Tasavvuf, Güzel Ahlâka Kavuşabilme Sanatıdır

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Tasavvuf, Güzel Ahlâka Kavuşabilme Sanatıdır

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

İki itaat birleşiyor. Demek ki her zaman, her an; “Benim Allah Rasûlü yanımda olsaydı, bana tebessüm eder miydi? Seherde ben yatıyor muyum, uyuyor muyum, kalkıyor muyum? Allah Rasûlü diğer odada olsaydı ben ne durumda olabilirdim?..”

İbadetlerim… “Eğer Allah Rasûlü ile yanyana namaz kılsam, ben o namazı nasıl kılardım? Orucu nasıl tutardım? Sadakayı, infâkı, hayır hizmetini ben nasıl yapabilirdim?..”

Öyle olduğu zaman;

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Rasûlullah’a itaat, Allâh’a itaat.” olmuş oluyor. (Bkz. en-Nisâ, 80)

Sahâbeyi de en çok sevindiren:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfi. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Ashâb-ı kirâm, o câhiliye insanı, kalben tekâmül etti. İnsandan bir âbide gördü, O âbideye hayran oldu. Onun için, O’nunla beraber olmak için bütün hayatı, Rasûlullah Efendimiz’in hayatına göre şekillendirdi. İşte tasavvuf da budur. İster tasavvuf diyelim, ister takvâ diyelim, ister zühd diyelim…

Velhâsıl Efendimiz nasıldı? Şerîati tebliğ ediyordu, şerîati yaşıyordu, şerîati yaşatıyordu. İşte tasavvuf da şerîati yaşamak, şerîati kendimizden başlayarak, aile efrâdı vs. yüreğimizin uzandığı yere kadar şerîati yaşatabilmenin gayreti içinde olmak.

Demek ki tasavvuf, şerîati kemâle erdirme gayreti olmuş oluyor.

Maddî ve mânevî kirlerden arınıp güzel ahlâk vasfı kazanarak, dîni özüne uygun bir keyfiyetle yaşayabilmek, bedenle kalp âhengi içinde.

Gönlü, rûhu sonsuza hazırlamak; ayak bağı olan bu nefis engelini bertaraf etmek.

Bir abd-i âciz olarak yaşamak. “Ben” olmayacak. Sana ne kâbiliyet vermişse, Cenâb-ı Hak veriyor. Rızkını Cenâb-ı Hak genişletiyor, imtihan olarak genişletiyor. Bütün mahlûkattan, ümmetten seni mes’ûl ediyor. Rızkını azaltıyor, onu da imtihan olarak azaltıyor. Sebâtın ne kadar, şükrün ne kadar, sabrın ne kadar?..

Bunu peygamberlerle misal veriyor. Bu durumdaki peygamberine “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “o ne güzel bir kuldu” Süleyman -aleyhisselâm-. (Bkz. Sâd, 30) Zenginliği nasıl kullanmasını bildi?

Eyyûb -aleyhisselâm-’a “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor. “…O ne güzel kuldu…” (Sâd, 44) Fakirliği, yoksulluğu kullanabilmeyi bildi, Allah rızâsı için.

Velhâsıl gönlü selîm bir hâle getirmek. Mârifetullah ve muhabbetullah’tan bir nasip alabilmek…

En mühim; -Güneş’le Ay misâlini verdik daha evvelden- Peygamber Efendimiz’i yansıtan bir ayna olabilme hayatta. Sahâbe onun derdindeydi. Her gittiği yerde -tâ Çin’e kadar gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Afrika’ya girdi- Rasûlullah Efendimiz’i yansıtan bir ayna olmanın telâşesi içinde oldu. İslâm şahsiyeti ve karakterini tevzî etmenin iştihâsı içinde oldu.

Bu kendimizde olacak, âilemizde olacak, çoluk-çocuğumuza karşı olacak, ticârî hayatta olacak, insanlara karşı olacak. Rasûlullah Efendimiz’i yansıtan bir ayna olabilme…

Tasavvuf bu, esâsında…

Kalben safâya erebilmek. Tasavvuf, safâya erebilmek. Yani iç âlemini şirk, küfür, nifak, riyâ, kibir, enâniyet, haset, ihtiras, cimrilik ve israftan kendini koruyabilmek.

Mal, hiçbir zaman kulun değil. Mal Allâh’ın. Cenâb-ı Hak onu da israf etme, pintilik yapma, diye sana bir imtihan olarak veriyor. İsraf da yasak, pintilik de yasak. Onu Allâh’ın verdiği istikâmette kullanacaksın. Kazancına dikkat edeceksin. Miras kalmışsa mirasa dikkat edeceksin. Haram lokma girmeyecek -Allah korusun-…

Birçok şeylere dikkat edilmiyor. Faize dikkat edilmiyor. Miras hukukuna dikkat edilmiyor. Kul hakkına dikkat edilmiyor. Hâlbuki şurada domuz eti ye desen, yemez, tiksinir. Yani bunlar domuz etinden daha mı hafif şeyler?!.

Gıybetten kaçınılmıyor. Yani gıybet, domuz etinden daha mı hafif bir şey?! Gıybette kul hakkı giriyor. Alışıldığı için birçok günahlar, tabiî hâle geliyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et.” (el-Hicr, 99) buyuruyor.

Takvâya erebilmek için, takvâ hâlini yaşayabilmek için, bir; kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Sen görmüyorsun, Allah seni görüyor.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُم

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Nereye gitsen, Cenâb-ı Hak seninle beraber. Seni yaratan Cenâb-ı Hak, tabiî olarak seninle beraber. Seni görüyor. Senin düşünceni de biliyor. Senin düşünceni de yaratan Cenâb-ı Hak.

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) Şah damarından daha yakın.

Demek ki insanın düşüncesine dikkat etmesi lâzım. Hâline dikkat etmesi lâzım. İnsan, “Aman insanlar ayıplamasın!” der, birçok şeylerden kaçınır. Fakat Cenâb-ı Hak senden uzak değil.

“…Kullarıma söyle, Ben kullarıma çok yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.

Kul, Cenâb-ı Hak’la, bu, kalbini inkişaf neticesinde, kalp duyarlı hâle gelecek. Kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak, Allah Rasûlü ile beraber olacak. Ashâb-ı kirâm nasıl hep öyleydi, bir, Allah Rasûlü’nde fânî olmak… “Allah Rasûlü benim yanımda. Ben nasıl hareket ederim, diyebilirdi, o yanımda olsa?..” Hep onun telâşesi içindeydi.

Din kardeşiyle beraber olmak. Din kardeşin sana zimmetli, senden ayrı değil. Eğer anatomik beraberlik var, kalbî beraberlik yoksa, o da kardeşlik değil.

Cenâb-ı Hak Nuh -aleyhisselâm-’a Kenan için;

“O senin ehlin değildir Nuh dedi. Onun ameli gayr-i sâlihtir dedi… Sakın cahillerden olma ey Nuh!” dedi. (Bkz. Hûd, 46)

Yani bir anatomik beraberliğin -kalbî beraberlik yoksa- hiç faydası yok onun, hattâ zararlı oluyor.

Onun için muhterem kardeşler, neslimiz çok mühim! Evlâtlarımız çok mühim! Yarın kıyamette onlarla ayrılık olmasın! En çok mes’ûliyetimiz, evlâtlarımızdan mes’ûliyetimiz.

Velhâsıl din kardeşleriyle beraberlik… Demek ki mü’minde merhamet sıfatı tecellî edecek kalbinde. Kardeşinin eksikliğini telâfi edecek. “Bende var, onda yok; benim de vazifem, onun eksiğini telâfî etmek, alâ kaderi’l-imkân/olabildiği kadar…”

Dördüncüsü; mahlûkat ile beraberlik: Bütün mahlûkatı Cenâb-ı Hak insan için yarattı. Kimse diyemez ki şu mahlûkat insan için değil, diyemez. Yılan, çıyan, akrep de insan için. Sana âhireti hatırlatıyor. Bir odada beraber kalsan ne olursun?!

O güzel silüetli hayvanlar, yine insana ilâhî azameti hatırlatıyor. Diğer mahlûkat, etini-sütünü, hepsinden istifade ediyorsun. Sana onlar köle oluyor; çekiyor, üstüne biniyorsun, çekiyorsun götürüyorsun, getiriyorsun, sana tâbî. Gücünü kullansa, duvara resmini çıkartır. Demek ki onlara Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata merhamet, merhamet, merhamet, merhamet…

İşte ashâb-ı kirâma, Rasûlullâh’a baktığımız zaman, mahlûkâta bakmakta, mahlûkâta bakışta, çok titizlik gösterirlerdi. Mekke Fethi’ne giderken yavrusunu emziren köpeğin ötesinden ashâb-ı kirâm geçti.

Beşincisi; eşyâ ile münâsebetimiz: Eşyâ bir emânet. Mal-mülk, hepsi bir emanet. İsraf olmayacak.

Mü’min, iktisâdî yaşayacak, fazlasını infak edecek. Cimrilik; kendine biriktirmeyecek. Cenâb-ı Hak; “قُلِ الْعَفْوَ” “fazlasını ver” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

Bugün en çok aldanılan; “zaman” olmuş oluyor. İnternet, vs. birtakım cep telefonları, günümüzün, bazı kişiler için, günün çoğunu alıyor. Hâlbuki zaman çok mühim. En kötü israf, zamanın israfı.

Cenâb-ı Hak:

“…İsraf etmeyin, çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (el-A‘râf, 31; el-En‘âm, 141) buyuruyor.

“İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır…” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.

“…Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.

İnsanın unutması sebebiyle en çok dalâlete düştüğü, israftır, zamanın israfıdır. Efendimiz:

“İki nîmet vardır ki insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır. Biri onların, sıhhat. (Ancak bir uzvu hasta olduğu zaman farkına varır.) İkincisi de boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Kirâmen Kâtibîn, devamlı ne var ne yok, öbür tarafa, ekrana gönderiyor. O gün;

اِقْرَاْ كِتَابَكَ

“Kitabını oku, sana (hesap sorucu olarak) nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek. Boşa geçirdiğimiz zaman, büyük bir gaflet.

Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresi’nde, kurtuluşa erenlerin…

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

(“Mü’minler kurtuluşa erdi.” [el-Müʼminûn, 1])

Kurtuluşa erenlerin bir vasfı da;

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Yani bir mü’minin hayatında mâlâyânî olmayacak. Boş yere zaman da olmayacak, âhirete yaramayan bir mesâi de olmayacak.

Cenâb-ı Hak:

“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ”  buyuruyor. “Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) diyor.

Gayretimiz Allah için olacak, ticaretimiz Allah için olacak. Kazanacağız, helâlden kazanacağız. Yavrumuza, kendimize helâl gıda vereceğiz. O, ibadetimize güç olacak. Fazlasını da Allah yolunda infak edeceğiz. Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız. Cenâb-ı Hakk’ı unutmadığımız zaman;

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalp, büyük bir huzura kavuşuyor. Dünyevî hiçbir nîmetin vermediği bir huzura kavuşuyor. Tabi bu, esasında öbür tarafta daha çok belli olacak.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:

“Cennet halkı başka bir şeye değil, sadece dünyadaki Allâh’ı zikretmeden geçirdikleri anlara hasret ve nedâmet duyacaklar.” (Heysemî, X, 73-74)

Zikir nedir o zaman?

Zikir, ağzın ifade ettiğini, “Allah Allah” diyorsun, esmâ-i ilâhiyyeden bahsediyorsun. Demek ki kâinat da esmâ-i ilâhiyyenin tecellîsi. Su içerken Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacaksın, hamd ile içeceksin, Cenâb-ı Hakk’a teşekkür edeceksin. İlkbahara baktın, o sonbaharın bir ölü toprağı nasıl dirildi?..

Allâh’ın verdiği nîmetleri görürken Cenâb-ı Hakk’ı düşüneceksin. Yani kalp, devamlı Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Gerçek zikir bu. Yani “Allah Allah Allah” zikrinin tecellîsi burada. Dil söylüyor, kalp başka taraflarda geziyor, o, evet o da zikirdir ama, onun tecellîsi ona göredir.

Dünya hayatı bize âhireti kazanmak, ilâhî rızâya nâil olmak için verilen bir mühletten ibarettir. Mühlet dolduğu zaman, iş bitiyor. Bu mühleti ben kabirde devam ettireyim; yok, bitti! Onun için Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) Sakın ha, başka türlü ölmeyin, buyuruyor.

Cenâb-ı Hak yine buyuruyor;

“وَالْعَصْرِ” buyuruyor, “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) diyor.

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ

“İnsan ziyandadır (zarardadır).” (el-Asr, 2) Dünyevî olarak istersen Yusuf -aleyhisselâm- kadar güzel ol, ziyandasın. Dünyevî bakımdan Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin ol, ziyandasın. Hattâ onun bir mükellefiyeti, bunun bir mes’ûliyeti içindesin.

اِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا

(“Ancak, îman edenler…” [el-Asr, 3])

Îman, kalpte tecellî edecek. Îman, tecellî edecek.

اِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

(“Ancak, îman edenler ve sâlih ameller işleyenler…” [el-Asr, 3])

Ameller de sâlih olacak.

وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ

(“…Hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3])

Hakka dikkat edilecek. En büyük hak, Cenâb-ı Hakk’ın hakkı:

Seni insan olarak, kul olarak, seni bir müslüman olarak yarattı. Demek ki Kitap ve Sünnet muhtevasında bir hayatımız olacak.

Peygamber Efendimiz’in hakkı:

Nasıl o ümmetine düşkün. Kabirde bile “Sûr’a İsrâfil üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“Sakın (günah işleyerek) benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Din kardeşinin hakkı: Sana zimmetli…

Mahlûkat hakkı: Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla bakacaksın.

Eşyânın hakkı: Eşyâ da Allâh’ın, senin değil. İsraf etmeyip pintilik etmeyeceksin.

Cenâb-ı Hak, kullarını, zamanı kullanma hususunda çok tembihâtı var. Âyette de:

“فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ” buyuruyor.

“Bir işi bitirdiğin zaman, diğer hayırlı işe koş.” (el-İnşirah, 7)

Efendimiz onu sık sık buyururdu, boşluk olmasın diye:

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” derdi.

“Bir aç doyurdunuz mu bugün?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

İnsan ancak aç kalınca açlığın ne olduğunu anlar. Onun için Ramazan, oruç, bilhassa bize açlığı hatırlatma mevsimi. Sen açsın, açları daha çok düşüneceksin.

Yusuf -aleyhisselâm- hazine veziriyken aç olarak dağıtırdı ki açların hâlini daha iyi ben anlayayım diye. Onların hâlini idrâk edeyim diye.

“Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Tabi bu hasta da -aman, kırılır mırılır değil- Allah rızâsı için ziyaret. Cenâb-ı Hak bir hadîs-i şerîfin bir kısmında:

“–Kulum diyor, Ben hastaydım diyor, Ben’i ziyarete gelmedin.” diyor.

“–Yâ Rabbi diyor, Sen diyor Kâinâtın Hâlıkı, Şâri-i Mutlak Sen’sin, Sen hasta mı olursun?” diyor.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Eğer diyor, sen diyor, hasta kulumu diyor, ivazsız-garezsiz diyor, sırf Ben’im rızâm için ziyaret etseydin, o hastanın yanında sen Ben’i bulurdun.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Yine:

“Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Hem cenazede kendini düşüneceksin, orada istikbâlini göreceksin. O tahta kundağa bakacaksın; “Bir gün ben de bu tahta kundakla yolculuğa çıkacağım.” diyeceksin. O vefat etmiş kardeşine bir dua edeceksin ona.

Ecdat, daima kabristanları şehir ortalarına yapmışlar, cami önlerine yapmışlar; namaza gelen, istikbâlini görsün, namazını ona göre kılsın. Şehir ortalarına yapmışlar; ticaretle meşgul olan vs. olan, beşerî münasebetlerini ona göre tanzim etsin.

Hep ilâhî îkazlar…

Bir de sembolik olarak mezarlara selvi ağacı dikmişler ki işte orada bak; kış-yaz aynıdır, hiç solmaz, yaprağını dökmez, rengi de aynıdır; sana o ebediyeti, âhireti hatırlatsın, diye.

Yani fırsat eldeyken, sâlih amellerle değerlendirme…