saray hayatının ardından, Medyen çöllerinde garip ve yalnız bırakıldı.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Velhâsıl peygamberler, evliyâullah ve -mânevî derecelerine göre- sâlih müʼminlerin hayatları, hep çileler içinde geçmiştir. Zira bu imtihanlar, nefislerin tezkiyesine, derecelerin terfîine, kalbî hayatın terakkîsine vesîledir.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Her zahmete kızmakta, öfkelenmektesin. Her terbiyesize kin gütmektesin. Peki ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?..”

“Ay geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nurlandı, ışık saçmaya başladı. Gül de o güzel kokuyu, diken ile hoş geçindiği için kazandı.”

Diğer taraftan, başa gelen zorlukları günahlara kefâret ve mânevî derecenin yükselmesine vesîle olarak görmek, onlara sabredip tahammül etmeyi de kolaylaştırır. Bu şuurdan mahrum gönüller ise en ufak bir meşakkatle karşılaştıklarında; şikâyet, isyan veya ümitsizliğe kapılarak, bunu, içinden çıkılmaz bir problem hâline getirirler.

Nitekim bugün maddî refahın zirvesindeki Batıʼda pek çok psikolojik buhran ve hattâ intihar vakʼaları görülürken, zâlim siyonistlerin insanlık dışı zulüm ve işkencelerine direnen mâsum müʼminlerde intihar hâdiselerinin görülmeyişi, son derece ibretlidir…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Ermişlerden biri, bir pehlivan görmüştü ki, kızmaktan ağzı köpürmüş, bir şeye fenâ hâlde canı sıkılmıştı.

«‒Buna ne olmuş böyle?» diye sorunca, biri şu cevabı vermiş:

«‒Filânca adam ona hakaret edip sövmüş.»

Ermiş zât demiş ki:

«‒Bu adam bin batman taşı kaldırıyor da, bir sözü kaldıramıyor mu?!»”

[Öfke iki türlüdür. Biri ham nefislerin öfkesi, diğeriyse mânen terakkî etmiş, olgun şahsiyetlerin öfkesi.

Ham nefislerin öfkesi; gözü karartan, aklı ve gönlü perdeleyen, sonrasında ise nedâmet ve mahcûbiyetten yüz kızartan bir cinnet hâlidir.

Kalben tekâmül etmiş bir müʼmin ise, celâllendiği zaman bile nefsini ve irâdesini kontrol altında tutar, hak ve adâletten aslâ şaşmaz.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yıkan kimse değildir. Asıl kahraman, öfke zamanında kendini tutabilen kişidir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

Şüphesiz ki bu dirâyeti sergileyebilmek, güzel bir mânevî terbiye ve irâde eğitimi gerektirir. Bundan dolayıdır ki öfke kontrolü hususunda da Hak dostlarının irşadlarına gönül vermek ve onların fazîlet dolu hâllerini örnek almak îcâb eder.

Şu hâdise, ne kadar ibretli bir misâldir:

Bir gazâda Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi.

Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.

Ehl-i Beyt’in bahadır bir ferdi ve Allâh’ın arslanı olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- için, cihad meydanında alt ettiği kâfirin kellesini o an bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan zülfikârı yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Yerde perişan vaziyette yatan ve rakibinin son bir hamlesiyle ölmeyi bekleyen adamcağız, bu hâle pek şaşırdı. Zira o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali’nin öncekinden daha şiddetli bir öfkeyle karşılık vererek kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Hayal edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, hayret ve merakla sordu:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki şiddetli bir hiddetten tarifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sakin bir hava gibi duruluverdin?!.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Ben, Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu zülfikârı ancak Allah yolunda sallarım. Buna aslâ nefsimi karıştırmam. Çünkü ben, Allâh’ın arslanı ve O’nun kılıcıyım; nefsimin, kibir ve gururumun değil… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakaret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah için gazâ etmekteyim.”

Gördüğü bu ruh asâleti karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Ardından dostluk sırrını kavradı ve Hazret-i Ali’nin yüce ahlâkından hisse alarak îmân ile şereflendi.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Nabzını doktora göster. Âfiyet ümit etmen, o zaman mâkul ve mantıklı olur.”

[Her iş için, ehline mürâcaat etmek gerekir. Dişi ağrıyan, dişçiye gitmeli; soracak meselesi olan, bir bilene danışmalıdır. Fakat bunların da işinin ehli olması elzemdir.

Nasıl ki işinin ehli olmayan bir doktor, hastasını canından edebilirse; ehil olmayan âlimler de, insanlığı doğruya sevk etmek yerine, yanlışa yönlendirebilir, irşâd etmek yerine idlâl edebilirler.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Benî İsrâil âlimlerini, “kitap yüklü merkepler”e teşbih ediyor.[1] Zira o âlimler, hakîkati bilirler, yani zihinlerinde bilgi vardır, fakat kalplerinde takvâ olmadığından, kendileri amel etmezler, nefsânî menfaatleri için hakîkatleri çarpıtırlar.

Dolayısıyla “âlim” etiketli diye, böyle kimselere başvuranlar, fayda yerine ancak zarar görürler.

Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de çok sevdiği sahâbîlerin­den biri olan Abdullah bin Ömer  -radıyallâhu anhumâ-’ya şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”[2]

Mevlânâ Hazretleriʼnin tâbiriyle;

“Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.”

Dolayısıyla hakîkati, huzuru ve ebedî saâdetin yolunu yanlış adreslerde aramak, faydasız, hattâ zararlı bir yorgunluktan ibârettir.

Meselâ günümüzde İslâmî şuurdan mahrum bazı kimseler, ağır bir travma geçirdiklerinde yahut rûhî bir boşluğa düştüklerinde, yanlış adreslerde şifâ ve tesellî arayışına girebiliyorlar. Kimisi uzak doğu dinlerinin ritüelleri olan yogada, meditasyonda, kimisi öküzleri ilâhlaştırıp ölülerini yakan hinduların bâtıl felsefelerinde, kimisi paganizm / putperestlik bakiyesi birtakım hurâfelerde, kimisi şamanizm kalıntısı totemlerde, kimisi uyuşturucuda, alkolde, kumarda, kimisi Batıʼdan tercüme kişisel gelişim kitaplarında, kimisi de aklı putlaştıran filozofların müteverrim fikirlerinde huzur arıyorlar.

Hâlbuki filozoflar kendilerini kurtaramamışlar ki insanlığı kurtarsınlar. Gerçekten de aklın cinnetine giren nice filozofun hayat hikâyesi akıl hastahanelerinde veya intiharla neticelenmişken; sahiplerine bile huzur verememiş o fikirler, başkalarını nasıl kurtarsın!?.

Bugün alkol, uyuşturucu ve kumar illetinin toplumun bazı kesimlerinde ciddî bir kangrene dönüşmüş olması da, rûhî açlığın yanlış adreslerde giderilmeye çalışılmasının, acı neticelerinden biri… Gönüllerde Allah sevgisi ve korkusu olmayınca, helâl-haram demeden kolay yoldan para kazanma hırsı da, toplumu birçok felâkete sürüklüyor.

Velhâsıl, doğru bir mânevî iklimden mahrum kalanlar, rûhî tatminsizliklerinin telâfîsini, nefsânî ve şeytânî zevklerde, huzuru maddiyatta arıyorlar.

Yegâne hak dîn olan İslâm dışında bir mânevî huzur arayışının, insanı çıkmaz sokaklara götüreceği muhakkaktır.

Ne kadar şükretsek az ki, bizler İslâm medeniyetinin mensupları olarak büyük bir mânevî hazineye sahibiz. Bizim en büyük huzur, şifâ ve tesellî kaynağımız Allah Teâlâʼdır, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir, Kur’ân-ı Kerîmʼdir, îmânımızdır, ibadetlerimizdir, zikrimiz, istiğfârımız, duâmızdır, birbirini yıkayan iki el gibi olan din kardeşlerimizdir…

Meselâ bir mütefekkir der ki:

Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti (yardımları) içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…”

Bizler, sahip olduğumuz bu mânevî hazinelerden gâfil kalırsak, bunların kıymetini bilmezsek, hattâ bu değerlerimize düşman olursak, saâdeti sefâlet çarşılarında arama hamâkatinden hiçbir zaman kurtulamayız.

Günümüzde yanlış adreslerden medet umma gafleti, problemleri çözüme kavuşturamadığı gibi, maalesef daha da kördüğüm hâline getiriyor.

Çocuğu narkotik müptelâsı olmuş, millî ve mânevî değerlerine düşman kesilmiş, suç örgütlerinin gönüllü bir kölesi hâline getirilmiş nice anne-baba; polisiye tedbirlerin yetersiz kaldığını, rehabilitasyon merkezlerinin ihtiyaca cevap vermekten ne kadar uzak olduğunu gördükçe, çaresizlik içinde feryâd ediyor.

İnsanı en iyi tanıyan, onun ihtiyaçlarını en iyi bilen ve bunun çârelerini en isabetli şekilde tâyin ve tanzim eden, muhakkak ki onu yaratmış olan Allah Teâlâʼdır. İnsanı dünya ve âhirette huzura kavuşturacak en doğru bilgiyi de ancak Allah Teâlâ verebilir. Bu bakımdan gerçek huzur, kalbin vahiyle buluşmasında, yaşantımızın vahiyle âhenk teşkil etmesindedir.

Eskiden dergâhlar, toplum için âdeta bir mânevî rehabilitasyon merkezi gibiydi. İşi bozulan, evinde huzursuzluk yaşayan, dergâha gidiyor; orada sohbetin, zikrin, tefekkürün mânevî ikliminde âdeta rûhî bir tedavi gördükten sonra, yeniden müsbet bir enerji ve huzurla dolarak topluma dönüyordu.

Bugün de kalpleri bir dergâh hâline getirmek gerekiyor. Zira günümüz toplumlarının en büyük problemlerinden biri, gönül ehli sâlih kimselerin son derece azalmış olması. Bunun için, önce kendimizi, sonra da ulaşabildiğimiz bütün gönülleri, bir rahmet dergâhı kılmaya gayret etmeliyiz.

Kurʼân-ı Kerîmʼin 11 yerinde emr-i biʼl-mârûf nehy-i aniʼl-münker, yani tebliğ ve irşad sorumluluğumuz hatırlatılıyor. Fakat kendisi uyuyan, başkalarını uyandıramaz. Boş bardakla ikram olmaz. Bunun için evvelâ kendimizi, ilim, irfan ve ahlâk bakımından ihyâ etmeli, sonra da gücümüz yettiğince toplumun derdine dermân olmaya gayret göstermeliyiz.]

Yüce Rabbimiz; hakkı hak bilip uymayı, bâtılı da bâtıl bilip uzak durmayı, rızâsına medâr olacak sâlih amellerde bulunmayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Cumʼa, 5.

[2] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.