Ümmet Derdi

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Ekim, Sayı: 188

BİR HAMDELENİN PİŞMANLIĞI!

Hak dostlarından Seriyy-i Sakatî -rahmetullâhi aleyh-, dersinde talebelerine şu hadîs-i şerîfi îzâh etmekteydi:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan (mü’minlerden) değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87)

O esnada bir talebesi heyecanla içeri girdi ve;

“–Üstâdım! Bağdat çarşısı yandı, kül oldu. Yalnız sizin dükkân kurtuldu. Gözünüz aydın!” dedi.

Seriyy-i Sakatî sevinç içinde birden;

“–Elhamdülillâh!..” deyiverdi.

Otuz sene sonra bir dostuna;

“–Ben o vakit, «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayan mü’min kardeşlerimin ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..” dedi. (Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188)

Bu kıssanın hissesi, başta ders esnasında işlenmekte olan hadîs-i şeriftir:

  • Mü’minler birbirine zimmetlidir. Hiçbir mü’min, diğer bir kardeşi hakkında; “Ondan bana ne?” diyemez. Bîgâne kalamaz. Kardeşinin maddî ve mânevî her türlü derdi, onun da derdidir. Kardeşinin açlığı, onun da açlığıdır. Kardeşinin takvâdan mahrumiyeti, onun da endişesidir.

Cenâb-ı Hak; birbirini Allah için seven mü’min kardeşlerin, başka bir gölgenin olmadığı o dehşetli günde, Arş’ın gölgesinde bulunacaklarını bildirir. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Ancak bu dostluk, çay-kahve kardeşliği zannedilmemelidir. Bu kardeşlik, diğerinin meşakkatini bertaraf etme kardeşliğidir.

Hak dostları bu şuur ve hassâsiyeti Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den telâkkî ettiler.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, ümmetine düşkünlüğü; ümmetinin hidâyetine olan muazzam arzu ve isteği âyet-i kerîme ile sâbittir:

“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki;

  • Sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir.
  • O, size çok düşkündür.
  • Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm’dir / çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Peygamber Efendimiz; ümmetini çok severdi, dâimâ ümmetine duâ ederdi. Ümmetinin de birbirine duâ etmelerinden çok memnun olurdu.

Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî -kuddise sirruhû- şöyle buyurur:

“Kim her gün on defa;

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

O’nun şefkatinin tezâhürlerini Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; yolculuk esnasında (bilhassa seferlerden dönüşlerde) arkadan yürür, yürümekte güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve kendilerine duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

HER GÜN O DERT İLE…

Peygamber Efendimiz; ümmetinin, hizmetten gafil kalmaması ve zamanını boşa geçirmemesi için zaman zaman şöyle buyururdu:

“Ey ümmetim!

  • Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
  • Bugün bir aç doyurdunuz mu?
  • Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
  • Bugün bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?” Böylece onları din kardeşlerinin dert ortağı ve tesellî kaynağı olmaya teşvik ederdi. (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Rasûlullah Efendimiz’in, bu teşvike son nefesine kadar nasıl bir iştiyak ile devam ettirdiğini Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Vefâtı esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;

“Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun:

Dul kadın ve yetim çocuk.

Namaz husûsunda Allah’tan korkun!”

Sonra;

“Namaz, Namaz…” diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söylemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar edip durdular. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca dâimâ yetimlerin hâmîsi olmuştu.

Hayata gözlerini bir yetim olarak açmış olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin yetimleriyle bizzat alâkadar olmuşlardı. İnsanlığa en güzel bir örnek şahsiyet olmalarının bir tezâhürü olan şu ifadeleri, ne yüksek bir fazîlet nümûnesidir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım.

(Dolayısıyla;)

Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir.

Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Bilhassa bugün;

Mânevî açlık, maddî açlığın kat kat önünde…

Mânevî mahrumiyetler, maddî mahrumiyetlerden çok daha yayılmış durumda. Kendi şehrimizdeki, mahallemizdeki, civarımızdaki birçok kardeşimiz bile; selde yuvarlanan kütükler gibi gaflet içindeler. Hangi girdapta boğulacakları meçhul…

Rasûlullah Efendimiz’in «ümmetin derdiyle dertlenmek» şuuruna vâris olarak, bizler onların mes’ûliyetini omuzlarımızda hissetmeliyiz. Bir kişiyi olsun kurtarmak için var gücümüzle gayret etmeliyiz.

HİDÂYETE HIRS ve ŞEFKAT

İnsanların selâmeti için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gösterdiği bu yüksek fazîlet, Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyette ifadesini bulur:

(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!..” (eş-Şuarâ, 3)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu hâlini şöyle ifade buyurur:

“Benimle sizin durumunuz şuna benzer:

Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mâni olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler.

Ben; ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikāk, 26)

ENGİN MÜSAMAHA

İnsanlığı ateşten muhafaza etmek gayesiyle; herkese hilm ve yumuşaklıkla, engin bir müsamaha ile yaklaşırdı.

İbn-i Hakem -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen;

«–Yerhamukellâh» dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine;

«–Vay başıma gelenler! Yahu bana niye öyle bakıyorsunuz?» dedim.

Bu sefer ellerini dizlerine vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını anlayınca kızdım; ama yine de sustum.

Anam-babam Rasûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim. Vallâhi beni hiç azarlamadı. Namazı kıldırıp bitirince yumuşak bir lisanla bana;

«–Bu ibâdetin adı namazdır. Namaz kılarken dünya kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz; tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktan ibarettir.» buyurdu. Yahut buna benzer ifadeler kullandı. Ben de;

«–Yâ Rasûlâllah! Ben yeni müslüman oldum…» dedim…” (Müslim, Mesâcid, 33)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Abdullah adında biri vardı. «Himâr» lakabıyla anılan bu zât, yaptığı şakalarla Hazret-i Peygamber’i tebessüm ettirirdi. İçki yasaklandıktan sonra, hâlâ içmesi sebebiyle de Rasûl-i Ekrem; zaman zaman vazgeçmesi için onu cezalandırırdı…

Bir gün yine böyle bir ceza faslı bitip Abdullah da gittikten sonra, oradakilerden biri;

“–Allâh’ım, ona lânet et!” diye bedduâ etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Böyle demeyiniz, kardeşinizin aleyhinde şeytana yardım etmeyiniz.

Vallâhi ben onun, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini biliyorum. Ona bedduâ edeceğinize;

«Allâh’ım! Onu bağışla. Allâh’ım! Ona merhamet et!» diye duâ ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4, 5; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35)

Bu hâl; günahkârı yaralı bir kuş gibi görmek ve günahın yükünü, günahkâra taşıtmamaktır.

Hazret-i Mevlânâ’nın da, zikir esnasında dergâha giren bir sarhoşa gösterdiği müsamaha ve şefkat meşhurdur.

Hak dostlarının evlerine hırsızlık için girmiş bedbahtlara dahî şefkatle yaklaşıp onların ıslahına vesile olmalarına dair sayısız yaşanmış hâdise vardır.

Hizmetinde bulunan Muzaffer IŞIKVEREN anlatıyor:

Hâce Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Bursa’daki devlethânelerinde iken, gece eve bir hırsız girer. Ancak yakalanır. O esnada teheccüde kalkan ve duruma muttalî olan Musa Efendi, bu kişinin yanına gelerek;

“–Delikanlıyı doyurun.” der. Cebine harçlık koydurur ve kendisinden bir daha hataya düşmemesi için söz alır. Islahına vesile olur.

Güzel dînimizin bütün esasları; gönül huzuru ve vicdan ile tefekkür edildiğinde, bir insanın asla reddedemeyeceği hakikatlerden müteşekkil olduğu görülür. Bu sebeple; sertlik ve öfke yerine, sükûnet ve vakar ile dînimizin hakikatlerini anlatmak en faydalı ve müessir yoldur.

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“(İslâm’a yeni girmiş) bir genç Rasûlullah Efendimiz’e geldi ve;

«–Yâ Rasûlâllah! Zinâ için bana izin verir misiniz?» dedi.

Oradakiler hemen gencin üzerine yürüdüler ve azarlayarak; «Sus!.. Sus!..» dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Yaklaş!» buyurdu. Genç, Allah Rasûlü’nün yanına varıp oturdu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

«–Böyle bir şeyi annen için ister misin?» diye sordu.

Genç;

«–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!» dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Diğer insanlar da anneleri için böyle bir şeyi istemezler.» buyurdu.

Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; aynı soruyu kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi için de sordu.

Genç hepsine;

«–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!» cevabını verdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında; «Diğer insanların da yakınları için böyle bir şeyi istemeyeceklerini» hatırlattı. Konuşmanın sonunda mübârek elini gencin üzerine koydu ve;

«Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!» diye duâ etti.

Genç bundan sonra böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

HAK SAHİBİNDEN YANA

Rasûlullah Efendimiz, şahsı hakkında ise engin tevâzuu sebebiyle çok daha müsamahakâr idi.

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir bedevî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ;

“–Borcunu ödeyinceye kadar Sen’i rahat bırakmayacağım.” dedi.

Ashâb-ı kiram, bedevîyi azarlayıp;

“–Yazıklar olsun sana! Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın!” dediler.

Adam;

“–Ben hakkımı talep ediyorum.” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına;

“–Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?” buyurdu ve Havle bint-i Kays -radıyallâhu anhâ-’ya adam göndererek;

“–Sende kuru hurma varsa borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz.” dedi.

Havle;

“–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

Kadın, Rasûlullâh’a borç verdi, O da bedevîye olan borcunu ödedi ve bir de yemek ikrâm etti.

Bedevî;

“–Borcunu güzelce ödedin. Allah da Sana mükâfâtını tam olarak versin!” diye memnuniyetini ifade etti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler), insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet, iflâh olmaz. buyurdu. (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

Fakir ve yoksul kimseler her zaman Fahr-i Kâinât Efendimiz’den gelip yardım isterlerdi. Rasûlullah Efendimiz’in yanında bu esnada bir şey yoksa, borç alır yine o bîçâreleri geri çevirmezdi.

MAHLÛKATA ŞEFKAT

Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyun sağan bir şahsa rastlamışlardı.

Ona:

“–Ey filân! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak!” buyurdular. (Heysemî, VIII, 196)

Rasûlullah Efendimiz ensardan birinin bahçesine girmişti, baktı ki orada bir deve var. Deve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce inledi ve gözleri yaşardı. Peygamber Efendimiz; devenin yanına gitti, hörgücünü ve kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve inlemesini kesti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber;

“–Bu devenin sahibi kimdir? Bu deve kimindir?” diye sordu.

Medinelilerden bir delikanlı çıkageldi ve;

“–Bu deve benimdir, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:

“–Allâh’ın seni sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)

Demek ki bir mü’min mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla bakmalıdır. Onları Rabbimiz bize emânet etmiştir. Her nimet gibi onların da âhirette büyük bir hesâbı vardır.

TEVÂZU ZİRVESİ

Fahr-i Kâinât Efendimiz; insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecanla ve âdetâ titremekten dişleri birbirine vurarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” diyen hemşehrisine, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan şu misâli zikrederek sükûnet telkin etti ve şöyle dedi:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (Bkz. İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 64)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnasında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden biri;

“–Yâ Rasûlâllah, onu ben keseyim.” dedi.

Başka biri;

“–Yâ Rasûlâllah, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi.

Bir başkası da;

“–Yâ Rasûlâllah, pişirmesi de bana ait olsun.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz de;

“–O hâlde odun toplamak da bana ait olsun.” buyurdu.

Sahâbîler;

“–Yâ Rasûlâllah! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.” dedilerse de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ; kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

Yine Efendimiz, Ravza-i Mutahhara yapılırken taş taşıdı. Hattâ sahâbeden biri;

“–Yâ Rasûlâllah! Siz taşımayın, biz kâfîyiz, biz taşırız.” deyince Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:

“Sen ey kişi! Taş taşımaya devam et. Zira Allâh’a sen benden daha çok muhtaç değilsin. (Ben de Allâh’a muhtacım.)” (İbn-i Hişâm, I, 496)

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri Kur’ân’dı. Çok zikreder, hutbelerini kısa tutar, (ferdî olarak kıldığı namazlarını) uzun kılardı. Bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte ihtiyacı görülünceye kadar yürümekten çekinmez ve büyüklenmezdi.” (Heysemî, IX, 20. Ayrıca bkz. Nesâî, Cuma, 31)

Peygamberimiz; cemaat içinde çocuk ve yaşlı varsa, cemaate kıldırdığı namazları uzun tutmazdı. Hattâ Efendimiz, kavminin mescidinde namaz kıldırırken yatsı namazını uzattığı için şikâyet edilen Hazret-i Muâz’ı îkaz buyurmuştu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının arasında otururdu. Bu sebeple; bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi. (Nesâî, Îmân, 6)

Mesnevî’de geçen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ile ilgili şu kıssa, bu tevâzu hâlinin hulefâ-i râşidînde de devam ettiğini ne güzel aksettirir:

“Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için gelir. Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler ona;

«–Halîfe’nin adı emîr ve halîfe olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyaya ait bir köşkü yoktur.» derler. Elçi şaşırır, halîfeyi nerede bulacağını sorar.

Bir Arap kadın;

«–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; o, bunların zıddı olan kumların üzerindedir!.. Git de, hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilâhîyi (Hakk’ın gölgesini) gör!..» der.”*

KANAAT ve İSTİĞNÂ

Dünyadaki en mesut aile yuvası, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yuvasıydı. O yuvada dünyaya ait bir şey yoktu. Lâkin huzur vardı, rûhâniyet vardı, rızâ vardı.

Rasûlullah Efendimiz her hâliyle, ümmetin her ferdine misal idi.

Âğniyâ-i şâkirîn / şükreden zenginlere de misal idi:

Hayber’in fethinden sonra meydana gelen bolluk zamanında da hâlini değiştirmedi. Yine dâimâ ikrâm etti.

Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hânesine, ganîmetler ve hediyeler gelirdi. Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eline geçeni dağıtmadan rahat edemezdi. O, fakirlerin doymasıyla açlığını unuturdu. Îsâr; «hâne-i Peygamber»in öyle ayrılmaz bir vasfı idi ki, Âişe Annemiz, şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuştur:

“Dilesek doyabilirdik. Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendinden ferâgat ederek, yani mü’min kardeşini kendine tercih ederek îsâr ederdi.”
(Beyhakî, Şuab, III/62 [1396])

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fukarâ-i sâbirîne / sabreden fakirlere de bir misaldi:

Ümmeti açlıktan karnına taş başladığı zaman; O iki taş bağlardı. Onları doyurmadıkça doymazdı.

Rivâyetlere göre, kendisinden zenginlik için duâ isteyenlere şöyle demişti:

“–Benim hâlim sana misal değil mi?”

“Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” (Taberî, Câmiul-Beyân, XIV, 370)

DOYURMADAN DOYMAMAK

Hendek Harbi’nde Câbir -radıyallâhu anh-, Efendimiz’i açlıktan midesi içine çökmüş bir vaziyette görmüştü. Evde ailesine bir miktar yemek pişirtti. Sonra da Efendimiz’i hânesine davet etti. Fakat Rasûlullah Efendimiz bu davete bütün cemaatini toplayarak gitti. Evvelâ ashâbına ikrâm etti; onları güzelce doyurdu, sonra da gönül huzuruyla kendi açlığını giderdi.

Bu kıssada görüyoruz ki,

  • Efendimiz bu davete tek başına icâbet etmedi. Herkesi doyurmadıkça kendisi de doymadı.
  • Hizmeti çok sevdiği için, bizzat hizmet etti, ikrâmı kendi yaptı.
  • Bereketlenip artan yemeği ev halkına, komşulara, tevzî etti.

İşte O’nun umumî ve şâmil merhameti…

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cömertlerin Şâhı idi.

Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnada Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir ve garip görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek infâka teşvik edici âyet-i kerîmeler okudu. Ardından;

«–Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ (hiçbir imkânı olmayanlar da) yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam; ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, infâkı da yaşayarak tâlim etmekteydi. Bir keresinde;

“–Sadaka vermek, her müslümanın vazifesidir.” buyurmuştu.

Ashâb-ı kiram;

“–Sadaka verecek bir şey bulamazsa?” dediler.

“–Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder.” buyurdu.

“–Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise?” dediler.

“–Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder.” buyurdu.

“–Buna da gücü yetmezse?” dediler.

“–İyilik yapmayı tavsiye eder.” buyurdu.

“–Bunu da yapamazsa?” dediler.

“–Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır.” buyurdu. (Buhârî, Zekât, 30, Edeb, 33; Müslim, Zekât, 55)

HUZURLA VEDÂ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr-ı bekāya irtihâl ettiği günün sabah namazıydı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oda kapısının perdesini kaldırdı ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son defa seyretti.

Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli, ardında bıraktığı o güzîde insan mîrâsını) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görünce bundan son derece memnun kaldı ve sürûr içinde tebessüm etti. (Buhârî, Meğāzî, 83)

Bu hâdiseyi nakleden Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Demek ki;

En mühim mîras, arkamızdan hayırlı bir nesil bırakmaktır. Efendimiz’in en çok meşgul olduğu ashâb-ı suffa idi. Çünkü onları dünyanın dört bir yanına tebliğe göndermekle huzur bulurdu. Bizler de evlâtlarımıza İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmadıkça gerçek huzura eremeyiz.

Hulûlüyle müşerref olacağımız Velâdet Kandili vesilesiyle, Rasûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkından misalleri anlattık, beraberce okuduk.

Şimdi tatbikat zamanı…

Efendimiz’in ahlâkından nasîb alabilirsek, O’nun gibi, ümmetin derdiyle dertlenebilirsek, Rabbimiz’in izniyle Velâdet Kandili’ni senenin her gününe yaymış oluruz. O zaman;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinden nasîb almış oluruz.

Lutfeyle yâ Rabbî!..

Yâ Rabbî!.. Her hâlimize, her davranışımıza Rasûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkından nasipler ihsân eyle!..

Güneşin aynalardaki yansıması gibi; O hidâyet güneşinin nûruyla, âciz gönüllerimizi da nurlandır İlâhî!..

 

Âmîn!..

____________

DİPNOT

* Mevlânâ Hazretleri burada;

اَلسُّلْطَانُ ظِلُّ اللّٰهِ فِي الْاَرْضِ

“(Âdil) sultan, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir…” ifadesine atıfta bulunmaktadır. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VI, 15, 16, nu: 7369-7377; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 196, Deylemî, Müsned, II, 343; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 552)