Ebedî Fecre
Yıl: 2006 Ay: Aralık Sayı: 22
Kur’ân-ı Kerîm bendesiyim ben yaşadıkça,
Yalnızca Muhammed yolunun toprağıyım ben!
Bundan öte bir söz dese her kim, karışıkça,
Israrla şikâyetçiyim ondan ve o sözden!..
Hazret-i Mevlânâ [Nazmen terc.: Seyrî]
MUHABBET ÖMRÜNE
MAZHAR OLANLAR
Her şeyin uzun veya kısa belli bir ömrü vardır. Zaman değirmeninde tükenir ve nihayet biter. Böylece insanlar, sistemler, felsefeler vesâire hepsi vakti gelince varlık sahnesine elvedâ derler. Bazen arkalarından en ufak bir iz bile bırakamazlar.
Fakat bir hakikat var ki, bu gelip geçiciliğin tamamen dışındadır:
Gerçek muhabbet…
Çünkü bu muhabbetin ömrü, sonsuzdur.
Kim bu muhabbet ile yoğrulmuşsa, o, fânî cesedi öldükten sonra bile güzel adı, rûhu ve eserleri ile hayattakinden daha ihtişamlı bir şekilde ömür sürmeye devam eder. Zira Cenâb-ı Hak, nûrunu kıyâmete kadar böyle kulların temiz ve muhabbetli gönüllerinde ve eserlerinde devam ettirmektedir. Bu sebeple Allah onlardaki muhabbet ömrünü sonsuzlaştırmıştır.
BELDELER BİLE ONLARLA
KÂİM VE ŞEREFLİ
Muhabbet ömrüne nail olanların başında peygamberler ve sonra da Allah dostları gelmektedir. Bu has kullar, vefatlarından sonra da bulundukları beldelerde kıyâmete kadar büyük bir kaynaşma, kucaklaşma ve sevgi kaynağı olurlar.
Çünkü Cenâb-ı Allah, peygamberlerin ve evliyaullahın bulunduğu topraklara ve civarında yaşayanlara ayrı bir bereket ihsan etmektedir. Âdeta beldeler, büyük şahsiyetlerin isimleri ile hatırlanır hâldedir. Yani beldelerdeki en güçlü çağrışımlar, bağrında misafir ettiği erenler etrafında toplanır. Meselâ Şam deyince Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Bağdat deyince İmam-ı Âzam Hazretleri, Buhara deyince Bahâeddin Nakşibendî ve İsmail Buharî Hazretleri, Konya deyince de Hazret-i Mevlânâ öncelikli olarak hatıra gelmez mi? Demek ki şeref sahibi isimler, bulundukları yere de şeref bahşediyorlar, memleketin ömrünü ebedîleştiriyorlar.
Yani beldeler, içlerinde bulunan mânevî şahsiyetleri, yani sâlihler ile mâruf ve şerefli hâle gelmiştir. Ya da içlerindeki kötüler sebebiyle çorak çöllere dönmüştür. Meselâ Sodom-Gomore. Bu ilâhî azaba dûçar olmuş şehirlerin hiçbir zaman güzel bir hâtırası yoktur. Bunlara rûhu dinlendirici şiir nâmına tek bir mısra bile yazılamaz. Fakat söz Medine-i Münevvere’ye gelirse, o zaman yazılacak o kadar güzellikler güneş gibi parıldar ki, insan yaza yaza bitiremez. Nitekim bu sahada yazılan aşk terennümleri bir araya toplansa vadilere sığmaz…
Söz, bütün Allah dostlarının gönüllerine tercüman olan Hazret-i Mevlânâ’nın beldesi olan Konya’ya gelse, Eyüb Sultan Hazretleri’nin mânevî muhafızlığını yaptığı İstanbul’a gelse, yine yazmakla bitmez.
VATAN VE MİLLETİ YAŞATAN MÂNEVÎ KÖKLER
Bahsettiğimiz beldelerde medfun olan büyük şahsiyetler, bulundukları civara ulvî değerler, ölmez güzellikler ve mânevî kökler kazandırmıştır. Böylece vatanın vatan olmasında, üzerinde yaşadığımız toprakların bize ait oluşunda kalıcı mühürler vurmuşlardır. Şayet;
Ahmed Yesevî Hazretleri, alp erenleri Anadolu topraklarına göndermeseydi, bugün bu topraklar bizim olmayacaktı. Bu topraklarda mânevî tohumlar saçılmasaydı, milletimizin ömrü devam etmeyecekti. Malazgirt’te, Çanakkale’de ve İstiklâl Harbi’nde göğüsleri îmanla dolu, aslan yürekli yiğitler olmasaydı, bugün Anadolu hâlâ düşman ayakları altında inliyor olacaktı.
Çünkü nasıl ki cesetler bitiyorsa, bir toprakta kurulan ceset misâli yapılar da biter. Ancak nasıl ki ruhlar devam ediyorsa, bir toprakta ruh misâli ölümsüz temeller de kalıcı olurlar. İşte Yesevîler, Yunuslar ve Mevlânâlar bu temeli atmışlardır. İşte tasavvuf, Anadolu topraklarında böyle bir vazife görmüştür.
Diğer taraftan unutmamalıdır ki, Anadolu’da korkunç Moğol İstilâları karşısında bu sâlih zâtlar, çaresiz halka en güçlü bir teselli menbaı olmuşlardır.
TASAVVUF VE MEVLÂNÂ YILI
Tarihî, dinî ve millî değerlerimiz arasında millete mâl olmuş, cennet vatanımızda tapu vazifesi gören büyük şahsiyetlerimizin ve bunu temin eden tasavvufun kadri gerektiği şekilde bilinmelidir.
Çünkü bu şahsiyetler ve onların yaşadığı tasavvuf, sadece bizim için değil bütün dünya için bir ihtiyaç. Materyalizmin ezici sultası altında boğulmuş olan bütün ruhlar, bu mânâda sahip olduğumuz semâvî pencerelere muhtaç. Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ, doğudan batıya en çok okunan bir şahsiyet olmuştur. Öyle ki, Amerika’da en çok satan şiir kitaplarının başında onun Mesnevî’si yer almıştır. Ayrıca 2007 yılının UNESCO tarafından «Mevlânâ Yılı» îlan edilmesi de, câlib-i dikkat bir husustur. Biz buna bir ilave ile diyebiliriz ki: «Tasavvuf ve Mevlânâ Yılı»
Yani bir tasavvuf büyüğü, bütün dünyaya daha Amerika keşfedilmeden önce 700 sene evvelden bir mektup gönderiyor. Bütün dünya bunu kabul ediyor. Ondan istifade ediyor. Nihayet koca bir yılı onun adıyla dolduruyor. Bu da gösteriyor ki, farklı dünya ve farklı îmanın insanlarını bile bu derecede cezbeden bir Allah dostunun nefes ve sesindeki kuvvetin kaynağı, yani tasavvuf, çok mühim bir hakikat. Bunun içindir ki tasavvuf, son derecede büyük bir zarûret. İnsan rûhu ona her zaman muhtaç!
TASAVVUF VE
MUTASAVVIFLAR OLMASA
Tasavvuf cennetinde yetişmiş Mevlânâ misâli sayısız sâlih kullar olmasa, herhâlde bin bir buhran arasında sıkışan insanlık mezbelelik hâline gelirdi. O akl-ı selîm sahipleri olmasa bütün akıllar yanardı. O gönül erleri olmasa, kalp damarlarımız çatlardı. O yüksek ruhlu şahsiyetler olmasa, diğer ruhlar ceset gibi çürümeye başlardı.
Fakat şükürler olsun ki, Rabb’imiz bu hususta bilhassa bizim milletimize oldukça lütufkâr bir şekilde nice mânevî şahsiyetler nasip etmiş. Üstelik onların rûhânî yapılarını maddî cesetlerinin fânîliğinden sonra da devam ettirerek bizlere nice âb-ı hayatlar ikrâm etmiş.
Ne mutlu kıymetini bilenlere…
MUHABBET SALTANATI
Varlıkları muhabbet sebebiyle yaratan Allah, bu tecellisini en zirvede sâlih kullarının gönül saraylarında sergiler. Dolayısıyla sâlihlerin bu dünyada en garip olanları bile büyük bir muhabbet saltanatı içinde yaşarlar. Çünkü aşk ve muhabbetin ezelî ve hakikî kaynağı olan Allah, onları sevmiş ve sevdirmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:
“Allah Teâlâ bir kulu sevdiğinde Cebrâil’i çağırır ve:
«–Ben falan kulumu seviyorum, sen de sev!» diye emreder.
Cebrâil de onu sever ve semâ ehline nidâ eder:
«–Allah, falanı seviyor, siz de seviniz!»
Semâ ehli de onu severler. Sonra onun sevgisi yeryüzündekilere de verilir, herkes ona muhabbet gösterir.” (Buhârî, Bed’û’l-Halk, 6)
Âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:
“Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır. (Yani onları herkese sevdirecektir.)” (Meryem, 96)
Abbasî halîfesi Harun Reşid, kendi ihtişam ve saltanatı içinde Rakka’da ikâmet ediyordu. Bir gün oraya Abdullah bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden Harun Reşid’in bir cariyesi:
“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler:
“−Horasan’dan Hak dostu bir âlim geldi. Adı Abdullah bin Mübârek. Ahâli onu karşılıyor.” dediler.
Bunun üzerine o cariye:
“−Gerçek sultanlık işte budur, Harun’un sultanlığı değil! Çünkü Harun’un sultanlığında asker olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.
Niçin böyledir? Çünkü;
SÂLİH KULLAR
HAKK’IN MÂKESİDİR
Bütün sâlih zâtlar, Hazret-i Peygamber ve O’nun ashâbını göremeyenler için tâbî olunabilecek fiilî ve müşahhas numûnelerdir. Onlar, îman ehli olup da istidatlı bulunan kimseler için bir mıknatıs gibi câzibe merkezleridir. Toplumun bütün kesimlerine bir şefkât ve muhabbet kucağıdırlar.
Tarih boyunca Hak dostları, üstün karakter ve şahsiyetleri ile toplumdaki mânevî canlılığı ve İslâm’ın haysiyet ve vakârını dâima ayakta tutmuşlardır. Yüce Rabb’imiz de onlardaki bu kuvvetli îman ve yüksek ahlâka mukâbil, onları sevmiş ve kıyâmete kadar gelecek mü’minlere de sevdirmiştir.
İşte Hazret-i Mevlânâ’nın durumu da böyledir.
700 YIL GEÇMESİNE RAĞMEN…
Hazret-i Mevlânâ’nın, vefatından 700 yıl geçmesine rağmen gönül kandilinin hâlâ güneşten daha parlak bir şekilde ışık saçmasının sebebi, ilâhî sevgiye mazhar olarak aşk ve muhabbet ömrüne nail olmasındandır.
Bu bereketle Hazret-i Mevlânâ, bir gönül mahsûlü olan eserlerinde, insan vâkıasının zaman ve mekân üstü gerçeklerine ebediyet ufkundan ışık tutar. Yazdıkları; üzerinden asırlar geçse bile mevzûu, muhtevâsı ve üslûbu itibariyle tazelik ve terâvetinden bir şey kaybetmez. Çünkü ifadeleri, gönül bahçelerine çağlar öncesinden gelen bir bahar melteminin hayat bahşeden esintisi gibi, cennet râyihaları yaymaktadır.
Bu râyihalar ki, yüzyıllardır nice gayr-i müslimlerin hidayetlerine vesile olmuştur. Olmaya da devam etmektedir. Hazret-i Mevlânâ’nın tesiri o kadar geniş ve derindir ki, batıda onunla ilgili enstitüler kurulmuş ve hakkında sayısız mastır ve doktora çalışmaları yapılmıştır, hâlâ yapılmaktadır. Böylece onun hidayet güneşi, hiç batmadan dünyada deveran etmektedir.
Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın gönlü, ilâhî muhabbetle ulvî bir kıvâma ermişti. Her his ve düşüncesi ilâhî hikmete müteveccihti. Neticede Cenâb-ı Hak, onun âdeta gören gözü, tutan eli olmuştu. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldi. Diğer insanlar da iradî veya gayr-i iradî onu sevdiler ve;
GÖNÜLLER ONA DOĞRU AKTI
Nasıl akmasın ki, kıyâmete kadar bütün zamanları kuşatacak bir gönül hekimi idi. Nice yaralı gönülleri İslâm’ın şefkât ikliminde şifaya kavuşturuyordu.
Ürkütmeyen bir hidayet sabahı gibi billur, âsûde ve rûhânî bir hâle sahipti. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakardı. Âsîleri bile hor görmezdi. Onların gönüllerini de incitmez, kırıp dökmezdi. Muhabbet ve aşk sanatında ırmak ırmak gelen kirleri ve çamurları engin bağrında temizleyen bir okyanus gibiydi.
Bir gün dergâhta semâ esnâsında bir sarhoş çıkageldi. O da kendince âyîne katıldı. Fakat hem semâ usûlünü bilmediğinden hem de aklı yerinde olmadığı için rast gele dönüyordu. Hattâ bir-iki sefer Hazret-i Mevlânâ’ya çarptı. Bunun üzerine birkaç canı tez derviş dayanamadı ve:
“–Bu sarhoşun bu mübârek mecliste ne işi var? Atalım şunu dışarı!..” diyerek sarhoşu zorla dışarı çıkarmak istediler.
Hazret-i Mevlânâ derhâl müdahale etti:
“–Dokunmayın garibe! Görüyorum ki, şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!..”
Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın nazarında o sarhoş, hakikati aramak için dergâha sığınan kalbi yaralı, kanadı kırık bir kuş gibiydi. Hazret-i Pîr, yarasını incitmeden onu gönül sarayında tedavi edebilmek derdindeydi.
Bu misâl, günaha karşı gösterilmesi gereken nefreti, günahkâra taşımamak gerektiğini ne güzel ifade eder. Ayrıca günahkârı yaralı bir kuş gibi şefkate muhtaç kabul etmeyi ve onu merhametle can sarayına alıp irşad etme gayreti içinde olabilmeyi de telkinde bulunur.
Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne buyurmuş:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen,
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen…
CÜZZAMLILARIN HEMDEMİ
Bir defasında Mevlânâ Hazretleri, etrafıyla beraber Ilgın Kaplıcaları’na gitmişti. O anda havuzda cüzzamlı hastalar vardı. Hamamcı onları dışarıya çıkarmak için telâşa kapıldı. Fakat Mevlânâ Hazretleri, bu hâle mânî oldu. Hiç düşünmeden kendisi de cüzzamlıların olduğu havuza girdi.[1]∗
Bu merhamet ve tevâzû karşısında cüzzamlılar feryât ederek ağlamaya başladılar. Bu hâli seyredenler de, bu Muhammedî ahlâk karşısında kendilerinden geçti.
İşte bilhassa bugün dünyanın hasretini çektiği hakikî insan sevgisi! Bugün böyle bir merhamet tezahürünün acaba bir misâli var mıdır?
İşte Allah dostlarının gönül yapısı, böyle merhametlerle doludur! İşte tasavvuf da özü itibarıyla budur!
Fakat merhametin bu tezahürü için mânevî bir kıvam gereklidir. Ancak bu kıvam sayesinde Hazret-i Mevlânâ, normalde başkasına zarar verecek bir suyun menfî tesirinden korunmuştur. Bir bakıma Hazret-i Mevlânâ’nın gönlü ve aşkı, âdeta suyun kimyevî yapısını değiştirmiştir. Engin sevdası, zarar verecek bir tehlikeli durumu tesirsiz bir hâle getirmiştir. Bu noktada Hazret-i Mevlânâ’nın hâli, Hazret-i Ömer’in hâline benzer. Bizans İmparatoru, Hazret-i Ömer’e gerektiğinde düşmanları için kullanmak üzere çok kuvvetli bir zehir göndermişti. Fakat Hazret-i Ömer, böyle bir zehre ihtiyacı olmadığını göstermek için elçinin şaşkın bakışları arasında candan bir «Besmele» çekerek zehrin tamamını içti ve hiçbir zarar görmedi.
İşte Hazret-i Mevlânâ’daki tecelli de böyle olmuştur. Çünkü Hazret-i Pîr’in de hayat ikliminde menşei, îmanı ve aşkı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir.
AHLÂK-I PEYGAMBERÎ’NİN TECELLÎLERİ
Bütün mesele her vesileyle Allah’a yaklaşmak ve insanları da Allah’a yaklaştırabilmek… Bunun için Hazret-i Mevlânâ bir sarhoşu bile kanatlarının altına alıyor, onu îman ve hidayet kandiliyle cezb ediyor. Onun incitilmesine râzı olmuyor. Bu güzel ahlâk, hiç şüphesiz ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce ahlâkından bir tecellîdir.
Zira âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisine zulmeden en azılı kimselere bile merhamet ve afla davranmıştı. Neticede başta Ebû Süfyan olmak üzere nice İslâm düşmanlarının hidayetlerine vesile olmuştu.
Çünkü Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, rahmet peygamberi idi. Üstelik sadece insanlar için değil, canlı cansız her varlık için müstesnâ bir rahmetti. Nitekim -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz dünyamızı şereflendirdiğinde sadece insanlar değil, hayvanlar bile rahat etti.
Zulüm gören deve, O’ndan medet istedi ve derdine çare bularak rahat etti. Şöyle ki:
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Medine’de, hurmalıklar arasında istirahat ve tefekkür için, ensardan bir zâtın bahçesine misafir olmuştu. Orada bulunan bir deve, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görünce inledi ve bir insanın ağlayışına benzer şekilde gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, deveye yaklaştı, gözyaşlarını sildi, okşayıp hayvanı sâkinleştirdi. Sonra devenin sahibini:
“Allah’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak, bu bana şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak yoruyormuşsun.” şeklinde îkaz buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu şefkât ve merhameti neticesinde karıncalar da rahat etti. O Rahmet-i Rahman, içinde karınca olan tarlaların yakılmasına mânî oldu. O’nun bulunduğu, geçtiği her yerde şefkat bulutları dolaştı. Mekke fethine giderken yavrusunu emziren bir köpeğe rastlanınca ordunun yolu değiştirildi de o zavallı hayvancağız ve yavruları rahatsız edilmedi.
KARINCANIN DA CANI VAR!
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bin bir güzel ahlâkını Allah dostları da aynen devam ettirmenin gayreti içinde oldular. Onun gönül dünyasındaki engin merhamet ve şefkâtten nasip alıp bunu tevzîye gayret gösterdiler.
Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-, bir yolculuk esnasında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devam etmişti.
Yolda, dinlendiği yerden torbaların üzerine geçmiş birkaç karıncanın gezindiğini gördü. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayatı yaşatmamak için onca yolu geri döndü, dinlendiği yere geldi, karıncaları eski yerlerine bıraktı.
Bâyezîd-i Bistâmî, an gelir ilâhî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıstırabını sînesinde hissederdi.
Bir gün, gözü önünde bir merkebi öyle dövdüler ki, hayvanın arkasından kanlar boşandı. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmağa başladı…
Bu hâller, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen kâ’bına varılmaz bir şefkât ve merhamet tezâhürüdür. Rabb’e yakın bir mü’minin gönül ufkunun derinliğidir.
Şeyh Sâdî ne güzel buyurur:
“Tane taşıyan karıncayı incitme! Çünkü onun da bir canı vardır. Küçük gördüğün can da, tatlı ve hoştur.”
SÂLİH KULLARIN
MÜŞTEREK VASFI
Bütün sâlih kulların müşterek vasfı, Allah’a tâzim ve mahlûkata şefkattir. Onlar Hak katında büyük derecelere bu yolla vâsıl olmuşlardır. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; yıllarca uyuz köpeklere, yaralı hayvanlara, hasta insanlara bakmış ve yolları temizlemekle meşgul olmuştur. Buyurur ki: “Ulaştığım yüksek derecelere, ancak yaptığım hizmetler sayesinde nail olabildim.”
Bütün bunlar, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den evliyaya akseden güzel ahlâklardır. Hepsinin özü de, bütün mahlûkata şefkat ve merhametten ibarettir.
Çünkü bu terbiye ile yetişen bir gönül, bütün insanlığın kurtuluşu için çırpınır. Günahkâr ve âsîlere, yaralı birer hasta gözüyle bakarak onların da hidayet ve kurtuluşları için pervane olur. Neticede Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den başlayan rahmet halkası, derman ve şifa dağıta dağıta devam eder. Yani Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den başlayan şefkât, merhamet ve rahmet silsilesi, bütün muhtaç gönüllerin âb-ı hayatı olur.
BİR VELÎYE DÜŞMANLIK, ALLAH’A DÜŞMANLIKTIR…
Peygamber varisi olan Allah dostları, toplumları içinde her hâlleriyle rahmet ve bereket vazifesi görürler. Cenâb-ı Hak da, yaptıkları hizmetler, mahlûkata gösterdikleri şefkat ve merhamet dolayısıyla onları o kadar sever ki, hadîs-i kudsîde şöyle buyurur:
“Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp îlan ederim!” (Buhârî, Rikâk, 38)
Dolayısıyla en çok dikkat edilecek hususlardan biri, Allah’ın sâlih kullarına dost olabilmektir. O rahmet ve bereket kaynağı gönüllerden istifade edebilmektir. O zaman Hak erenlerinin feyiz yağmurları kalp toprağımızı yeşertip iç âlemimizde ebedî baharlara vesile olur.
Hazret-i Mevlânâ bu hâli mecaz yoluyla şöyle anlatır:
BİR VELÎNİN AYAK İZLERİ
“Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahitleşecek?
Çınar ağacı dua için nasıl el açacak? Selvi havada nasıl baş sallayacak? Çiçekler ilkbahar günlerinde renklerle, kokularla dolu yenlerini nasıl sallamaya başlayacaklar?
Yağmurlar yağmasa, nasıl olur da lâlenin yanağı kan gibi kızaracak? Nasıl olur da gül, gonca kesesini açıp içindeki altınları saçacak?
Bülbül nereden gelecek de gülü koklayacak? Üveyk kuşu «Ku-ku» (=nerede-nerede) diye sevgilisini arayacak?
Yağmurlar yağmasa, nasıl olur da leylek canla, gönülle; «Lek-lek» (=Senin, senin) diye gaga vuracak. «Lek» ne demektir? Mülk de Sen’in, mal da Sen’in; her şey Sen’in Allah’ım demektir…
Yağmurlar yağmasa, nasıl olur da toprak gönlünde gizlediklerini gösterecek? Nasıl olur da bahçe gökyüzü gibi parlayacak?
Bahçelerin giymiş olduğu o süslü güzel elbiseleri nereden bulup getirmişler? Hepsi de kerem sahibi Allah’tan; hepsi de merhamet sahibi Allah’tan.
Bütün bu güzellikler onun varlığına şâhittir.
Bunlar kendini tamamıyla Hakk’a vermiş bir velînin ayak izleridir.”
Hazret-i Mevlânâ, işte bu ayak izlerini bizlere gösteren bir söz aynası. Cenâb-ı Hakk’ın kelâm tecellisinden nasibi derya gibi olan bir şahsiyet.
HAZRET-İ MEVLÂNÂ’NIN MÂNEVÎ ŞAHSİYETİ
Evliyâullahın içinden tasavvufî güzellik ve prensipleri ifadelere dökenler olmuştur, ancak bunların asıl ifadeleri dâima tatbikatlarında kendisini göstermiştir. Hazret-i Mevlânâ da bu tatbikatları almış ve söz peteği içinde bizlere sunmuştur.
Onun büyüklüğü ve diriliği, buradan gelmektedir. Onun 700 yıldır dilden dile, gönülden gönüle akseden beyitleri, Allah dostlarının sözcüsü olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle; mânevî şahsiyetinden ve tasavvufî derinliğinden…
Hazret-i Mevlânâ’yı bu gerçek içerisinde çok iyi tanımak lâzımdır.
GERÇEK MEVLÂNÂ
Bugün bir orkestra ve folklor unsuru hâline gelen semâ gösterilerinin içinde gerçek Mevlânâ hiç yoktur. O, 26 bin beyitlik bir feryatnâme olan Mesnevî’sinde ve diğer eserleri içinde gizlidir. Gerçek Mevlânâ, bu ölümsüz eserlerdeki ulu dergâhtadır ve Cenâb-ı Allah ile Hazret-i Peygamber’in aşk ve vuslat meclisinden hiç ayrılmayan Mevlânâ’dır.
Zaten Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan hususiyet de budur.
Kendisinin, Mesnevî adlı eseri hakkındaki şu sözleri, onun iç dünyasını çok net bir şekilde aksettirir:
“Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Hüzünleri giderir. Kur’ân’ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir. Mesnevî îmanlılara şifa, îmansızlara ziyanlıktır. Mesnevî, hakikate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgâh olmak, akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. AIlah’ın en büyük şaşmaz şerîati, hakikate giden nûrlu yoludur.”
Bu itibarla hulâsa olarak;
MEVLÂNÂ, MUHAMMEDÎ YOLUN DAVETÇİSİDİR
Eserlerinde Hazret-i Mevlâna; nâdanlaşan duyguları, paslanan îman hissiyatını uyandırmak ve muhtelif kıssalarla idrakleri açmak metodunu kullanır. Bununla da yegane maksadı, insanları Hak dine, Hazret-i Muhammed Mustafa -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yoluna davettir. Dolayısıyla bütün açıklamalarının ve misâllerinin içinde dâima bu maksat kendisini gösterir. Çünkü o, Muhammedî inançlara aykırı düşen bütün yorumlara karşı çıkan bir istikamet ehlidir. Öyle ki, onun düsturunda Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri de, ancak nefsânî kir ve paslardan temizlendikten sonra mümkündür. İlim sahibi olup da nefsine uydukları için câhil kalanlara şöyle der:
ÖNCE KENDİNİ TEVİL ET!
“Nefsânî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe îman zaafa uğrar, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak, Hak kapısını kapar, kilitler.”
“Sen, çok derin mânâlı ve anlamına dokunulmamış olan sözü tevil ediyor, O’na başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’ân-ı Kerîm’i değil, önce kendini tevil et, kendini anlamaya çalış. (Kendini düzelt!)”
İşte böylesine derin bakışların ve ince mânâların hazinesi olan Hazret-i Mevlânâ, İslâm tarihinde haklı bir yere sahip olmuştur. O günden bugüne gönüllerde taht kurmuştur. Pakistan’ın meşhur mütefekkiri Muhammed İkbâl de, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye o kadar muhabbet hâlindedir ki, bindiği uçak, Türk hava sahasına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyârî saygıyla ayağa fırlar ve şöyle der:
“–Mevlânâ iklimine girdik, hürmet gerek!..”
İşte Hazret-i Mevlânâ’daki muhabbet ömrünün uzunluğunu aksettiren mânidar bir misâl.
Bu muhabbet, yakınlık ve âşinalık sırrıdır. Maksat, ârif gönüllerle birlikte Hakk’a yakın olabilmektir. Aslında her şey bizi Hakk’a doğru böyle bir yakınlık ve âşinalığa götürmektedir. Nitekim idrak edeceğimiz «Kurban Bayramı»nın bir mânâsı da budur.
KURBAN, HAKK’A YAKINLIK BAYRAMI
Bu gurbet dünyasında bizi Hakk’a yaklaştıran pek çok vesileden biri de kurbandır. Kurban, kendini bu dünyada Hakk’a feda edip de kıyâmet sabahında ebedî bayramı yaşayabilme imkânıdır. Kurban, sonsuz vuslatın bu dünyadaki diyetidir.
Kıyâmet sabahı, dünyada kurban şuuruyla Hakk’a yakın olanlar için bambaşka bir kazanç günü olacaktır. Ancak o gün, dünyada iken nefsine mağlup olanlar için tam bir hezimet, ziyan ve hüsrana dönüşecektir. Dünyada kurban sırrıyla yaşamayanlar, yani nefsinin süflî arzularına râm olanlar, orada ateşe kurban edileceklerdir. Bu gerçekten hareketle Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Korkunç kurban bayramı olan kıyâmet günü, mü’minlere bayram, inkârcı öküzlere de ölüm günüdür.”
Cenâb-ı Hak, kıyâmet sabahımızı bayram gününe dönüştürecek bir yakınlık içerisinde bu dünya hayatını kalb-ı selîm ve rûhâniyet ile tezyin etmeyi cümlemize müyesser kılsın! Âşık ve ârif kullarının muhabbet ömründen ihsan eylesin. Hepimizi sâlih kullarının arasına dâhil buyursun! Onların gönül âlemlerinden istifadeye muvaffak kılsın. Bu cennet vatanımızda bulundukları yerde mânevî imza misâli vazife gören Hazret-i Mevlânâları eksik etmesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hâdîs-i şerîfte: “Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz.” (Buhârî, Tıbb, 30) buyurur. Mevlânâ Hazretleri’nin kıssasındaki hikmet ise hastaya doktor müdâhalesi kabîlindendir. Yani bu hastalıkta herkes için geçerli olan ölçü doktorlar için farklılık gösterir. Çünkü onlar, hastalık olan yere tedavi için girmeye mecburdurlar. Kıssadaki hikmet, bu tedavinin mânevî olanına dikkat çeker. Yani Allah’ın garip kullarını merhamet ve muhabbete muhatap kılarak onları mânen tedavî ve teselli etmenin ehemmiyetini gösterir. Nitekim Hazret-i Câbir -radıyâllâhu anh- şöyle bir hadîs-i şerîf nakleder: «Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- cüzzamlı bir kimsenin elinden tuttu ve kendisiyle birlikte elini tabağa koydu, sonra da: “Allah’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!” buyurdu.» (Ebû Dâvud, Tıbb, 24; Tirmizî, Et’ime,19) Rezin şunu ilâve etti: “Bunu Ebû Bekr ve Ömer -radıyâllâhu anhumâ- da yaptılar ve aynı şeyleri söylediler.”