Tarihteki Merhamet Mührü

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Mart Sayı: 121

RAHMET RAHMET RAHMET…

En güzel isimler Cenâb-ı Hakk’ın. O’nun esmâ-i hüsnâsı var. Rabbimiz’in cemâlini, celâlini, sıfât-ı ilâhiyyesini ifade eden sayısız esmâ…

Ancak Rabbimiz, bize «rahmet»i tebârüz ettiriyor.

Her hayırlı işin başlangıcı olan besmeleyi de, Kur’ân kıraatinin tâcı eyliyor:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖ۪يمِ

“Rahmân, Rahîm Allâh’ın adıyla” okumaya başladığımız Fâtiha’da yine;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖ۪ينَ

اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحٖ۪يمِ

“Rahmân, Rahîm, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun!” diye sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz’e hamd ederek tilâvete devam ediyoruz.

Rahmet gerçeği, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tamamında hâkim:

كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ

“O, merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldı.” (el-En‘âm, 12)

وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖ۪ينَ

“O, acıyanların en merhametlisidir.” (Yûsuf, 64)

وَرَحْمَتٖ۪ى وَسِعَتْ كُلَّ شَیْءٍ

“…Rahmetim, her şeyi kuşatır.” (el-A‘râf, 156)

فَقُلْ رَبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ

“De ki: «Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir.»” (el-En‘âm, 147)

Zâtını bize rahmet ile tanıtan Rabbimiz; Habîb-i Ekrem’ini, son Peygamber’ini de «âlemlere rahmet olarak» gönderdiğini buyurmakta ve O’nu, kendi esmâsından iki isimle, yine re’fet ve rahmet ile methetmekte:

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖ۪يزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖ۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖ۪ينَ رَؤُفٌ رَحٖ۪يمٌ

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Raûf ve Rahîm, yani ziyade şefkat ve merhamet sahibi sıfatlarını; Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den başka bir peygamberi için zikretmemiştir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak; biz kullarından da şefkat ve merhametle müzeyyen olmamızı istemekte.

ÎMÂNIMIZIN ŞAHİDİ…

Kalbî hayatın inkişâfı için merhamete muhtacız.

Bir müslümanın fârik vasfı merhamet olacak. Bir müslüman merhametli olacak, şefkatli olacak. Rûhundan rahmet taşıracak, merhamet tevzî edecek.

Âhirette amel defterlerini sağ tarafından alanlardan olabilmenin bir şartı da, merhametli olup, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. (Bkz. el-Beled, 13-18)

Hadîs-i şerifte;

“Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, semâ ehli size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Tirmizî, Birr, 16) buyurulmuştur.

Nitekim;

Bir kediye merhametsizliği sebebiyle ehl-i ibâdet bir kadının cehennemlik olduğu; günahkâr bir kimsenin de, susamış bir kelbe merhametle su vermesi vesilesiyle rahmet-i Rahmân’a nâil olduğu hadîs-i şerifte bildirilmiştir.

Merhamet, îmânımızın bu âlemde şahidi olan ve bizi kalben Rabbimiz’e yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmedikçe cennete giremezsiniz.” buyurmuştu.

Ashâb-ı kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–(Benim kast ettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkāta şâmil merhamet!..” buyurdu. (Hâkim, IV, 185/7310)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bütün mahlûkāta şâmil bir merhametle, dâimâ rahmet tevzî etmiş ve şiddet, sertlik ve kabalığa karşı dâimâ mücadele etmiştir. Nitekim nasıl kâbına varılmaz bir rahmet ki, O’nun gönlü; diri diri toprağa gömülen yahut hor-hakir görülen kız çocuklarına merhamet, câhiliyye insanının her türlü zulme mâruz bıraktığı kadınlara merhamet, insana merhamet, mahlûkāta merhamet ve nebâtâta bile merhamet sergilemiştir. Hattâ bir ağacın sertçe silkelenmesine dahî rızâ göstermemiştir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- düşmanına dahî dâimâ merhamet tevzî etmiştir.

İşte iki misal:

Kureyş erzak ve ihtiyaçlarını ekseriyetle Yemâme’den alırdı. Yemâme’nin reisi Sümâme bin Üsâl müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticarî ilişkisini kesiverdi. Açlık ve kıtlığa düşen Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müracaat ettiler. Allah Rasûlü Sümâme’ye mektup yazarak ticaretine devam etmesini söyledi.

Hâlbuki daha birkaç yıl önce, o müşrikler; üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırarak neler çektirmişlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti.

Daha da ötesi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına; altın, arpa ve hurma çekirdeği göndererek yardımda bulundu. Henüz müşrik olduğu hâlde Ebû Süfyan, bunları teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve;

“Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnuniyeti ifade etti. (Ya‘kûbî, II, 56)

O’nun mukaddes dâvâsını yüklenen ashâbı ve halîfeleri de dâimâ rahmet tevzî etmişlerdir:

FÂRİK VASIF…

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh– ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anh– gibi imkân sahibi sahâbîler, servetlerini dâimâ infak yolunda sebil etmişlerdir.

Hazret-i Ömer; mes’ûliyet çırpınışıyla, Medine sokaklarında gecelemiş, sırtında un çuvalları taşıyarak, mâtemlerin civarında olmuştur.

Devrinde, birçok şehirde zekât verilecek fakir bulunamayan Ömer bin Abdülaziz –rahmetullâhi aleyh-; teb’asından yoksulların, bîçârelerin ızdırabıyla, geceleri yaralı bir kuş gibi çırpınmıştır.

Tarihin gördüğü en büyük fütuhat yaşanmış, 30 yılda Hicaz’dan neş’et eden bir îman ve cihad hareketi Afrika’nın kuzeyinden Semerkand’a ulaşmıştı.

Bu fetihler muazzam bir servet akışı demek idi.

Tarihte büyük istîlâlar gerçekleştiren devletler; ele geçirdikleriyle merkezlerinde dev, gösterişli saraylar, âbideler inşâ ettiler.

Fakat ashâb-ı kiram, almaya değil ihsan etmeye gitmişti. Bütün imkânlar; fethedilen beldelerin insanına hizmete, ihsâna, ikrâma çevrildi. Fethedilen beldeler, İslâm’ın fazîletler medeniyeti ile mâmur hâle getirildi, bereket buldu. Gerçek fetihler de, hidâyetlere vesile oldu, gönüller ihyâ edildi.

Çünkü sahâbe, israf değil infâk ehli idi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ifade ettiği;

“Zenginlerin israfı ölçüsünde fakirler aç kalır.” tehlikesine dikkat ederek nefislerinden tasarruf ediyor, merhametlerini fiiliyata döküyorlardı. Yani kendilerinde olan imkânları; nefislerine tahsis etmeyip, kendisinde olmayanlara ikram ediyorlardı.

Yine tarihte büyük istîlâlar, büyük göçlere sebebiyet verir. Çünkü işgalcilerin, zulüm, talan ve tecavüzleri sebebiyle halk daha emniyetli yerlere kaçar.

Fakat İslâm fütuhâtının gerçekleştiği geniş coğrafyalarda ise böyle bir kaçış yaşanmadı. Çünkü İslâm; kimsenin dînini zorla değiştirmediği gibi, malına da el koymuyordu. Aksine mahdut bir cizye karşılığında, reâyânın hürriyet ve emniyeti devletin boynunun borcu oluyordu.

Bunun içindir ki Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Çünkü;

GAYE, MADDE DEĞİL!

Toprağı kanla sulamak değildi.

Gaye ancak, zulmü bertarâf etmek ve i‘lâ-yı kelimetullah idi. Tâzîm li emrillâh idi, şefkat alâ halkillâh idi…

Aynı heyecan tarih boyunca; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmın nurlu izinden yürüyen diğer İslâm devletlerinde de yaşandı.

Vakıflar tesis edildi, camiler, medreseler, kütüphâneler, şifâhâneler, hamamlar, dergâhlar, imâretler, sebiller, hanlar, kervansaraylar ile dâimâ merhamet tevzî edildi. Merhamet ve şefkat, toplumu muhabbetle ören bir ağ gibi oldu. Kurulan müesseseler, toplum ve fert için muhteşem bir merhamet kucağı hâline geldi.

Medeniyetler geçmişten bugüne bıraktıklarıyla da mukayese edilebilir:

Bugün Roma’dan kalan, kölelerin arslanlara parçalatıldığı bir zulüm arenasıdır.

Firavunların Mısır’ından kalan; kahırla, zulümle yaptırılmış, fânîliğe isyan ve kibir kokan debdebeli, kasvetli piramitlerdir.

Daha birçok helâk olmuş şehirden geriye kalan; oyun, eğlence merkezleri olan tiyatroları yahut şirkin anlamsızlığının ispatı olan harap puthâneleridir.

Üzerimizdeki Güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semudların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabelerinin üzerine haşmetle doğan aynı Güneş’tir. Lâkin o gösterişli sarayları bugün köpekler ve baykuşlar şenlendiriyor!

Osmanlı’dan kalan ise;

Süleymaniye gibi, Selimiye gibi sayısız hizmet külliyesidir. Her biri rahmet sebîli olan vakıf eserleridir.

O medeniyette merhamet öyle umûmîlik ve şümul kazanmıştır ki; vakıf sahipleri, ince, hususî hizmetler arar olmuşlardır.

Kimisi; hizmetkârların, ev sahiplerine mahcup olmaması için, onların kırdıklarını tazmin eden bir vakıf kurmuştu.

Kimi hayırseverler, fakir kızların çeyizini hazırlamayı kendilerine vazife edinmişti.

Kimi vakıflar, merhamet kanadını; sokakta yaşayan mahlûkāta, göçmen kuşlara kadar genişletmişti.

Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer şöyle der:

“…Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da; merhametli insanları şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir zaman kusur etmezler.

Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri, îtiyad hâlindedir.

Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedavisine mahsus bir hastahâne vardır.”

Fatih Sultan Mehmed Han’ın bir vakfiyesindeki şu satırlar ise; bu vakıf ve infak seferberliğinde, hassâsiyet ve zarâfetin de ihmal edilmediğinin şahididir:

HAYSİYETLERİ KORUNA!

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celbetmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Osmanlı’nın ordusu da adâlet ve merhamet tevziine memur idi. Her dinden mazlumun umudu, bütün İslâm âleminin hâmîsi, hac yollarının muhafızı, zâlimlerin korkulu rüyası idi.

Osmanlı, bilhassa kuruluş asırlarında; gerek Anadolu’da bölük pörçük vaziyette olan sâir beyliklere, gerekse fethettiği beldelerdeki hıristiyan nüfusa merhamet, müsâmaha ve mülâyemet ile yaklaşarak, Anadolu ve Rumeli’yi îman potasında eritti.

  1. Murad Han’ın Varna fetihnâmesinde yer alan şu satırlar; ecdâdımızın hükümranlıktan, adâlet, hizmet ve merhameti anladıklarını açıkça ifade eder:

“Nimet ve ihsanlarıyla bütün varlıkları kuşatan Allah Teâlâ Hazretleri; müslümanları idare edip, onların meselelerini halletmek ve müşkilâtlarını defetmek vazifesini yerine getirerek onları rahat ve huzura kavuşturmayı bizim hükümdarlığımıza bağışladı. … Bizlerin de bu hizmetlerde izzetli olduğu kadar merhamet sahibi olmamızı diledi…”

“İdaremiz ve mes’ûliyetimiz altında bulunan her çeşit millet ve insana adâlet ve insaf ile muâmelede asla kusur etmedik. Dâimâ şefkat ve merhamet duyguları ile davrandık. Bu mübârek devletin kuruluşundan şu âna gelinceye kadar niyet ve hâlimiz hep böyle olmuştur. Bizim hükümdarlığımızın altında milyonlarca insan saâdete kavuştu; huzur ve refah, adâlet ve şefkat ile muâmele gördü.”

Bu adâletli ve merhametli muâmelenin, düşman dilinden bir şahidi ise şu itiraftır:

  1. asırda Osmanlı ile hayli mücadele edip «Hıristiyan Şövalye» unvânını alan Boğdan beyi Stefan, ölüm döşeğinde iken oğullarına şöyle demiştir:

“Belki de yakında himâyeye muhtaç kalacaksınız! Böyle bir durumda asla Rus’a yanaşmayın; hâindir, sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılara emânet edin; âdil ve merhametlidirler!..”

Halkın bir emânet olduğu şuurunu, idarecilere hatırlatma vazifesini ise; Hak dostları ve irfân ehli ilim adamları üstlenmişti. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, III. Murad’a hitâben şu satırları yazarak mânevî îkazlarda bulunmuştu:

İHÂNET OLUR!

“Sultanım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”

Bu nasihatlerle, düsturlarla yetişen sultanlarda; kendilerine emânet gördükleri halka karşı, büyük bir şefkat ve mes’ûliyet hissi bulunurdu. Sultan Birinci Abdülhamid Han, Özi Kalesi elden çıkınca büyük bir teessür ile;

“Asker evlâtlarım ve mâsum ahâlim parçalandı!” diyerek onların ızdırâbını sînesinde hissetmiş ve bu acıya fazla dayanamayarak kısa süre sonra vefât etmiştir.

İşte bir cihan sultanına, hayatına mâl olacak derecede; «Âhh!» çektiren ve kalbini elemlerle eriten îman hassâsiyeti ve mes’ûliyet şuuru…

Ecdâdımızı muvaffak kılan, işte bu hassâsiyetleriydi. Tebliğ heyecanları, emr-i bi’l-mâruf şuurları ve mes’ûliyet duygularıydı. Fedâkârlıklarıydı, merhametleriydi, cömertlikleriydi. Îmanlarıydı, aşklarıydı, dâvâlarıydı…

Bunlarda zaaf yaşanınca, mevcudu muhafazada bile muvaffak olamayan; inançsız, bencil, gayretsiz, cimri ve merhametsiz nesiller zuhur edince, tesbihin ipi koptu. İslâm dünyası paramparça oldu. Bugün yaşanan katliâmlar, zoraki hicretler, karışıklıklar; bundan yüz sene evvel, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmasının neticesi değil midir?

Osmanlı’yı ortadan kaldıran emperyalist zihniyet, bir arslan postunu parçalayıp kırk tilkiye kürk yapma yoluna gitmiş, ancak bunlardan hiç biri bir yavru arslan olamamıştır.

Osmanlı’nın ardından;

Bugünkü dünyada petrol kavgaları yüzünden istîlâ edilen memleketler, işlenen cinayetler, kanları emilerek sefâletlere sürüklenen milyonlarca insan, câhiliyye devrindeki vahşet sahnelerinin devam ettiğinin acı tabloları… M. Âkif’in ifadesiyle;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi…

TARİH, İBRETLER MEŞHERİ

Tarihe bu nazarla, yani tarihi yaşayarak yazan insanların vasıflarıyla bakmak ve ibret almak îcâb eder. Mehmed Âkif’in acı bir sûrette dediği gibi:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

«Târîh»i «tekerrür» diye târîf ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

İbret alıp, yanlışları tekerrür ettirmemek; muvaffakıyetleri, hamleleri yeniden tazelemek, tarihten alacağımız en güzel derstir.

Cenâb-ı Hak buyurur:

قُلْ سٖ۪يرُوا فِى الْاَرْضِ ثُمَّ انظُرُوا
كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖ۪ينَ

“De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra (peygamberleri) yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bakın!” (el-En‘âm, 11)

Biz de toplum olarak bir gün tarihin sahifeleri arasına karışacağız.

Bizim âkıbetimiz nasıl olacak?

Kubbede bir sadâ bırakıp biz de çekileceğiz.

Bu sadâ; gönüllere ferahlık veren, nesillerimize şükür ve iftihar vesilesi olan hoş bir sadâ mı olacak? Yoksa eyvahlar ve perişanlık nidâları mı olacak?

Biz ecdâdımızın merhametinden, onun mücessem şekli olan vakıflarından hâlâ istifâde hâlindeyiz. Bizim torunlarımız, bizden kalacak hangi eserden istifâde edecek?

Ardımızda oyun, eğlence, kibir ve bencillik mezbeleleri ve harabeleri mi bırakacağız?

Merhamet, hizmet ve fedâkârlık âbideleri mi?

Rabbimiz, tarihten ibret almayı nasîb eylesin.

Hazret-i Ali’nin şu tavsiyesini yaşayabilmek ne güzel:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyetleri sizlere sirâyet etsin) insanlar, hayatta iken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizleri hasretle yâd etsinler!”

Yâ Rabbî!..

Ümmet-i Muhammed’i şu içinde bulunduğu perişanlıktan, dağınıklıktan, tefrikadan kurtar yâ Rabbî!..

Bizi nisbet edildiğimiz Rahmet Peygamberi’nin hasletleriyle, güzel ahlâkıyla tezyîn eyle!..

Bizi ve nesillerimizi O’nun âhirzamanda geleceği müjdelenen kardeşlerinden eyle!..

Âmîn!..