-Su Testisi- Kazananlar ve Aldananlar

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Mayıs Sayı: 123

ESAS KAZANÇ ve ESAS KAYIP

Tabiatındaki nefsânî arzular ve hırs, insanı dâimâ kazanmak duygusuna karşı iştahlı hâlde yaşatır.

Dünyevî olarak hep sual ve merak içindedir?

“Neye yatırım yaparsam kazanırım?”

“Neresi prim yapar?”

“Hangi meslek daha iyi?”

“Hangi okul, çocuğuma parlak bir istikbal hazırlar?”

Hâlbuki bütün bu suallerin üstünde, hepsini de ihâta edecek çok daha mühim bir sual vardır ki insan onu hep ihmal etmektedir:

Nasıl yaşamalıyım?

Bu suâlin cevabını şu hadîs-i şerif özlü bir şekilde verir:

كَمَا تَع۪يشُونَ تَمُوتُونَ وَكَمَا تَمُوتُونَ تُحْشَرُونَ

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Demek ki;

Hayat, nasıl ölünmek isteniyorsa öyle yaşanmalıdır. Yani nasıl bir âhiret isteniyorsa, dünya da o şekilde yaşanmalıdır.

Cennet isteniyorsa, cennete götürecek bir hayat…

Cehennem isteniyorsa, cehenneme götürecek bir hayat!..

Çünkü;

ESAS HAYAT ÂHİRETTİR

Esas kazanç, âhiret yurdunda kazananlardan olmaktır.

Esas kayıp ve hüsran, ukbâda perişan olanlardan olmaktır.

Gaflet, insana bu mutlak hakikati unutturur.

İnsanın; âhirette cennet arzu ettiği hâlde, cehenneme bir saniye bile dayanamayacağını bildiği hâlde, dünyada gāfilâne bir hayat yaşayabilmesi ne ağır bir hamâkattir.

Ham nefis, Cenâb-ı Hakk’ın Erhamu’r-Râhimîn (اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ) olduğunu telkin ile günaha sevk eder. Lâkin Cenâb-ı Hak, amel-i sâlihler neticesinde mağfiret edeceğini bildirir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şeytan sizi Allâh’ın affıyla kandırmasın!” (Lokmân, 33)

İnsanı bu hamâkatten kurtaracak şey; nefsini tezkiye etmek, yani onda mevcut bulunan fücûru, takvâ ile bertarâf etmektir.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰیهَا فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

“…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de;

İyilik ve kötülüklerini ilhâm edene andolsun ki;

◆ Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş;

◆ Onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-8)

İnsana fücûrun da takvânın da, kötülüğün de, onu bertarâf edecek iyiliğin de ilhâm edildiğini beyan buyuran bu âyetler; insanın içinde, son nefese kadar devam edecek bir savaşı, sulhü olmayan bir cengi de ifade etmektedir:

◆ Bir tarafta; hayrı, iyiliği, rûhâniyeti, fedâkârlığı, cenneti, Cemâlullâh’ı arzu eden ruh / kalp / can…

◆ Diğer tarafta; şerri, kötülüğü, dünyayı, nefsâniyeti, bencilliği isteyen nefs / ten…

Hazret-i Mevlânâ bu mücadeleyi şöyle anlatır:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Yine Hazret-i Mevlânâ, insanların bu iç mücadeleleri neticesinde bulundukları durumu şu hikâyeyle resmeder:

Zamanında bir bey, hamama gitmek istedi. Hizmetçisine hazırlanmasını emretti. Yola koyuldular. Sabah erken vakit idi. Yolda bir mescid vardı. Hizmetkârın kulağına sabah ezanının sesi geldi. Namaza pek düşkündü, beyinin namazla alâkası olmadığını da bildiğinden;

“–Efendim siz şurada birazcık oturun, ben de mescide gideyim, namazımı kılıvereyim.” dedi. Bey izin verdi.

Hizmetçi mescide girdi. Namaz bitti, duâ edildi. Cemaat de, imam da mescidden dışarı çıktılar. Fakat namaza, ibâdete çok düşkün olan hizmetkâr kuşluk vaktine kadar mescidde kaldı.

Bey sabırsızlandıkça içeriye sesleniyordu:

“–Herkes çıktı sen neden dışarı çıkmıyorsun!”

Hizmetçi de içeriden sesleniyordu:

“–Efendim biraz daha sabredin. Geleceğim fakat biri beni bırakmıyor.”

Bey sonunda sordu:

“–Mescidde kimse kalmadı ki, seni kim bırakmıyor? Seni orada kim tutuyor?”

Hizmetçinin cevabı ise hikmet dolu idi:

“–Seni dışarıda bağlayan, yok mu? Beni de içeriye o bağladı. Seni mescide sokmayan, dışarıda bırakan, alıkoyan var ya; işte o beni de mescidde tutuyor, dışarıya bırakmıyor.”

İnsanlığa baktığımızda manzara budur. Kullardan kimi; ahdine sâdık, ibâdete âşık, cennete lâyık iken, kimi de bu hakikatler karşısında nâdân, abus ve alıktır.

Çünkü;

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından ikisi; Hâdî ve Mudill’dir.

Hâdî الهَاد۪ى; hidâyet veren, kullarını hakka, hakikate, cennete eriştiren, hidâyet için vesileler halk eden demektir.

Mudill المُضِلّ ise; müstehak olanları dalıp gittikleri dalâlette bırakan demektir.

Hidâyet Allah’tandır. Ancak Cenâb-ı Hak hidâyetinin esbâbını bildirmiştir.

ESBÂBA SARILMAK ŞART

Allah Teâlâ; fısk u fücur, zulüm ve küfürde ısrarcı olanlara
لاَ يَهْد۪ى ifadesiyle hidâyet etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu gaflet ve günahlar; her tekerrürde, kalbe kara noktalar bırakarak, sonunda onu kapkara bir zindana döndürür. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır…” (el-Bakara, 74)

Yani Rabbinin Kahhār, Mudill isimlerini kendine celbeden, insanın kendi davranışlarıdır. Hidâyet isteyen de, hidâyetin esbâbına sarılmalı; yalvara yalvara O cömertlik, rahmet ve merhamet kapısından dilenmelidir.

Şeytan da; insana olan hasedi, kini ve gururundan dolayı, ezelde Mudill isminin mazharı olmaya tâlip olmuştur. İnsanoğlunu azdırmaya, cehenneme doldurmaya ahdetmiştir.

Şeytan gaflet ehlini, Allâh’ın affıyla aldatır;

“Nasıl olsa Allah Gafûr’dur / çok mağfiret sahibidir; Rahîm’dir / çok merhametlidir. Nasıl olsa seni de affeder.” der.

Fakat o mel‘un şeytan;

“Aman, Rabbinin azâbı pek şiddetlidir. O, Aziz’dir, Kahhâr’dır.” demez, bu hakikatleri hiç hatıra getirmez.

Şeytan; bulunduğu hâlden suçluluk duyan insanı, gelecekte tevbe edip düzelebileceği umutlarıyla da kandırır. Günahların aldatıcı, fânî câzibesinden kendini koparamayan nefislere bu mavallar, masal gibi gelir. Gaflet uykusuna daldıkça daldırır. Hazret-i Yûsuf’u kuyuya atmayı, öldürmeyi düşünen kardeşleri; yaptıkları bu cürmü farkında olarak, yani bile bile işlediler. Kendilerini;

“Sonradan tevbe eder, biz de sâlihlerden oluruz!” diye kandırdılar, avuttular.

Bugün ise;

“Sen gençsin, sonra tevbe edersin. Bir seferlik fâize girsen ne olur ki! Gençlikte bu kadarcık günah bir şey değil! Şimdi tahsildesin, tesettüre sonra dikkat edersin…” gibi şeytânî telkinler çoğalmaktadır.

Hâlbuki herkes için hiç ummadığı bir zaman ve mekânda son nefes âniden geliverir!

Nitekim Hazret-i Ali  -radıyallâhu anh– buyurur:

“İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar…”

Dünya hayatına berbat, perişan bir vaziyette vedâ etmiş niceleri vardır ki; bir gün tevbe edip, hâllerini ıslah etme hayali boğazlarında bir ukde olarak kalakalmıştır.

“Yâ Rabbî! Beni geri döndür de sâlih bir kul olayım, sadaka vereyim, ibâdet edeyim!” diye nice yalvarsa da, geçen geçmiş olacaktır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَجٖ۪یءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْاِنْسَانُ وَاَنّٰى لَهُ الذِّكْرٰى

“O gün cehennem getirilir; insan o gün (her şeyi) anlar, fakat o anlamadan ona ne fayda?!.” (el-Fecr, 23)

Yine Cenâb-ı Hak cehennemden bir manzara sergiler:

“Onlar orada şöyle feryat ederler:

«–Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!»

(Onlara şöyle cevap verilir:)

«–Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?

Size îkāz edici (bir peygamber) de gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?)

Şimdi tadın (azâbı)!

Zâlimlerin yardımcısı yoktur!»” (Fâtır, 37)

Bir de;

Bir müslüman, toplumun şu anki vaziyetine bakarak kendisini üstün görmemeli. Zira Cenâb-ı Hak, bizlere nümûne-i imtisal olarak asr-ı saâdet toplumunu misal göstermektedir. Âyet-i kerîmede; Allâh’ın rızâsına ve gerçek kurtuluşa ermek için yegâne yol, şöyle gösterilir:

“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya; işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

İnsanı gaflete dûçâr eden bir başka husus da, gaflet ehlinin sayıca çokluğudur.

ÇOKLUK SENİ ALDATMASIN…

Şahsiyetini geliştirememiş insan, istikamette olup olmadıklarına bakmaksızın kalabalıklara uyar. Ekseriyetin yanlışta olmasını, bir hakikat payı yahut hafifletici bir sebep olarak vehmeder.

Nitekim Hazret-i Hûd; kavmini hak yoluna davet ettiğinde, kavmin kralı Halcân ona şöyle küstahça karşılık vermişti:

“Ey Hûd! Yazıklar olsun! Biz bu kadar güçlü ve kalabalık kimseler olduğumuz hâlde, sen bize galip geleceğini mi zannediyorsun? Bilmez misin ki; sen, sadece bir kişisin! Hem bilmez misin ki, bizim her gün bin tane çocuğumuz dünyaya gelir!”

Böylece Âd kavmi, evlât ve mala mağrur olarak Hûd -aleyhisselâm-’ı küçük gördüler ve îmân etmediler. Dünyada helâke, âhirette azâba müstehak oldular.

Bu hâdise, âyet-i kerîmelerde şöyle zikredilir:

“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki:

«Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz!»…” (el-A‘râf, 65-67)

Bugün dünya, eski kavimler gibi yine bir câhiliyye devri içine girmiştir. «Bırakınız geçsin, bırakınız yapsın!» terâneleriyle sadece dünyaya meylettirmekte ve gerçek hayat olan âhireti ise unutturmaktadır. Bu sebeple dâimâ îkāz edici, istikamet sahibi kişilere, yani ehl-i gönül mü’minlere ihtiyaç vardır.

Unutmamalı ki, kalabalıkların aynı hatada birleşmesi, asla bir hakikat ifade etmez. Zira Lût -aleyhisselâm-’a;

“Biz bu kadar kalabalığız. Sen temizsen, aramızdan çık, bizi rahatsız etme!” dediler.

Tarihte çok zaman menfî toplumlar, sefâletlerini saâdet zannetmişlerdir. Zira onlar, gerçek saâdetin ne olduğundan bîhaberdirler. Tıpkı kubur farelerinin; mutluluğu, sadece kuburlarda görmesi ve nâzenîn gül bahçelerinden habersiz olması gibi…

Bu itibarla;

Onların hakikati bilmeyip kabul etmemesi, Hak katında hiçbir değer ifade etmez.

Cenâb-ı Hak buyurur:

ذٰلِكَ الدّٖ۪ينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“…İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30)

اِنَّ السَّاعَةَ لَاٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ فٖ۪يهَا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ

“Kıyâmet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.” (el-Mü’min, 59)

İnsan; kalabalıklara değil, onların Rabbinin hükmüne tâbî olmalıdır. Fahr-i Kâinatsallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz de bu hususta îkāz eder:

“«İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz.» diyerek her hususta başkalarını taklit eden, şahsiyetsiz, iradesiz, kararsız kişiler olmayın!

Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye (kötülüklerinden uzak durmaya) alıştırın!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)

Bugün modalar, reklâmlar ve batılı hayat tarzının toplumu sarması da aynı şekilde gaflete hizmet etmektedir.

Hak ve hakikat üzere yaşaması gerektiğini bilen birçok kişi, iradesizlik yüzünden;

“Herkes yiyor.” diye haramı yer,

“Herkes giyiyor.” diyerek, uygun olmayan bir kıyafetle sokağa çıkar,

“Herkes yapıyor.” diyerek nice şenaatler işler…

Hâlbuki doğru olan; kazananlardan olmak için, uhrevî mânâda; akıllıca, tedbirlice hareket etmek, yolun sonunu, başından görebilmektir.

Halk irfânı;

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” hakikatinin bilhassa menfî misallerini şöyle ifade eder:

SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR

Ömrünü gafletle geçirenler, yanlışta ısrar edenler, Cenâb-ı Hakk’ın önüne çıkardığı dönüş ve tevbe fırsatlarından gaflette olanlar; o terk edemedikleri bozuk yol üzerinde bir gün serilir kalırlar… Allah muhafaza eylesin, canlarını o perişan hâl üzere verirler.

Hayatı, dünya gayesi ile yaşayanların ve nefislerinin arzusuna göre sürüklenenlerin sonu; âhiret perişanlığıdır.

Bu perişanlıktan kurtularak; ölümsüz bir hayat yahut ihtiyarlığı olmayan bir hayat arzu edilirse, bu ancak nefis engelinin aşılması, yalancı ve fânî eşyaların esâretinden kurtulup Hakk’a râm olunması sûretiyle elde edilebilir!..

Nefsini aşıp hakkı yaşayanlar; âbâd, azîz ve insanlığa meş‘ale bir örnek olmuşlardır. Cenâb-ı Hak, onları fânî hayatlarından sonra da hizmetleriyle devam ettirmektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا

“Îmân edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, çok merhametli olan Allah, onlar için (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

İşte o ilâhî sevgi ile o büyük zâtların hayatları devam ediyor. Kıssaları, nasihatleri ve telkinleriyle ömürleri, nasipli gönüllere feyz u rûhâniyet katarak mü’min hayatlarda devam ediyor. Aziz Mahmud Hüdâyî devam ediyor. Hazret-i Mevlânâ devam ediyor. Nakşibend Hazretleri kurduğu hizmet yoluyla devam ediyor. Hazret-i Yûnus gönül terennümleriyle devam ediyor…

Hakk’a sığınmak ve hakkı yaşamak, yaşayan için izzettir; bunun zıddı olarak da nefsin arzularına mahkûm olmak ise, zillettir, hüsrandır.

Nefsine mağlûp gafil insanların dünyalık evleri, âdetâ yaşayan ölülerin aile kabristanıdır.

Hayat cezb ve incizâb kanununa tâbîdir. Nefsî hayat, fâsıkları cezbeder. Rûhâniyet, sâdık ve sâlihleri kendine çeker. Küfür, kâfiri; irşad da irşâda tâlib olan müsterşidi cezbeder.

Nefsânî olarak yaşanan bir dünya hayatı ise; helâke götüren hayal, serap, hile ve desîselerle doludur.

Hazret-i Mevlânâ ne acı söyler:

“Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?”

Buna mukabil;

BAHTİYARLAR

Nefsinin fücûrunu bertarâf edebilmiş, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmiş bahtiyarlar; Hakk’a kulluğun lezzetine ermişlerdir. Dünya ve câzibesi, onlara tesir etmez. Çünkü onlar; o câzibenin aldatıcı bir şeytan süsü olduğunu idrâk etmiş, hakikî ve bâkî olan, uhrevî zevklere âşinâ olmuşlardır. Hizmet onlara külfet değil, lezzet gelir. Secdelerle, zikrullah ile nurlandırdıkları geceler; onlara kısacık gelir, bitmesin isterler. Gayret ettikçe dinlenirler, verdikçe gönülden zenginleşirler, fedâkârlık ettikçe huzurla dolarlar.

Onlar da can testilerini, gözyaşlarıyla, alın terleriyle doldurmuş Hak yolunun yolcularıdır. Son nefesleri de o yolda, huzur ve ferahlık içinde tecellî eder. Nur içinde yaşar, nur içinde Hakk’a irtihâl ederler.

Habîb-i Neccâr, tevhidi korumak için taşlanmaya râzı oldu. Kendisini taşlayanlara acıdı. Ötelerin perdeleri kendisine açıldı ve son nefes ânında;

“…«Keşke» dedi. «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!»” (Yâsîn, 26-27)

Şair ne güzel ifade eder:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrail’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!

(Necip Fazıl)

Hak dostlarının son nefese verdikleri ihtimâmı şu kıssa ne güzel anlatır:

Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruh- anlatıyor:

“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona;

«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevabı vermiş:

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”

Îmânın halâvetini tatmış olanların en büyük endişe ve gayreti; o güzel hâli, son nefese kadar muhafaza edebilmektir.

KAYBETMEMEK İÇİN

Nitekim Firavun’un sihirbazları, Hazret-i Musa’nın gösterdiği açık bir mûcize karşısında;

“–Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine îmân ettik!” diyerek derhâl secdeye kapanmış, îman nimetiyle şereflenmişlerdi.

Lâkin ahmak Firavun, öfkelendi ve sahip olduğu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdit etti:

“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..”

Sihirbazlar ise büyük bir îman vecdi içinde;

“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zararın dünyaya aittir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îman celâdetiyle tavır koydular.

Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar; zulümden kurtulabilme derdine değil, son nefeste bir îman zaafı göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:

رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ

“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A‘râf, 126)

Çünkü onlar biliyordu ki:

En fecî ölüm, Hak’tan gafil olmak, onun rızâsını kaybetmektir…

Şu da tarihî bir hakikattir ki; ilk Îsevîler, sirklerde arslanların önüne atıldılar, onların dişleri arasında îmanlarını korudular.

Velhâsıl Allah bizden tavizsiz bir îmân istiyor. Sâmi Efendi Hazretleri bu îman kıvamını şöyle tarif eder:

“İstikamet sahibi bir mü’min, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:

1) Sıcaktan erimez,

2) Soğuktan donmaz,

3) Rüzgârdan devrilmez,

4) Sel alıp götürmez.”

Demek ki;

“Su testisi su yolunda kırılır.” hakikati, bizi Hak yolundan ayrılmamaya sevk etmelidir. Fakat;

“Nasıl olsa mü’miniz, istikamet yolu üzerindeyiz.” şeklinde başlayabilecek bir gevşekliğe de dûçâr etmemelidir. Hazret-i Yûsuf gibi, ömrünü Hakk’ın rızâsı üzere yaşamış bir peygamberin dahî;

تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَأَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ

“…(Yâ Rabbî!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır.

Çünkü; hayat boyu sâlih amellerle meşgul olunsa da, son nefesin hangi hâl üzere verildiğine itibar olunacaktır. Son nefesin ne şekilde olacağı da, ilâhî bir sırdır. Nitekim, sahip oldukları ilmi, irfân ile tezyîn edemeyip nefsini arındıramayan İblis, Kārun, Bel‘am bin Baûra ve sahâbî iken dünya tamahlarına aldanan Sâlebe; istikamet üzere yaşarlarken, nefsâniyete kapılıp dalâlete yuvarlanan bedbahtların en hazin misalleridir.

Hâsılı;

Dünya; tuzaklarla dolu bir aldanış yurdudur. Bu yolculuğun başında da tuzaklar vardır, sonunda da… Hepsinden muhafaza olmak için Rabbin inâyetine sarılmak ve nefse bir göz açıp kapayacak kadar dahî râm olmadan, dâimâ uyanık bulunmak zarûrîdir.

Hazret-i Peygambersallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz, bizlere bir misal olarak şöyle duâ ederlerdi:

“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla baş başa bırakma! Her hâlimi ıslâh eyle! Şüphesiz Sen’den başka ilâh yoktur…” (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101)

Yâ Rabbî!.. Bizleri dünya, nefs-i emmâre ve şeytanın tuzaklarına aldanmayıp; âhireti kazananlardan eyle!.. Gafletten, dalâletten, sû-i hâtimeden bizleri ve nesillerimizi muhafaza buyur. Bizleri hidâyet üzere yaşayıp, hüsn-i hâtime ile son nefesini huzur içinde verebilen bahtiyarlar zümresine ilhâk eyle!..

Âmîn!..