1997 – Ekim, Sayı: 140, Sayfa: 020
Otuz ikinci Osmanlı pâdişâhıdır. Babası Sultân II. Mahmûd, annesi büyük hayır ve hasenâtlar sâhibi Pertevniyal Sultân‘dır.
1861 yılında tahta geçti. Saltanat müddeti 14 senedir. Zekî ve hamleli bir pâdişâhdı. Kendisine küçük yaştan itibaren gâyet îtinalı bir tahsîl yaptırılmıştı.
O’nun saltanatına tekaddüm eden günlerde “Tanzîmat Fermanı” ile batı taklîdçiliği yolu açılmış ve bu istikâmette atılan adımlar, halkın rûhunda devlete karşı ilk küskünlük tohumlarını filizlendirmeye başlamıştı. Sultan II. Mahmûd ve halefi Sultan Abdülmecîd, bu yolda yürümüş, an’anevî ordu şeklimiz olan yeniçeriliğin ilgâsından cenâzelerin bando-mızıkayla kaldırılmasına kadar çeşitli inkılâb hareketleriyle devletin teb’asına yabancılaşması ve ahkâm-ı şer’iyyeden uzaklaşmaya başlaması çığırını açmışlardı. Halk küskün; ricâl, batı âleminin kaydettiği terakkî karşısında şaşkın ve mütereddiddi. İslâm’ın düşmanları ise, batı ile aramızda husûle gelen mesâfenin vebâlini, muazzez İslâm’a yüklemek için sinsi bir propaganda faâliyetine girişmiş bulunuyordu. O derecede ki, daha sonra şâir Ziyâ Paşa bu keyfiyeti, şu beyti ile en güzel bir sûrette ifâde edecekti:
“İslâm imiş devlete pâbend-i terakkî,
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı!..”
Halbuki Avrupa’daki terakkî, hıristiyanlığın veya ona dayanan usûl, erkân ve kültürün mahsûlü değildi. Bu keyfiyet, Amerika’nın keşfi ve buradan büyük bir bâkir servet elde edilmesi, buharlı geminin îcâdıyla Afrika’nın güneyindeki Ümidburnu’ndan dolaşılması ve bu sûretle baharat, ipekli kumaşlar gibi uzak şark mallarının batıya intikâliyle ticâret yollarının değişmiş bulunması ve bunun neticesinde Avrupa’da bir “sanayi inkılâb”ı vucûda gelmesi gibi büsbütün başka ve sırf iktisâdî olan sebeplerin eseriydi. Hal böyleyken, düşmanlarımız iki âlem arasındaki farkı, yanlış bir te’vîl, tefsîr ve telkîn ile bizi kendi orijinal (nev’i şahsına munhasır) dünyâ görüşümüzden, ictimâî nizâmımızdan ve pür-islâmî olan hayat üslûbumuzdan uzaklaştırmaya başladılar. Bu yanlış yolu, bize kasden doğru gösterip terakkî için yegâne çâre imiş gibi telkîn ettiler. Bu telkîn, başta devrin paşaları olmak üzere pâdişâhları bile te’sîri altına alacak bir şümûl kazandı.
Diğer taraftan 1826 yılında yeniçeriliğin ilgâsıyla an’anevî ordu nizâmı bozulduğundan iki yıl sonra Ruslar’ın onbeş bin kişi gibi cüz’î bir kuvvetle Edirne’ye sarkabilmeleri, 1829 yılında Yunanistan’ın kuruluşu emr-i vâkîsi ile karşılaşılması, 1832’de bir Osmanlı vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ordusunun Kütahya’ya kadar gelebilmesi ve asırlardan beri mağlûbiyet görmemiş bir devletin bu durum karşısında Rusya’dan yardım istemek mecbûriyetinde kalması, millî gurûru rencide etmiş, vicdanlar rahatsız olmuştu.
II. Mahmûd, devrinin gâilelerinden teessüre kapılmış, verem olmuştu. Cılız, hastalıklı ve batı kaşısında âciz bir pâdişâhdı. Halefi Sultan Abdülmecîd de aynı batı taklidçiliği yolunda yürümüştü. Bunların arkasından gelen Sultan Abdülazîz ise, cesûr, hamleli, fikren ve rûhen sağlam bir pâdişâh olarak halkın rûhunda birikmiş olan melâli (hüznü), kısa zamanda sürûra çevirmiş, eski fütûhât devirlerinin avdet edeceği ümidlerinin belirmesine sebep olmuştu. Pehlivan yapılı vücûdu da bu hissi takviye ediyordu. Gerçekten güreşi teşvik eden, düşmanlarına karşı harbi göze almaktan çekinmeyen, bu maksadla ordu ve donanmayı dünyânın en ileri seviyesine çıkarmaya çalışan Sultan Abdülazîz‘in devri, Tanzîmat’la başlayan yılgınlıktan milletçe silkinip doğrulma temâyüllerinin bir başlangıcı olmuştu. O’nun faâliyetlerinin ana hedefi Tanzîmat’la açılmış bulunan batılılaşma hareketlerini akamete uğratarak, kendi millî ve dînî hüviyetine sâdık kalmak ve bu yolda ilerlemekti. Lâkin kendisine tekaddüm eden yıllarda bu kendinden kaçış, o hadde vâsıl olmuştu ki, Napolyon Code-civili (Kod Sivil) denilen Fransız medenî kânûnu aynen tercüme edilip alınarak, müslüman teb’aya tatbîk edilmesi gibi temâyüller belirmişti. Sultan Abdülazîz, bu cinâyet derecesinde vahim olan hareketi, devrinin büyük âlimi olan Ahmed Cevdet Paşa ile elele vererek İslâm hukûkundan yapılmış bir medenî kânûn demek olan Mecelle-yi Ahkâm-ı Adliyye’yi kısaca “Mecelle” denilen büyük kânûn metnini ortaya çıkararak önlemiştir. Zamanının bütün silâhlarını en iyi bir şekilde kullanmayı öğrenmiş olan Sultan Abdülazîz, dedesi Yavuz Sultân Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu.
Sultan Abdülmecîd Han’ın ölümü üzerine 1861’de tahta çıkmıştı. Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışık idi. Mâlî sıkıntı son haddindeydi. Karadağ’da çıkan isyan, Sırplar’la savaşa yol açabilecek durumda idi. Avrupa devletleri bu hali fırsat bilerek, aracılık tekliflerini arttırıyorlardı. Zîrâ Sultân’ın Tanzîmat’tan vaz geçmesinden endîşe duyuyorlardı.
Bu durumu fark eden Sultân, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Fermânda şöyle deniyordu:
“Devletin maddî gücünün artırılması ve halkın hayât seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve isrâfdan korunması şarttır. Müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin memleketimizde yaşayan herkes, dînimizin emirleri çerçevesinde adâletle yönetilecek ve hepsi adâlet önünde eşit muâmele görecektir.
Yüce devletimizin istiklâlinin devâm etmesi ve halkın refâh içinde yaşaması, en büyük gâyemizdir. Cenâb-ı Hakk, Peyygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin!”
Bu fermânla birlikte mevcûd hükümetin de yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzimat’la alâkalı endîşelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Sultân, isrâfa karşı, kendinden ve saraydan başlayarak tedbîrler aldı. Devletin mâlî durumunu düzeltmeye başladı.
Sultan Abdülazîz, bütün dünyânın alâkasını celbetmiş bulunuyordu. Bundan dolayı, Fransa ve İngiltere’ye dâvet edildi. 1867’de Dolmabahçe önünden Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyâhat eden ilk pâdişâh oldu.
Koca Sultan, Paris’te büyük bir törenle III. Napolyon tarafından karşılandı. Şerefine verilen yemekte yanına oturan III. Napolyon’un:
“-Ekselans Hazretleri! Girit için en güzel çözüm yolu olarak, adanın Yunanistan’a terkini düşünseniz!..” demesi üzerine Sultân celâllendi. O diplomatik münâsebetlerde zaaf gösterecek bir pâdişâh değildi. Bundan dolayı, bu kendisini yoklama mâhiyetindeki suâle şu cevâbı verdi:
“-Ekselans! Osmanlı Devleti, yirmiyedi sene Girit için kan döktü. Her karış toprağını şehîd kanları ile suladı. Ordumda tek bir asker, donanmamda tek bir sandal kalana kadar ecdâd mîrâsını korumak mecbûriyetindeyim…”
Beklenmiyen bu şiddet karşısında III. Napolyon, özür dilemek zorunda kaldı.
Sultân, İngiltere ve Fransa seyâhatinden İstanbul’a muhteşem ve gâyet başarılı diplomatik zaferlerle dönmüştü.
İstanbul’da da halkın coşkun tezâhürâtı ile karşılandı. Zîrâ millet, O’nda yükseliş devri pâdişâhlarının temâyül ve dirâyetini görüyor ve yeni zaferlerle devletin, bir kere daha silkinip şahlanacağını umuyordu.
Sultan Abdülazîz, ecdâdın devri ile kendi devri arasındaki kudret ve ihtişam farkını şu sözleri ile ne güzel ifâde etmiştir:
“Atalarımız batıya at sırtında fütûhât için giderlerdi. Bizler ise, şimdi tren ve vapurla, ancak diplomatik seyâhat için gidebiliyoruz!”
Abdülazîz Han, gâyet dindârâne ve intizamlı bir hayat süren dürüst bir insandı. Hayatı boyunca su yerine zemzem içecek kadar takvâ sâhibi idi. Hattâ Avrupa’ya seyahate gittiği zaman, abdest suyunu beraberinde götürdüğü rivâyet edilir. Muntazaman namaz kılar ve çok çok Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Cânîyâne bir sûrette katledildiği zaman odasındaki küçük masanın üzerinde “Sûre-i Yûsuf” açık olduğu halde bir Kur’ân-ı Kerîm bulunmuştu. O’nun mübârek kanlarının bulaştığı bu Kur’ân-ı Kerîm, el’an Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilmektedir.
Birgün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultân Abdülazîz’e:
“Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine:
“-Derhal beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talebleri ayakta dinleyeyim! Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talebleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber’e olan muhabbetini güzel bir sûrette izhâr etmiştir.
Her Medîne-i Münevvere postası geldiğinde abdest tâzeler, mektupları «Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve «Aç, oku!» derdi.
Yukarıda arzedildiği gibi Abdülazîz Han tahta çıktığı zaman, batılılarca âdetâ büyülenmiş ve onların siyâsî emellerine tâbî bir hâle gelmiş bulunan ve kendilerine Jön Türk (Genç Türk) denilen insanlar elinde devletin içten çökertilme faâliyetinin had safhaya ulaşdığı bir devredir. Bunlar -ekseriyetle- Fransa’da tahsîl görmüş ve orada husûsî bir şekilde misyonerler tarafından sinsice yetiştirilmiş, İstanbul’a kalbleri Fransız, üniformaları Osmanlı olarak dönmüş kimselerdi. Sanki devletin içinde garbın yeniçerileri olmuşlardı. Memleket, dışdan maddî istilâya uğrarken, içten de mânevî bir tahrîbata mâruzdu. Tanzîmat Fermanı ile misyonerlik faâliyetleri artmış, başta Ermeniler olmak üzere hıristiyan azınlıklar üstündeki tahrîkler çoğalmıştı. Meselâ Harput bölgesinde altmışiki misyoner merkezi açılmış, yirmibir kilise yapılmıştı. Kadın misyoner Maria A. West, “Romance of Mission”adlı kitabında:
“Ermenilerin rûhuna girdik.. Hayatlarında ihtilâl yaptık!..” demektedir.
Lisan öğretmek gâyesi ile Anadolu’nun her tarafında, aslında birer misyonerlik karargâhı olan birçok mektebler açılmıştı. Bu faâliyetlerin en yoğun görüldüğü yabancı okullar arasında Gaziantep’deki Antep, Merzifon’daki Anadolu ve İstanbul’daki Robert Koleji başta gelir. Bazılarına ise, hiç Türk talebe alınmamıştır. Okul müdüriyetlerine papazlar tâyin edilmiştir.
Memleket bir kültür erozyonu ile karşı karşıya gelmişti. Abdülmecid Han devrinden kalan bu çöküntü, Abdülazîz Han’ın direnmeleri ile asgarîye inmiş, neticede bu mukâvemet, O’nun şehâdet kanlarına bürünmesine vesîle olmuştur.
Sultân Abdülazîz Han, gâyet ileri görüşlü bir pâdişâhdı. Belgrad, İstanbul, Bağdad ve Kâhire’yi elimizde bulundurmadıkça cihân siyâsetinde büyük bir rol oynayamayacağımızı söylerdi. Bu görüş, bilâhare Almanlar’ın emperyalist temâyüllerinin uyandığı sırada getirdikleri “yedi B” formulüne benzemektedir. Almanlar, büyük devlet olabilmek için Berlin’den Bomba’ya kadar “B” harfi ile başlayan yedi büyük merkezin ele geçirilmesi lüzûmundan bahsetmişlerdir.
Sultân Abdülazîz Han’ın siyâsî emelleri içinde Türkistan bile vardı. Oraya el atmış, İran ve Türkistan’da Türk unsurlar için Türkçe eğitim yapan mekteblerin açılmasına âmil olmuştur.
Donanmasının Kızıldeniz’deki bölümü, Endonezya’yı tenkîle (ezmeye) giden İngiliz donanmasının önünü kesmiş, O’nu geri dönmeye mecbûr bırakmıştı. Gerçekten de denizciliğe o kadar ehemmiyet vermişti ki, O’nun zamanında Fransız gemilerinin Haliç tersânesinde muvaffakıyetle tâmirinden dolayı III. Napolyon bir teşekkür mektubu göndermişti.
Bu durum, Osmanlı’nın hasta adam diye ifâdelendirildiği bir devirde bile gösterdiği kudret ve muvaffakıyetin şâhâne bir misâlidir. O böylece hâlâ “devlet-i ebed-müddet” diye yâd olunmaya lâyık bir devlet olduğunu göstermişti.
Sultan Abdülazîz’in saltanat yıllarında, otuz sene müddetle Ruslar’a karşı şanlı bir mücadele vermiş ve nihâyet teslîm olmak zorunda kalmış bulunan Şeyh Şâmil Hazretleri, hacc için Çar’dan izin almış ve İstanbul’u ziyârete gelmişti. Sultân, sarayda birçok hazırlıklar yaptırmış, bütün İstanbul’u büyük bir sevinç kaplamıştı. Herkes sâhile toplanmıştı. Rus vapuru Dolmabahçe önünde demirlediğinde, Sultan Abdülazîz’in saltanat kayıkları, İmam Şâmil’i ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Han, O’nu sarayın kapısında karşıladı ve büyük bir hürmetle:
“-Babam kabrinden kalksaydı, ancak bu kadar sevinebilirdim!” diyerek bir çok iltifâtlarda bulundu.
HÂİNÂNE BİR SUİKAST
Çeşitli vesîlelerle sû-i halleri görülmüş, önce azledilmiş, sonra tekrar kendilerine mevkî verilmiş olan dört kişi; Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ile Hayrullah Efendi, pâdişâha ihtilâl hazırlığı yapıyorlardı.
Hüseyin Avni Paşa, 1871’de görevinden azledilip rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmişti. Daha sonra da Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten de azledilmişti. Yapmak istediklerini «Kinim dînimdir!» diyerek ifâde eden Hüseyin Avni Paşa, Sultan’ın hal’ edilmesi yanında O’nu öldürmeği de düşünüyordu.
Mithat Paşa ise, siyâsî ve dîn kültüründen mahrûm olarak yetişmişti. Yanlış kararlarından ve yolsuzluklarından ötürü sadrazamlıktan azledilmişti. Hayal-perest olan Mithat Paşa’nın, birgün içki masasında Osmanlı hânedânını ortadan kaldırıp sultân olacağını iddiâ ederek:
“-Bunda ne var ki?! Âl-i Osman olacağına biraz da Âl-i Mithat olsun!..” dediği rivâyet olunmaktadır.
Mütercim Rüşdü Paşa, iki sefer sadârete, üç defâ da seraskerliğe getirilmesine rağmen sû-i hâlinden dolayı azledilmişti. O da menfaatinin kesilmesi sebebi ile pâdişâha kin bağlamıştı.
Hayrullah Efendi’ye gelince, Rüşdü Paşa’nın himâyesi ile getirildiği Şeyhulislâm’lık makamından bir ay gibi kısa bir zamanda azledilmesi, onun da pâdişâha karşı kin bağlamasına sebeb olmuştu.
Bu dörtlü çete grubu, talebeleri kışkırtarak nümâyiş yaptılar. Pâdişâh, kan dökülmemesi için yine bunları iş başına geçirdi. Böylece ihtilalciler, istedikleri yere ulaştılar. İş pâdişâhı hal’ etmeğe kaldı.
İhtilâl sabahı, Dâru’s-seâde Ağası Cevher Ağa, pâdişâhı uyandırmağa cesâret edemedi. Pertevniyal Vâlide Sultân’ı uyandırdı. O da Sultân Abdülazîz Han’ı uyandırdı. Yeni pâdişâhın cülûs topları atılıyordu. Abdülazîz Han annesine:
“-Bunlar beni III. Selîm’e mi döndürecekler? Ben bunu kimlerin yaptığını biliyorum…” diyerek ihtilâlcileri saydı. Sonra dilinden:
“Ben bu felâketi, otuz-kırk defâ rü’yâmda gördüm.. Takdîr-i ilâhî böyle imiş!” ifâdeleri döküldü.
Sultan Abdülazîz Han, sağnak yağmuru altında kayıklarla Topkapı Sarayı’na götürüldü. Şahsî serveti, hanımların kulaklarındaki küpelere kadar ihtilâlciler tarafından yağmalandı. III. Selîm’in odasına götürüldü. Abdülazîz Han:
“-Beni amcam gibi burada bitirmek istiyorlar!” dedi.
Üç gün kuru tahta üzerinde aç ve susuz olarak bırakıldı. Islak elbiselerinin değiştirilmesine dahi izin verilmedi.
Daha sonra kendisi için ayrılan odaya geçirildi. Fakat Sultân Abdülazîz, V. Murad’a mektup yazarak Beşiktaş’taki Fer’iyye Sarayı’na naklini istedi. Arzusu yerine getirilerek Fer’iyye Sarayı’na nakledildi.
Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan üç kişiyi Fer’iyye Sarayı’nda mahsus bahçıvanlıkla vazîfelendirdi. 4 Haziran 1876 sabah sularında odasına girdiler. Abdülazîz Han, bir müddet onlara karşı koydu. Cinâyete intihar süsü vermek için O’nun bileklerinin damarlarını kesen zorbalar, hiçbir şey yokmuş gibi gizlice işlerinin başına döndüler.
Vâlide Sultân, oğlunun kanlar içinde yerde yattığını görünce ağlamaya başladı. Tertiplediği katlin neticesini almak için Hüseyin Avni Paşa, saraya geldi. Yaralı Sultân’ı saray karakolunun kahve ocağına götürülmesini emretti. Henüz can çekişen Sultan’a doktor müdâhelesini geciktirdi. Mazlûm Sultân, cânîler çetesi Hüseyin Avni, Mithat ve Rüşdü Paşalar’ın gözleri önünde şehîden vefât etti.. Rahmetullâhi Aleyh!..
Sultân Abdülazîz Han’ın hunharca katli üzerine kızkardeşi Âdile Sultân‘ın yüreğinden şu ızdıraplı mısrâlar dökülmüştür:
Cihân mâtem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a
Meded Allâh, mübârek cismi boyandı kızıl kâna!..
Nasıl hemşîresi bu Âdile yanmaz o hâkâna,
Ki kıydı bunca zâlimler karındaş-ı cihân-bâna…
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:
“Hâlis insan, büyük bir tehlike üzerindedir!” buyurmuşlardır.
Sultân Abdülazîz’in fecî bir sûrette ortadan kaldırılması da, bu hadîs-i şerîfte işâret edilen tehlike sebebiyle olmuştur. Ancak bu oluş, O’nun şahsından ziyâde milletin kaderiyle alâkalı bir ilâhî takdîrden başka türlü îzâh olunamaz. Zîrâ Sultân Abdülazîz’in fecî katli, millî târihimizin en önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Gerçekten O’ndan sonra felâketlerin önü alınamamış, çöküş, Sultân Abdülhamîd’in dirâyetli siyâsetiyle bir müddet geciktirilmişse de, nihâyet bu azametli devletin yıkılması ve ülkemizde İslâm’ın gariblik döneminin başlaması önlenememiştir.