DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
TEVBEYİ SEHERLERDE YAPINIZ
“Onlar, ayaktayken, otururlarken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Yani her an, kul, Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak.
Unutmaması için;
“…Göklerin, yerin yaratılışını (derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bu semânın sonsuzluğu, şu yeryüzü, şu toprak terkibinden çıkanlar, bu kadar mahlûkat; denizde, havada, karada…
“…(Derinden derine) düşünürler; «Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın.» derler…” (Âl-i İmrân, 191)
Hep ikrâm-ı ilâhî…
“…Sen Sübhânʼsın (derler). Sen bizi Cehennem azâbından koru, derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, bizim bu hâlde olmamızı (istiyor). Kurʼân-ı Kerîmʼde bâzı yerde “ibâduʼr-rahmân” olmamızı, rahmetin tecellî ettiği kullarının sıfatlarını bildiriyor.
Diğer bir başka âyet, Enfâl Sûresi; bir gönül âlemimizi bildiriyor:
“…Allah anıldığı zaman, وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ kalpleri titrer (buyuruyor). Allâhʼın âyetleri okununca îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor, o, Allâhʼın o, bize mesajlarında.
“…Tevekkül ve teslim olurlar değişen şartlar altında.” (Bkz. el-Enfâl, 2)
“Namazlarını ikāme ederler. Allâhʼın verdiği nîmetleri Allah yolunda sarf ederler.” buyruluyor. (Bkz. el-Enfâl, 3)
Velhâsıl, hâfız efendinin okuduğu âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak bizlerden îmânımızı test etmemizi istiyor. Nasıl bir, fânî âlemde hep teste tâbî tutuyorlar. En ufak bir mevkî verecekler; “imtihana gir” diyorlar. Teste tâbî tutuyorlar. Cenâb-ı Hak da bizi bir teste tâbî tutuyor.
Okunan âyet-i kerîmede:
“Allah, müʼminlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyruluyor.
Yani Cenâb-ı Hak sana niye mal verdi? Niye can verdi? Demek ki canı da alacak Allah, son nefeste malı da alacak Allah…
Demek ki, bu bir, imtihan dünyasında; “Ben canımı nerede kullanacağım, malımı nerede kullanacağım? Allah bu canı niye verdi, bu güç-kuvveti niye verdi bana? Bu malı, bu iktidârı niye verdi?..”
Ölçüleri bildiriyor Cenâb-ı Hak:
“…Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler, ölürler…” (et-Tevbe, 111) Her türlü riske girerler Allah için.
“…Bu, Tevratʼta, İncilʼde ve Kurʼânʼda Allah üzerine hak bir vaaddir…” (et-Tevbe, 111) Bu, Cennetʼi onlara ikram etmesi.
“…Allahʼtan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır?..” (et-Tevbe, 111) diyor, Cenâb-ı Hak soruyor.
“…O hâlde Oʼnunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, gerçekten (büyük) bir kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Bu, Akabe Biatlarıʼnda indi. Abdullah bin Revâha sordu:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz (dedi) Allâhʼa biat ediyoruz, Sana biat ediyoruz, ne var karşılığı?” dedi.
Efendimiz:
“‒Cennet var.” dedi. Cennet var deyince bu âyet-i kerîme indi. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Cennet var, ama bu, canlar-mallar karşılığında Cennetʼi satın alanlar için…
Ondan sonra gelen âyette -o âyet okunmadı burada- orada Cenâb-ı Hak bizlere, bu, Cennetʼi satın alanların bizdeki şeyini bildiriyor, vasıflarını bildiriyor:
اَلتَّائِبُونَ: (“Tevbe edenler…” [et-Tevbe, 112]) buyruluyor. Demek ki bir tevbe hâli istiyor Cenâb-ı Hak. Bir nefs engeli olduğu için, zaman zaman insan gaflete düşüyor.
اَلتَّائِبُونَ: “Tevbe edenler…” (et-Tevbe, 112)
Tevbenin en kıvam zamanı -her zaman tevbe var- “seherler”…
Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde tevbe ederler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])
سُجَّدًا وَقِيَامًا
(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64])
Ne kadar tevbeye ihtiyacımız var? O zaman ne kadar seher vakti kalkıyoruz? Seher vakti Cenâb-ı Hak bizleri îkaz (ediyor), uyandırıyor bütün…
Hattâ bir gül yağı îmâlâtı yapan bir kimse dedi ki:
“‒Biz (dedi) Ispartaʼda gülleri seher vakti toplarız (dedi). O zaman en güzel kokusunu verir.” dedi.
(Seherlerde) horozdan başlayarak bütün hayvanlar faaliyete geçiyor. Cenâb-ı Hak bizlerin de faaliyete geçmemizi istiyor, gönül faaliyetine.
اَلتَّائِبُونَ: “Tevbe edenler…” (et-Tevbe, 112)
Her zaman tevbe edeceğiz. Cenâb-ı Hakʼtan her zaman isteyeceğiz.
Muaz bin Cebelʼin elinden tuttu Efendimiz, şöyle bir salladı:
“‒Yâ Muaz (dedi) her namazdan sonra:
اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
(“Allâhʼım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek, Sana güzel kulluk etmek üzere bana yardım et.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26])
Biz Cenâb-ı Hakʼtan zikretmemiz için yardım isteyeceğiz. Şükretmemiz için yardım isteyeceğiz. Hüsn-i ibâdetimiz için yardım isteyeceğiz.
Ondan sonra:
“…İbâdet edenler…” buyruluyor, اَلْعَابِدُونَ buyruluyor. (et-Tevbe, 112)
İbadette de Cenâb-ı Hak kalp ve beden âhengi istiyor, bir huşû istiyor. Huşû da kalbimizin seviyesine bağlı.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
Ashâb-ı kirâmın huşûu nasıldı? Namazı nasıl kılıyordu? Orucu nasıl tutuyordu? Zekâtı, infâkı verirken ne kadar sevine sevine veriyordu?
Bir misal:
Ebû Talhaʼnın, bu, şimdiki (Mescid-i Nebevîʼnin) kadınlar kapısı kısmında 600 ağaçlı, hurmalı bir bahçesi vardı.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92]) âyeti indi. Hemen o bahçesinin kenarına geldi. Çitin arkasında -hanımı da oturuyordu orada- tereddütle durdu. Hanımı dedi ki:
“‒Ebû Talha! (dedi.) Niçin girmiyorsun bahçeye, bu bahçe bizim değil mi? (dedi.) Sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum bu bahçeyi.” dedi.
“‒Hanım! (dedi.) Artık bu bahçe bizim değil.” dedi.
“‒Niye?” dedi.
“‒Çünkü (dedi), bugün bir âyet indi;
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiklerinizden vermedikçe (Allâhʼa yaklaşamazsınız) birrʼe vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)
Benim de ve senin de, ikimizin de en çok sevdiğimiz buydu. Biz bunu Allah için, bugün ben vakfettim.” dedi.
“‒Peki Ebû Talha! (dedi.) Sen bunu vakfederken bana da hisse verdin mi? Beraber mi vakfettik?” dedi.
“‒Evet.” dedi.
“‒O zaman ben eşyalarımı toplayayım, bahçeyi terk edelim.” dedi.
Nasıl bir, âyetler duyuluyordu? Nasıl hissediliyordu? Nasıl bu âyetler bir derinlik veriyordu?
İşte اَلْعَابِدُونَ… Nasıl bir namaz, bir vecddi. Oruç ayrı; zekât, infak ayrı…
Ondan sonra;
“اَلْحَامِدُونَ” buyruluyor. (et-Tevbe, 112)
İşte Cenâb-ı Hak;
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])
Her şeye besmeleyle başlanacak, hamdeleyle bitirilecek. Lûtfeden O. Yerken de tefekkür edilecek.
اَلسَّائِحُونَ : “…Seyahat edenler (Allah için)…” (et-Tevbe, 112)
Kendilerini ikmâl için seyahat edenler; zevk u safâsına değil.
“…Oruç tutanlar…” (et-Tevbe, 112)
اَلرَّاكِعُونَ السَاجِدُونَ
(“…Rükû edenler, secde edenler…” [et-Tevbe, 112])
Bir müʼmine rükûsu da ayrı bir huzur verecek, secdesi de ayrı bir huzur verecek. Bir feyz taşıracak rükûsunda, secdesinde.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Ondan sonra;
“…Mârûfu emredenler, Allâhʼın haram kıldığı şeylerden nehyedenler (insanları)…” (et-Tevbe, 112)
Demek ki mücâhede bu… İnsan iç âlemini doyuracak. Feyizle dolacak, rûhâniyetle dolacak; o yürekle tebliğ edecek, lâfla değil!.. O zaman bir inʼikâs olacak, insibağ olacak.
Ondan sonra;
“…Hudûdullâhʼı (hudutları) muhafaza edenler…” (et-Tevbe, 112)
Allah nasıl emretti, öyle; Rasûlullah ne emretti, öyle; nasıl tatbik etti, o şekilde…
Ondan sonra Cenâb-ı Hak buyuruyor, bunları yapanlar için:
“…(Sen diyor) müʼminleri müjdele.” (et-Tevbe, 112) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak cümlemizi bu âyet-i kerîmenin şümûlünde eylesin.
Ondan sonra hâfız efendinin okuduğu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-ʼla ilgili bir vâkıayı bildiriyor. Onun nihâyetinde İbrahim -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakkʼa duâ ediyor:
“…Yâ Rabbi! Duâmı kabul et.” (İbrahim, 40) diyor. Ne için duâ ediyor, çok mühim: Kendisinin ve zürriyetinin namaz kılanlardan olması için… (Bkz. İbrahim, 40)
Demek ki namaz bir müʼminin göz bebeği. Efendimiz… Namaz çok mühim…
Bana İstanbulʼda Hüdâyî Vakfıʼndayken Afrikaʼdan vs. dünyanın her tarafından gelen talebeler var. Talebeler gelir:
“‒Hocam (der), duâ edin!” der. Çoğu zaman, ya hastadır onun için duâ ister. Biz duâ mercii değiliz ama, o zanla gelirler, ihlâsına göre. Yahut:
“‒Şu (okulu) bitireyim (der), imtihanım var, geçeyim.” filân der.
Bir siyâhî çocuk geldi, delikanlı geldi:
“‒Hocam! Ne olursun bana duâ eder misin?” dedi.
“‒Oğlum (dedim) derdin nedir? (dedim.) Ne derdin var (dedim) duâ istiyorsun?” dedim.
“‒Hocam (dedi), Allah bana namazı sevdirsin.” dedi…
Sanki o çocuk bana ders verdi, bana ders verdi. “Allah, (dedi) bana namazı sevdirsin.” dedi.
Çok düşündürücüdür; hakîkaten, Allah Rasûlü nasıl namaz kılardı, ashâb-ı kiram nasıl kılardı, nasıl bir cemaate iştirak vardı? Biz nasıl nasıl kılıyoruz?..