Sultân 1. Ahmed Han

1997 – Eylul, Sayı: 139, Sayfa: 020

Ondördüncü Osmanlı pâdişâhıdır. Ondört yaşında 1603 yılında Eyüb Sultân’da kılıç kuşanarak pâdişâh olmuştur. Pâdişâhlığı ondört sene devam etmiştir. Ondört şerefeli bir san’at hârikası olan zarîf Sultânahmed Câmî’i O’ndan günümüze kalan en güzel bir hâtırâ ve mânevî bir armağandır.

Kânûnî‘den sonra devlet işleri ile bizzat meşgûl olan nâdir sultânlardan biri idi. Çocuk yaşta pâdişâh olmuş, daha o yaşta bile zekâsı ve rûhî derinliği sâyesinde mükemmel kararlar alıp, devleti yönlendirmiştir.

Dâimâ ilim ve irfân sâhipleri ile istişâre ederdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri gibi bir velînin başarılı bir talebesi olmuştur.

Edebali Hazretleri, nasıl Osman Gâzî’yi mânen yetiştirip devâsâ bir devletin temelinin atılmasına âmil olmuş ise, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de I. Ahmed Han‘ı mâneviyat âleminde merhaleler katettirerek yüceltmiş ve böylece O’nun zâhirî meziyetleri yanında imparatorluk coğrafyasına engin bir adâlet, merhamet, ve huzûr sûretinde akseden büyük şahsiyetini ortaya çıkarmıştır.

“Bahtî” mahlası ile yazdığı dîvânı, I. Ahmed Han’ın mânevî mertebesini göstermeğe kâfîdir.

Kâbe‘nin örtüleri, O’nun devrinde İstanbul‘da îtinâ ile dokunup Mekke‘ye gönderilmeye başlanmıştır.

Sultan Ahmed tahta çıktığında, Osmanlı Devleti, içte Celâlî isyanları ile uğraşmakta, doğuda İran ve batıda Almanya ve müttefikleri ile savaş hâlinde bulunmaktaydı. Almanya fenâ şekilde hırpalandı ve sulh istedi. Zitvatorok Anlaşması imzalandı. 1611 senesinde Celâlî isyanları tamamen bastırıldı. Sıra üçüncü gâile olan İran’a geldi. Nihayet İran ile de anlaşma yapıldı. Akdeniz’de çok mühim deniz muhârebeleri kazanıldı.

1605’te Estergon ve Uyvar fethedildi. Uyvar önünde kazanılan zafer, o derecede nisbetsiz iki kuvvet arasında idi ki, Avrupa’da uzun asırlar devam edecek olan “Türk gibi kuvvetli” sözü, bu sebeple bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Aynı sene bir de gâyet başarılı bir Avusturya Seferi yapıldı. Macaristan kralına taç giydirildi. Denizlerde Malta Seferi yapıldı.

Sultan Ahmed Han’ın böyle parlak zaferlerle dolu hayatı, 1617 senesinde nihayete erdi. Bütün Osmanlı târihinin en azametli mîmârî şaheserlerinden biri olan ve kendi adıyla anılan câmî-i şerîfin yanındaki türbesine defnedildi. (Allâh rahmet eylesin!.)

SULTÂN I. AHMED HAN ve AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ

Sultân Ahmed Han’ın mânevî şahsiyetinin mîmârı Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir. O’na olan meclûbiyeti, kendisini, sâhib olduğu zâhirî saltanat imkânlarına rağmen büyük bir istiğnâ ile mâneviyat âleminin zirvesine erişmesine sebep olmuştur. Sultan Ahmed Han’ın kemâl yolunda ilerlemesi şu rü’yâ ile başlamıştır:

Sultân Ahmed, birgün rü’yâsında; Avusturya kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırtüstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını gördü. Ürpererek uyandı. Çok heyecanlandı. Üzüldü. Rü’yânın zâhirî görünüşü korkutucu idi.

Saraya tâbirciler dâvet edildi. Lâkin rü’yânın yapılan tâbirleri, I. Sultân Ahmed’i tam olarak tatmin etmedi. Devlet erkânı, I. Ahmed Han’a, bu rü’yâyı bir kere de Üsküdar’da bulunan Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne tâbir ettirmesini tavsiye ettiler. I. Ahmed Han, bir mektup yazarak rü’yâsını Hüdâyî Hazretleri‘ne arz etti.

Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî‘nin kapısını çaldı. Büyük velî Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, elinde daha önce hazırlamış olduğu bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, ona bunu verdi ve:

“-Sultânımızın beklediği cevâb burada yazılıdır!” dedi.

Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı. Ahmed Han’ın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan kerâmeten cevâbı verilmişti. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu:

“-Allâhü Teâlâ, insan vücûdunda sırtı, kâinâtta ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın sırtının toprağa gelmesi ile bu iki kuvvet birleşmiş demektir. Dolayısıyla, bu rü’yâdan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır…”

I. Ahmed Han, bu tâbirden çok memnun oldu ve:

“-İşte gördüğüm rü’yânın gerçek tâbiri budur!” dedi.

Bu rü’yâ, istikbâldeki Estergon Kalesi’nin fütûhâtını müjdelemiştir.

Sultan, derhal Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya‘ya üstüste darbeler indirmeye başladı ve onları sulha mecbûr etti. Bilhassa Estergon‘un ele geçirilmesi, Avusturyalılar‘ı perîşân etmişti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihâyete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzâlandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılar’a geçmiş, Avusturya savaş tazmînatı ödemeye mecbûr kalmıştır.

Sultan Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin büyüklüğünü böylece keşfetmiş oldu. Bu zaferden sonra O’na bağlılığı bir kat daha attı. Her devirde mürşidlerin teveccühleri, rûhları devlet gâilelerinden bunalan büyük idârecilere dâimâ bir ana kucağının şefkat ve sıcaklığını bahşeder. Ki buna milletlerin kaderlerinde rol sâhibi olan cengâverler, her zaman muhtaç olagelmiştir. Böyle bir tasarrufdan mahrûm olanların zaferleri, zâhiren büyük olsa bile mânevî yönü olmadığı için hakîkatte bir zafer olarak telakkî etmek mümkün değildir. Meselâ Atilla, Karakurum’dan hareket ederek Orta Avrupa’ya kadar 7000 km mesâfe katetmiştir. Fakat ardında bıraktığı, kan, ızdırap ve gözyaşlarıdır… Bu ise, bir zafer değil, bir zulüm harekâtıdır. Târihdeki yüz karalarından biridir.

Timurlenk’le Yıldırım’ın Ankara muhârebesi de, nefsânî bir mücâdelenin hazin bir âkıbetle neticelenmesidir. Sonucu, hüsrân dolu dul ve yetîmler dramıdır. Çünkü muhârebe sonunda, onbinlerce müslüman kanı dökülmüş ve daha sonra Yıldırım Bâyezîd Han, hazîn bir şekilde şehîd olmuş, Timur ise, dört bin kilometre yol katetmesine rağmen eli boş olarak geriye dönmüştür.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî terbiyesi neticesinde I. Ahmed Han şahsiyetinin kemâline ulaştı. Böylece fenâ fi’ş-şeyh olup O’nunla aynîleşti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile Sultan I. Ahmed Han’ın mânevî semâlarda sır ve makam ortaklığını, onlardan sâdır olan şu şiirler ne güzel aksettirir:

Hüdâyî Hazretleri:

“Zâkir safâya irişür;
Envâr-ı zikrullâh ile..
Âşık Hudâ’ya irişür;
İksâr-ı zikrullâh ile..

Âşık olan cânânına
Girmiş fenâ meydânına
Ermiş Hakk’ın ihsânına
Îsâr-ı zikrullâh ile..”

derken,

diyerek, iki bedende bir rûh hâline geldiklerini göstermiş oluyordu. Sultan Ahmed Han’ın bir san’at hârikası olan şaheser câmîinin temel atma merâsimine devrin en meşhûr meşâyih ve âlimleri dâvet edilmişti.

Temele ilk harcı koyan Azîz Mahmûd Hüdâyî oldu. Sultan I. Ahmed Han ise, basit bir amele gibi o gün akşama kadar elinde kazma-kürek inşaatta çalışmıştır.

Bu mübârek câmîin mânevî husûsiyetlerine âid şöyle bir rivâyet de vardır:

I. Ahmed Han, genç yaşta vefât ettikten sonra kızı Gevher Hatun, rü’yâsında babasını cennette çok ihtişâmlı bir mekânda görmüş. Merakla sormuş:

“-Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vâsıl oldun?”

Sultan Ahmed:

“-Kızım, bu câmîi yaptırırken sırtımda taş taşıdım!. Bu makâmı elde etmemin sebebi budur!” demiş.

Aynı rü’yâda Sultan Ahmed’in kardeşi de yeğeni Gevher Hatun’a:

“-Daha bizim yanımıza gelmeyecek misin? Haydi ikinci çocuğunu doğur da gel!” demiş.

O sırada Gevher Hatun, gerçekten ikinci çocuğuna hâmileymiş. Çok heyecanlanmış. Tâbirciler, te’vîl etmişlerse de rü’yânın mânâsı âşikâr imiş. Nihâyet Gevher Hatun, ikinci çocuğunu doğurduktan sonra bir-iki gün içinde vefât etmiş.

I. Ahmed Han zamanı, devletin toprak genişliği bakımından en doruk noktada olduğu bir devirdir. Dünyâ kralları, bu devletin ihtişâmı karşısında eğiliyor ve sadrazamların eliyle tâc giyiyorlardı.

Sultan Ahmed, yaptırmış olduğu câmîin sol tarafında küçük ve dar çilehanesinde zaman zaman riyâzâta girerek, yoğun devlet işlerinden sıyrılıp rûhunu gönül iklîmine yönlendirirdi. Murâkabe hâlinde yaşayarak Rabbi ile başbaşa kalırdı.

Sultan Ahmed, câmîinin inşâsı sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hz. Peygamber’in “Nakş-ı Kadem” denilen mübârek ayak izlerini Eyyûb Sultân türbesine getirtmişti. Câmîin inşâatı tamamlanınca da bunu, câmîine koydurdu.

Sultan, bu nakil işleminin yapıldığı gece şöyle bir rü’yâ görür:

“Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuş ve Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de kadılık makâmında oturmaktadır. Bir nevî mahkeme kurulmuştur. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan bu “Kadem-i Seâdet”in alınıp İstanbul’a getirilmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcıdır.

Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kadı sıfatıyla, “Kadem-i Şerîf”in, derhal geri gönderilmesine hükmeder…”

Sultan dehşet ve korku ile uyanır. Rü’yâsını içlerinde Hüdâyî‘nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirir. Yapılan tâbire göre denilir ki:

“Rü’yâ gâyet açıktır. Yoruma bile gerek yoktur. Emânet derhal geri gönderilmelidir…”

Sultan Ahmed, emâneti yerine titizlikle ve mahzûn bir şekilde iâde eder.

I. Ahmed Han, Rasûlullâh‘ın mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırır. Kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almağa çalışır. Gönlünden şu mısra’lar dökülür:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..

Rivâyet olunur ki, Sultanahmed Câmîi ve külliyesi tamamlanınca, açılış merâsimine başkanlık etmesi için Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edildi. O gün deniz, çok fırtınalı ve dalgalıydı. Bu sebeple kayıkçılar, denize açılmaya cesâret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, Üsküdar iskelesine indi. Beş-altı müridiyle birlikte kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu‘na doğru yol aldı. Allâh Teâlâ’nın izni ile kayığın ön, arka ve yanlarından deniz, bir kayık mesâfesinde süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes, korkudan denize çıkamazken, Mahmûd Hüdâyî Hazretleri kayığıyla selâmetle karşıya geçmiştir.

Sultanahmed Câmîi, muhteşem bir merâsimle açıldı. Cum’a hutbesi, teberrüken bu büyük velîye okutturuldu.

Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna, “Hüdâyî Yolu” denir. Kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.

Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcuları, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Yûşâ Aleyhisselâm tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha“ya dâvet ederlerdi.

Bir zamanlar halkın, İstanbul’da meftûn olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!..

Sultan Ahmed, Üsküdar‘a gittiği bir günde, çarşıda Hz. Hüdâyî’ye tesâdüf eder. Derhal atından inerek, yerine şeyhini oturtup kendisi de atın arkasından yaya olarak yürümeye koyulur. Hüdâyî’nin gönlü, koca pâdişâhın yaya olarak yürümesine râzı olmaz ve bir müddet sonra:

“-Sırf şeyhimin duâsı ve sultanımın emri yerini bulsun diye bindim!.” diyerek attan iner.

Böylece de şeyhi Üftâde Hazretleri‘nin:

“-Oğlum, pâdişâhlar rikâbında yürüsün!” şeklindeki duâsı yerine gelmiş olur.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin himmeti, I. Ahmed Han üzerinde ömür boyu devam etmiştir. Şu hâdise onlardan biridir:

Sultân Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıkmıştı. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultân Ahmed Han, “besmele” çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh‘a:

“-Sultânım! Sakın yemeyiniz; o et zehirlidir!” buyurdu.

Etten bir mikdar kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü.

Sultân Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne müstesnâ bir hürmet gösterir ve ikrâmda kusûr etmezdi. Bir gün Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultân Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultân bir ara kalbinden:

“Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin bir kerâmetini görseydim!” diye geçirmişti.

Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenlere vâkıf olarak:

“-Hayret, bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu.

Sohbet esnâsında Ahmed Han:

“-Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin, kıyâmet günü talebelerine ve günâhkâr mü’minlere şefâat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra:

“-Evet doğrudur!. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, müntesiblerinden pek çok günâhkâra şefâat edecektir!” buyurdu.

Pâdişâh devam ederek:

“-Efendim! Acabâ zât-ı âlînizin de bizlere bir va’d ve müjdesi yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ellerini kaldırıp:

“-Yâ Rabbî!

Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensûb olanlar, denizde boğulmasınlar; âhır ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” diye duâ eyledi.

(Bütün ulemâ ve evliyâ, bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensûb olanların denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)

Ahmed Han, 1617 (h.1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafâ, Sultân’ın vefâtından bir gün önce huzûrunda iken, Ahmed Han’ın, odada görünmeyen bazı kimselerle dört defâ:

“-Ve aleyküm selâm!” dediğini işitti.

Sebebini sorduğunda Sultân Ahmed Han:

“-Şu anda yanıma Hazret-i Ebûbekr-i Sıddîk, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Alî geldiler. Bana:

«Sen Dünyâ ve Âhıret’in sultânlığını kendinde toplamışsın. Yarın Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in yanında olacaksın!..» buyurdular..” cevâbını verdi.

Hakîkaten ertesi gün bu Dünyâ ve Âhıret sultânı vefât etti.

Cenâzesinin yıkanması için mürşidi Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edildi. Ancak:

“Sultânımı çok severdim. Dayanamam. İhtiyârlığım sebebiyle beni mâzur görün!” buyurdu.

Talebelerinden Şâban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi‘nin kıldırdığı cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultanahmed Câmîi yanındaki türbesine defnedildi.

Sultân I. Ahmed Han‘ın çocuk yaşta pâdişâh olmasına rağmen gösterdiği dirâyet ve kâbiliyetleri, dikkate şâyândır. Vücûdca gâyet kuvvetli idi. Çok iyi binici, atıcı ve silahşördü. Bu meziyetleri, oğullarından Genç Osman ve Dördüncü Murad’a intikâl etmiştir.

Ceddi Yavuz Sultân Selîm Han gibi sâde giyinirdi. Gece yatarken, uykunun rehâvetine dalmaması için kıldan yapılmış bir hırka giyinirdi. Halkın arasına girer büyük bir tevâzû içerisinde onların dertleri ile ilgilenirdi.

Ülkesinin genişliği ve Dünyâ coğrafyası üzerindeki mevkîinin ehemmiyeti, O’nu nefs çukuruna düşürüp mağlûb edemedi.

Cihân nizâmının kıvâmı ve ahlâk yapısının devâmı, her zaman ancak kalbî hayatta derinleşmek ile mümkündür. Seviyesi yükselen milletler, mânevî rehberler olan gönül sultanlarına izzet etmişler, onların izlerini takib etmeyi nîmet bilerek seâdet ve huzûra ermişlerdir.

I. Ahmed Han, ömrü boyunca Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin izinden yürümeyi, Dünyâ’ya âid her şeye tercih etti. Çünkü O’nun yolu, insana, Dünyâ saltanat ve ihtişâmıyla ölçülemeyecek derecede mânevî feyz ve lezzetlere ulaştıran kalbî tatminkârlıklar bahşediyordu. Hüsn-i Mutlak’a bağlandığı için zâhirî gölge varlıkların, onlar ne kadar ihtişâmlı olsalar da esâretine girmedi. Aynadaki yalanlara aldanmadı. Gönlü, makâm, mevkî gibi dünyevî alâkalardan uzaklarda kaldı. En büyük zafer olan “nefsini aşmak ve onun desîselerine kanmamak” nîmetine nâil oldu. Gönül iklîminde derinleşerek, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin ikinci bir nüsha-i sânîsi oldu.

Rahmetullâhi Aleyh!..