Tasavvuf ve İlm-i Ledünnî

1996 – Subat, Sayı: 120, Sayfa: 034

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Cenab-ı Hakk’dan üç türlü ilim telakkî etmiştir. Birincisi, kendisi ile Allah -celle celâlühû- arasında mahfuzdur. Bu ilim, beşer idrakinin üzerinde olduğundan nâsa fâş olunmamıştır. Yalnız Allah Rasûlü’ne mahsus kalmıştır. Cebrail -aleyhisselâm-:

“Ya Rasûlallah! Ben senin hakîkatini idrak edebilsem, yanına gelemezdim.” buyurmuştur.

İkinci ilim, umuma âiddir. Bu, insanların idrak ve iktidarları ile kavranabilir bir seviyededir. Bütün insanlık alemi, bu kategorideki bilgilere îman ve amel ile mükelleftir. Bunun bir diğer adı da şerîattır.

Üçüncü ilim, bir kısım ehil zevata mahsusdur ki, o da tasavvuftur, zühddür, ihsan duygusuna vasıl olabilmektir. Yani bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu babda istîdâd ve kabiliyyeti kadar mes’ûliyyeti vardır. Kul, kendi selameti için bu istidadı inkişaf ettirmeğe mecburdur. Bu da, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfıyesi ile mümkündür.

A’la ve Şems sûresinde:

“Şüphesiz nefsini tezkiye edenler kurtuluşa erdi.” (14), (9)

Furkan 43:

“(Ey Peygamber!) Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Artık sen onlara vekil değilsin” buyuruluyor.

Taberânî’nin naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan Allah’ın en çok buğz ettiği, heva ve hevestir.”

Ledünnî ilim ise, tasavvuf içinde manevi eğitim sonucu ulaşılan Hakk vergisi (vehbî) bir ilimdir. Kur’an-ı Kerîm’in pek çok ayet-i kerimesinde bu ilimden bahsedilmiş olması, bu hükmün delilidir. Musa -aleyhisselâm- ile ilgili olarak vâkî olan ilk vahiylerde bu gerçeğin işaretleri başlamıştır.

Hz. Musa -aleyhisselâm-, ailesiyle birlikte Medyen’den Mısır’a gidiyordu. Yolda, soğuk, yağmurlu, karanlık bir gecede çocukları oldu. Ateşe ve ışığa ihtiyaçları vardı. Uzakta bir ateş gördü. Aslında O’nun gördüğü bu ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işaret idi. Oradan bir kıvılcım alıp ateş yakmak ve bu suretle ailesini ve yeni doğan bebeğini ısıtmak istedi. Oraya vardığında kendisine Allah -celle celâlühû- tarafından:

“Ey Musa! Muhakkak ki; ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen nalinlerini çıkar! Çünkü sen mukaddes Tuva vadîsindesin!..” (Taha, 11-12) buyuruldu.

Müfessirler, “Nalinlerini çıkar!” ifadesine farklı îzâhlar getirip işari manalar vermişlerdir. Bunlar ez-cümle Kuşeyri, Letaifü’l-İşarat ve Rûhu’l-Beyan’da şu şekilde açıklanır:

“İki nalin”, dünya ve ahiret’i temsil etmektedir:

“Kalbi, dünya ve ahiret ile ilgili meşguliyetlerden boşalt! Hakk için her şeyden tecerrüd edip sıyrıl ve Allah’ın marifet ve müşahedesinde yok olmağa bak!” Diğer bir ifadede:

“Sen tabiat ve nefsden sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeği bırak, gel!”

“Delilin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahede ve ıyândan, yani göz ile gördükten sonra bunların faydası yoktur.”

Bu sebeple Şeyh Şibiî, Allah’a vasıl olduktan sonra bütün kitaplarını yakmıştır.

Hz. Musa -aleyhisselâm-, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de Benî İsrail kavminin gözü önünde boğulmasından sonra kavmini topladı. Onlara çok fasih, beliğ, heyecanlı vaazlar verdi. Kavmi, Hz. Musa’nın ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı. Mest oldu. İçlerinden biri:

“Ey Allah’ın peygamberi, şu yeryüzünde senden daha alim bir kimse var mı?” dedi. Hz. Musa:

“- Böyle bir kimse bilmiyorum.” dedi. O esnada kendisine vahiy gelerek:

“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyuruldu.

Musa -aleyhisselâm- arkadaşı Yûşa bin Nûn -aleyhisselâm- ile acele olarak sefere çıktı.

Musa -aleyhisselâm-, kendisine vahy ile işaret edilen zatı, bir kayanın üzerinde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selam verdi:

“- Ben Musa’yım” dedi. Hızır da:

“- Demek ki Benî İsrail peygamberi olan Musa sensin!” dedi.

Musa -aleyhisselâm-:

“- Bana Allah -celle celâlühû- tarafından bildirilen insanların en çok bileni sen misin?” diye sordu. Hızır cevaben:

“- Ya Musa, Allah -celle celâlühû- bana bir ilim vermişdir, o sende yoktur. Sana bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.

Musa -aleyhisselâm-, Hızır aleyhisselam’dan bu ilmi telakkî etme arzusunu bildirdi. Zahiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acaib ve garâibden görülen bazı hakîkatlerin hikmetini ondan öğrenecekti. O meşhur yolculuğa çıktılar…

Mevlana -kuddise sirruh-, bu hadisenin ibret ve hikmet dolu noktalarına dikkat çekerek şu şekilde anlatır:

“Ey kerîm olan kimse! Bu manevî iştiyakı, “kelîmullah” olan Hz. Musa’da gör! Bak kelîm olan Musa -aleyhisselâm- ne diyor;

“Bunca makama sahib olduğum halde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rühuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.”

Hz. Musa’nın Hızır’ı aramaya kalkması üzerine kavmi dediler ki:

“Ey Musa, sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı mertebede bir zatın izine düşmüşsün!”

“Sen ise “havf” ve “reca”dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar, ne zamana kadar arayacaksın?”

“Aradığın sende… Bunu sen de bilirsin. Ey sema kadar yüksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?..”

“Musa -aleyhisselâm- kavmine:

“Ne olur Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilaliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yani benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makamındadır.” dedi.”

“Hz. Musa devamla:

“Ben zamanın sultanı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.”

“Hakîkat ve marifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Ta ki; ona kavuşayım..”

“Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?” dedi.

Hz. Musa’nın sıfatı kelîmullah, yani Allah -celle celâlühû- ile konuşandır. Allah Teâlâ, Hz. Musa ile konuştuğu zaman ezel-deki sıfatı olan “kelam” ile konuştu. O’nun sıfatlarından hiçbiri yaratılanların sıfatlarına benzemez. O bilir; bu biliş, bizim bilişimiz gibi değildir. Kudret sahibidir, o da bizim kudretimiz gibi değildir. O konuşur, bizim konuşmamız gibi değil!.. Biz, dil gibi bir alet ve harflerle konuşuruz. Allah -celle celâlühû- bundan münezzehtir. Harfler mahluktur. Allah’ın kelamı ise, mahluk değildir. Harfsiz ve haletsizdir. Musa -aleyhisselâm-, Allah -celle celâlühû- ile konuşurken yanındaki 70 kişi ve Cebrail -aleyhisselâm- bu konuşmayı fark ve idrak etmediler.

Mevlana -kuddise sirruh-, ledünnî ilmin ilahî bir nasîb olduğunu, bunun ancak kaibî istidadı olanlara lütfedildiğini şu şekilde ifade eder:

“Ya’kub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü fevkaladelik, kendine mahsus idi. O nuru görmek Yusuf’un biraderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül alemi Yusuf’u görmekten ve anlamaktan uzak idi.”

“Ruhun gıdası aşktır. Canlarınki ise açlıktır.”

“Yakub’da Yusufun bir cazibesi vardır. Bundan dolayı Yusuf’un gömleğinin kokuşu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrum idi.”

“Çünkü Yusuf’un gömleği kardeşinin elinde iğreti idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hz. Ya’kûb’a teslîm ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, esirci elinde bulunan bir mutena cariye gibiydi. Esircinin nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına aiddi.

“Çok alim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hafızıdır da, Allah’ın habîbi olamamıştır.”

İmam-ı Gazalî ve Abülkadir-i Geylanî gibi zatlar, önce zahirî ilmin zirvesine ulaştılar. Lakin gaybî inceliklere ve Allah’a giden hassas, ince, nazenin yola kaibî derinliklerinin içinden ve çok sonra ulaşabildiler. Hakk dostu oldular. Allah -celle celâlühû-, kendi zatî hususiyetlerini ve sırlarını onlara ve onlar gibi olan bazı müstesna yaratılıştaki insanlara faş etti. Onlar da kendisi ile meşgul olmaya mani olan bütün engelleri yok etti. Cesedleri zikir, mücahede, musahabe ve murakabe ile nûra inkılâb etti. Müşahedeye ve esrara nail oldular. Allah Teâlâ, bu gibi şeyleri, ezelde kendisi için seçtiği kimselerden ve dost edindiği kullardan başkasına ihsan etmez.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

“Ebûbekir çok namaz kıldığı ve çok oruç tuttuğu için sizden üstün değildir. O’nun size üstünlüğü, kalbindeki ta’zîm hissindendir.”

Bu neviden bir çok ayette, velî kulların kalplerinde buldukları ihsan duygusu ile mahzun olmayacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere nail olacakları bildirilir.

Ebû Hureyre’den rivayet olunan bir hadîs-i şerîfde:

“İlimlerden bazı gizli olanlar vardır ki, onları ancak “arif-i billah” olanlar anlar. Bu ilimden bahsettikleri vakit onları, ancak kendilerini beğenen, mağrur güruh techîl eyler (cahil görür). Sakın, Hakk Teâlâ’nın kendi fazlından ilim verdiği alimleri küçük görmeyin! Çünkü Hakk Teâlâ, onlara, o ilmi verirken onları küçük görmedi.” Buyurulur.

Gazalî -kuddise sirruh-, batın ulemasının zahirî alimlerle ilişkisini şu misallerle anlatır:

İmam-ı Şafî -radıyallâhu anh-, Şeybanî Raî’nin -kuddise sirruh- önünde talebe gibi diz çökerdi. Kendisine:

“Ey imam, sen nerde, Şeybanî nerde? Bu hürmetin sebebi nedir?” denilince İmam-ı Şafî (rh a.):

“Bu zat, bizim bilmediğimizi bilir ” cevabını vermistir.

Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Muaz, bazı meseleleri Ma’rûf-i Kerhî’ye baş vurup ondan sorarlardı. Bunun sebebi kendilerine sorulunca, ashâbın:

“Ya Rasûlallah, kitap ve sünnette yoksa ne yapalım?” sualine, Hz Peygamber’in

“Onu salih kimselerden sorun! Onların istişaresine arz edin!” hadîs-i şerîfini misal verirlerdi.

Muhakkak ki, batınî alimler, görünmeyen alemin sırrı ile doludurlar

Cüneyd-i Bağdadî’ye, Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-:

“Allah, seni ilk önce zahirî ilimlerde muvaffak etsin Ondan sonra sufî kılsın!” diye dua ederlerdi Ayrıca Haris b. Esed el-Muhasibî ile sohbet edip kendisinden edeb ve ilim almasını tavsiye ederlerdi.

Hz Ömer -radıyallâhu anh- vefat edince, Abdullah b. Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Sahabi de kendisine:

“Daha içimizde alimler var!” dedi. O da:

“Ben marifet ilminden bahsediyorum.” dedi.

İlim, umumiyetle zahirî bilgilere denir. Akla, nakle ve dış tecrübeye dayanır. Marifet veya irfan ise, keşfe, ilhama ve iç tecrübeye dayanır.

Sûfîlere göre insanın öz sıfatı bilgisizliktir.

Âyetlerde insana çok az bir ilim verilmiş bulunduğundan ve insanın çok cahil ve çok zalim olduğundan bahsedilir.

İlim, Allah’ın sıfatıdır. Kul, Allah’ın verdiği az bilgilere Allah’dan ilave olarak “ihsan” gelmesi ile arif haline gelir. Marifetten, yani Allah’ı tanıyabilmekten hisse almağa çalışır.

Akıl, sırf kendi başına kemal ölçüsünde bulunsa bile Allah’ı layıkıyla tanımaya yetmez Çünkü akıl, insan için bir alettir insan, ancak bu aletle kendisini tanıtanı tanır. Allah’ı da ancak eserleri ile tanıyabilir Hakk Teâlâ, rûhlara ezelde:

“Ben kimim?” diye sormadı;

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!” diye sordu.

Akılla, nefs tezkiye olunamaz. Ancak kalb ile olabilir. Ayet-i kerîmede:

“Kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyuruluyor

Müzzemmil sûresinde:

“Rabbinin ismini zikret ve bütün bağlantılardan kesil! Rabbine dön!” (8) buyuruluyor.

İbn-i Atâ şöyle diyor: “Allah (c.c ), zatını, avama, mahlükatı vasıtası ile tanıttı:

“Develere bakmıyorlar mı? Nasıl yaratılmışlardır?” (Ğâşiye 17)

Havâssa ise, kelam ve sıfatları ile tanıttı.

Sûre-i Nisa, ayet 82: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı?” İsra 82: “Kur’an’da indirdiğimiz ayetlerde mü’minler için şifa ve rahmet vardır.” A’raf180: “En güzel isimler Allah’ındır.”

Ebû Hasan b. Ebû Zerr, Şıblî’den nakleder:

“Tasavvuf, yüce semavî ve ilahî bir ilimdir. Bitmez, tükenmez. Bu ilimden, ancak erbabı istifade eder. Bunu Allah’ın hususî bir ihsanına ve büyük lütfuna nail olanlar bilebilir “

Bu makamlar yaşanmadan ifade edilemez. Bu hali yaşayan sûfîler, “Füsûs” daki gibi zaman zaman rumuzlu kelimeler kullanırlar. Bunun sebebi, kalbî ilimden nasîbi olmayanların kendi kendilerine yanlış anlayıp dalâlete düşmelerini önlemektir!…

İmam-ı Gazalî, Bahauddîn Nakşbend, Muhyiddîn-i A’rabî ve İmam-ı Rabbanî gibi Hakk dostları, dînin inceliklerini, hikmetlerini, müşahhas plandan marifet fezasına götüren müstesna kabiliyetlerdir.

Cennetle mujdelenen sahabîlerin, bu ilm-i marifet sebebi ile hiçliklerini hissederek ilahi saltanat karşısında “havf” halinde bulunduklarını ifade eden rivayetler çoktur. Hz Ebûbekir (r a):

“Keşke kuşların gagaladıkları bir hurma tanesi olsaydım!”

Hz Ömer -radıyallâhu anh- ise:

“Keşke ot olsaydım! Keşke hiç bir şey olmasaydım!” buyurmuşlardır.

Ammar b. Yasir’in Kûfe minberinde “Ben şahidlik ederim ki, o dünya ve ahirette Allah Rasûlü’nün hanımıdır” dediği Hz Aişe -radıyallâhu anhâ-:

“Keşke şu ağaçda bir yaprak olsaydım!” demişlerdir. Nisa sûresinin:

“Kim kötü bir iş yaparsa cezasını çeker!” mealindeki ayeti nazil olunca Hz Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“Belim kırılır gibi oldu, kasıldım kaldım…” buyuruyor Bu zevâtın hallerini böyle ifade etmeleri, Allah rızasına aykırı bir amele sürüklenme endişesinden ileri gelmekte ve Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğünü dile getirmekten, her an huzur içinde bulunmaktan ve haya etmekten kaynaklanmaktaydı (el-İsra-14):

“Oku kitâbını! Bugün sana, iyi hesab görücü olarak nefsin yeter!” buyuruluyor.

Dîni, sadece zâhirî cephesi ile almak, bâtınına, yani ruhî derinliğine inememek, pek korkunç bir hüsrandır. Kişi bilemediğinin düşmanı olur. Sâlihlerin, sâdıkların, fazîlet erbabının muhîtinden ve onların sohbetlerinden uzaklaşıp satırların arasında kalmak, gönül ve vicdan ufkunu daraltır, iç-dış nurları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden ve ehl-i hal kimselerin ruhanî aydınlığından mahrum eder. İnsana Halik Teâlâ tarafından lûtfedilen, hayat sermayesi olan duyguları kaybettirip, nefsinin esîri kılar. Böyleleri, Kainat’a sisli gözlerle bakan gaflet alıkları olurlar.

Mûsâ -aleyhisselâm-, beşerî fırtınalar ve kasırgalar dolu, azgın, maddeye düşkün Benî İsrail kavmine şerîati ikame için gönderilen bir peygamberdir. Hz. Musa Hızır’a:

“Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?” dedi.

Hızır -aleyhisselâm- da:

“Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin!” dedi.

Bu sözlerle Hızır -aleyhisselâm-, Musa’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hal sonunda gerçekleşecek idi. Hz. Musa’nın alacağı ders kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktı. Yani Musa’ya:

“Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususda mâzûrsun. Çünkü bu ilmin kemâli, daha sana verilmemiştir” demekti..

Musa -aleyhisselâm- dedi ki:

“İnşallah beni sabırlı bulacaksın!. Sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım.”

Hızır -aleyhisselâm- dedi ki:

“Eğer bana uyacak isen, ben sana sırrını açmadıkça, hiç bir şey hakkında bana sual sorma! Yani tartışma şöyle dursun, sorup anlamak için bile sorma!”

Demek ki, başka ilimlerde mes’eleyi ortaya koyacak bilginin yarışını oluşturan sual, bu ilimde yasaklanır. Burada talebenin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.

Mesela, Mîmar Sinan’ın ilmî kuvvet ve kabiliyyeti, Süleymaniye Camii inşasında çalışan bütün san’atkârlardan üstündür. Sinan’ın o camideki bir mermerci kadar mermeri işleme san’atını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. O san’atkârlar da Sinan’ın talimatı altındadır. Mermer san’atını işleme inceliklerini ondan öğreneceklerdir.

Hz. Musa’nın hayat hikayesinde bu ilmin, kendisine yalnız Hızır -aleyhisselâm- ile görüşmesi netîcesi değil, muhtelif vesileler ile de verilmiş olduğunu anlıyoruz.

Bununla ilgili birkaç misal verirsek:

Musa -aleyhisselâm-, Mısır’da iken İsrailoğulları’na, Firavun’u helak ederse, kendilerine “Tevrat’ı getireceğini vaad etmiş, Firavun helak olunca, Allah’dan Tevrat’ın verilmesini niyaz etmişti. Kendisine otuz gün oruç tutması, sonra on gün daha ilave edilerek kırk güne tamamlaması emredildi.

Hz. Musa’nın Tûr’da kırk gece kalmasında şu işaret vardır:

Ehlullahın büyük bir tecellî sabahına ermeleri, geceler gibi karanlık ızdırap saatleri ile çile doldurup marifet şafağına ulaşmaları ile mümkündür. Bütün muvaffakiyyet sabahları, muzdarip gecelerin seherlerinin eseridir.

Musa -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visal (iftarsız oruç) olarak otuz gün oruç tuttu. Ne acıktı, ne susadı. Sonra Hızır -aleyhisselâm- ile buluşmak üzere sefer emredildi. Seferde henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi, acıktı. Arkadaşına:

“Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi.

Çünkü onun Hızır’a gidişi, bir imtihan sebebi ile idi. İmtihan üzerine ibtila eklendi. Mahlukun yanındaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’daki Allah’a kavuşma, O’nunla konuşma seferi idi. Bulunduğu yerin heybeti, O’na yemeği, içmeği unutturdu. O’nu Allah’dan başka herşeyden alıkoydu.

Ulü’1-azm bir peygamber olan Hz. Musa’nın, Hızır’a ledunnî ilmi tahsîl için gönderilmesi, çok câlib-i dikkattir. Musa -aleyhisselâm- için o an ledunnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmesi bir nakîse değildir. Ancak Hz. Musa’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, Allah -celle celâlühû- ilminden Hz. Musa’ya verilmeyen bir ilmin bulunduğu anlatılmış oluyor. Bu ilim, sonradan kendinden daha aşağı mertebedeki Hızır vasıtası ile veriliyor ki, bu da peygamberlerin dahi ilahî ilim karşısında acz içinde olduklarını bildirmek, hem de Hz. Musa’nın ve Hızır’ın sahib oldukları müşterek ilmin, gelecek olan zü’l-cenahayni (Dünya ve ahiret bilgisi geniş olanı) göz önüne getirmeği telkin ile Hz. Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın makamının en mükemmel makam olduğunu bildirmek içindir.

Ya Rab! Bizleri, kalbleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyle!

Amîn..