DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“YÂ RABBİ! BİZİ KUL OLMAKLA TALTİF ET!”
Okunan âyetlere geldiğimiz zaman, Cenâb-ı Hak burada bizden, kâmil bir müʼmin şahsiyeti istiyor. Cennete lâyık bir müʼmin şahsiyeti istiyor.
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyruluyor. “Müʼminler felâh buldu (kurtuldu).” (el-Müʼminûn, 1)
Cennete girmenin şartı, bir şartı burada;
“Gerçekten müʼminler kurtuluşa erdi.” (el-Müʼminûn, 1)
Demek ki kurtuluşa ermek, zorluktan sonradır. Kurʼân-ı Kerîmʼde kırk yerde “تُفْلِحُون” geçiyor, “اَفْلَحَ” geçiyor, “مُفْلِحُون” geçiyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak bize gönderdiği mektupta, Kurʼân-ı Kerîm Hâlıkʼın mahlûkuna gönderdiği mektupta, kırk yerde bizim felâh bulmamızı istiyor. Cehennemʼden kurtulmamız arzu ediliyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼni bir zât rüyasında görüyor, vefatından sonra:
“‒Üstad (diyor), ne tavsiye edersiniz (diyor)?”
Bahâüddîn Nakşibend buyuruyor ki:
“‒Son nefeste nasıl olmak arzu ediyorsanız o şekilde olun.” buyuruyor.
Şu hayat, son nefese hazırlık.
(Ebûʼl-)Hasan Harakānî Hazretleri de buyuruyor:
“Allah sizi dünyaya tertemiz getirdi.” diyor.
Bir evlât doğduğu zaman, çıktığı mahalli düşünün; bir de çocuğu düşünün; mis gibi kokar. Mâsumdur, tertemizdir.
(Ebûʼl-)Hasan Harakānî Hazretleri:
“Allah sizi dünyaya tertemiz getirdi. Siz de Oʼnun huzûruna kirli gitmeyin.” buyuruyor.
Kurʼân-ı Kerîmʼde, kardeşler!
99 yerde “namaz” geçiyor. Demek namaz o kadar mühim ki en çok namaz, 99 yerde.
13 yerde “oruç” geçiyor.
32 yerde “zekât”, “sadaka” 21 yerde, “infak” 72 yerde.
Yani 125 yerde “veren el” olacaksın, onu istiyor Cenâb-ı Hak. Allah nasıl, devamlı veriyor; bütün mahlûkâta; bitkiye, nebâtâta, hayvanlara, insana, meleklere, cinlere vs. Merhameti sonsuz… Sen de “veren el ol” diyor. 125 yerde Cenâb-ı Hak, infak, sadaka ve zekât buyuruyor.
Kalp âlemi olarak, rûhânî âlemimiz olarak 194 yerde “ihsan” geçiyor, “muhsin” geçiyor. İkram eden olacaksın.
“اَحْسِنُوا” : Her işin en güzel olacak: Mesleğin, evin, beşerî münasebetlerin, ahlâkın en güzel olacak.
Yine “ihsan” buyruluyor: Kendinin ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacaksın. Zira sana o kameranın tespitleri açılacak. Ekran önüne gelecek:
“Kitabını oku. Bugün nefsin sana kâfidir…” (el-İsrâ, 14) denilecek. Şu hayat mâcerâmız; gizlediğimiz, sakladığımız her şey önümüzde sergilenecek.
Yine Cenâb-ı Hak nasıl bir müʼmin olmamızı; nasıl bir takvâ hayatımızın olmasını arzu ediyor.
Hep bunlar, Cennetʼe girdiğimiz, bize merhaleler.
“Müʼminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titrer: وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesi, ilâhî kudreti, kendimizin hiçliği… “Allah” dediğimiz zaman, “Aman yâ Rabbi!” وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ : “…Kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
“…Allâhʼın âyetleri (mesajları) okunduğu zaman da îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor. Değişen şartlar, değişen med-cezirler, onlar karşısında da “tevekkülleri artar” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Biz, istikbâli bilmiyoruz. “لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله” (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.)
Demek ki nasıl bizim değişen şartlar altında bir hüküm veriyoruz biz kendi kendimize. Demek ki Cenâb-ı Hak burada teslîmiyet istiyor.
“Onlar, namazlarını ikâme ederler, (kulun terfî etmesi) verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda infâk ederler.” (el-Enfâl, 3)
Nasıl bir kalp âlemi olacak? Cenâb-ı Hakʼla beraberlik…
Yine:
“Onlar, ayaktayken, otururlarken, yanları üzerinde yatarlarken, (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Unutmayacaksın. Onu istiyor Cenâb-ı Hak. Unutmamakla rahat edeceğiz, huzur bulacağız. Onun da alâmeti nedir? Tefekkür alâmeti; “…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bir semâya bakıyorsun; sonsuz… Ne kadar yıldız var; trilyonlar… Denizde kum adedi… Nasıl bir ilâhî bir âhenk…
Yeryüzüne bakıyorsun; öyle… Nasıl ilâhî bir azamet tecellîsi, ilâhî bir, ekolojik bir denge.
“Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler. Yâ Rabbi! Sen bu (semâyı, bu yeryüzünü, aradaki insanı, hayvanatı, nebâtâtı, hiçbirini) boşuna yaratmadın (derler. Hepsi insan için yaratılıyor.) Sen Sübhanʼsın (derler). Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak bizden böyle bir yürek istiyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Allâhʼın (sonsuz kudret, sonsuz azametine) yaraşır şekilde takvâ sahibi olun. Ancak da müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
O da bir sefere mahsus. Tekrarı yok.
Yine Cenâb-ı Hak, Cehennemʼden bir manzara (bildiriyor) Fâtır Sûresiʼnde:
“–Yâ Rabbi! Bizi çıkar bu Cehennemʼden.” diyorlar. “–Çıkar, biz yaptığımıza pişmanız. Sana güzel bir kul olalım. Kötü amellerimizin yerine güzel ameller işleyelim.”
Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:
“–Size dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
Kitap gönderiyor, peygamber gönderiyor, kâinat ilâhî bir kitap, niçin geldin? Kimin mülkündesin? Yolculuğun nereye?..
“–Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” buyuruyor.
İkincisi:
“–Bir peygamber gelmedi mi?” buyuruyor. “Bir irşadcı gelmedi mi?” buyuruyor.
“–Evet yâ Rabbi! İkisi de oldu.”
Cenâb-ı Hak:
“–Azâbı tadın!” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 37)
Velhâsıl bu îman, bu çok mühim. Hayat sermayesi de çok kısa. O sonsuz…
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
O kıyamet gününden şu dünya hayatına baktığımız zaman, sanki bir Güneşʼin batış ânı, veyahut da bir seher vakti kadar kısa olarak göreceğiz.
Zaten dünü anlat deseler, yirmi dört saat geçti dün, ne kadar anlatabiliriz?
Cenâb-ı Hak; “…Allâhʼın nîmetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız…” (İbrahim, 34) buyuruyor.
En büyük nîmet hangisi o zaman? Hidâyet nîmeti…
Müslüman olarak geldik. En yüce Peygamberʼe ümmet olduk. Müslüman olarak yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek.
Yine Cenâb-ı Hak verdiği nîmetleri bildiriyor. Çok… Saymak mümkün değil.
“O gün (diyor) faydalandığınız bu nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Allah hidâyet verdi nerede kullandın o hidâyeti, yahut da ziyan mı ettin? Ne kadar yaraladın? Yahut da daha nûrânî hâle getirdin.
Efendimiz bunu sık sık hatırlatıyor, bu, verdiği nîmetlerden sorulmayı. Kur’ân-ı Kerîm de peygamberlere verdiği nîmetlerden peygamberlerin sorulacağını bildiriyor. Bir kendimizi düşünmemiz lâzım.
Bir delikanlı geliyor:
“–Yâ Rasûlâllah (diyor), benim elhamdülillâh hiçbir hesabım yok (diyor). Ben kurtuldum (diyor). Bir dikili ağacım yok (diyor). Bir dikili bir çadırım yok (diyor). Benim verecek bir hesabım yok.” diyor.
Efendimiz soruyor:
“–Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor.
Bak o ağacı Allah senin için yarattı. “Gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor. O gölgelendiğin ağacın bir şükrânesi var, teşekkürü var. Senin için yarattı o ağacı.
“–İçtiğin bir su var mı?” diyor.
Bak, Allah, sana bir deniz suyunu içirmiyor dünyada. Mecbur kalsak, deniz suyu gibi acı bir su da verebilirdi bize.
“–Ayağına koyduğun bir ayakkabı, bir nalin var mı?” diyor.
“–Bak işte sen bunlardan da sorulacaksın.” buyuruyor.
Hafsa -radıyallâhu anhâ-, Efendimizʼin zevcesi. Hazret-i Ömer halîfe oldu.
“–Baba (dedi), bak (dedi), Kuzey Afrika fethedildi (dedi). Hazineler doldu (dedi). Kifâyet miktarı kadar bir şey al.” dedi.
“–Kızım! İstemiyor musun ben yüküm hafif olarak gideyim (diyor). Ebû Bekirʼin yanında olayım, bu yolun üçüncüsü olmamı istemiyor musun?” diyor.
Yani nasıl bir dünyaya bakış tarzı, nasıl bir sonsuza, bir âhirete bakış tarzı…
Velhâsıl Cenâb-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) buyuruyor.
Birinci şart; ibadet.
İbadet, bizim için ibadet. Allâhʼın ibadete ihtiyacı yok, bizim ibadetimize. Cenâb-ı Hak, bütün, göklerde, yerde ne varsa Allâhʼa bir tesbîhat hâlinde bulunuyor, diyor. Her yarattığı, bir tesbihat hâlinde, bizim idrâkimizin dışında. (Bkz. el-İsrâ, 44)
Cenâb-ı Hak da bizim, ibadetlerle Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmamız… Namazla yaklaşmamız…
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarını (gelişigüzel kılmazlar, yatıp kalkmazlar) huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2) Kimin huzurunda olduğunun farkında olurlar.
Tabi bu namaz, öyle bir namaz ki, namaza nasıl abdestle hazırlanıyorsun, tahâretle hazırlanıyorsun, kalple de hazırlanman lâzım.
Allah dostu (Ebûʼl-)Hasan Harakānî Hazretleri diyor ki:
“Nasıl (diyor), namaz farzdır, oruç farzdır (diyor). Fakat (diyor), kalpten kibri atmak (diyor), hasedi atmak (diyor), gıybeti atmak (diyor), bütün kötü hasletleri atmak da farzdır.” diyor.
Böyle bir namaz kılacaksın ki “خَاشِعُونَ” senin kıldığın namaz sana bir huşû (hâli verecek), Cenâb-ı Hakkʼa seni yaklaştıracak.
Yani, ibadetlerle muâmelât bir bütün. Cenâb-ı Hak “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) diyor. O şekilde bir secde edip yaklaşacaksın ki, Rasûlullah Efendimiz, “müʼminin mîrâcı” (buyuruyor.) (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313) Kıldığımız, secde ettiğimiz namaz, bize bir mîrac hâline gelecek. Bir takvâ hâli olacak. Yani Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık hâli, nefsânî arzulardan uzaklaşma.
Bunun getirdiği ne olacak müʼminde? Bir defa duygulu bir vicdan olacak. O isteniyor, takvânın neticesinde.
Kul, daima bir rahmet, yüreğinden bir merhamet tevzî edecek. Merhamet, rahmet taşıracak bir müʼmin.
Her gittiği yerde fârik olacak. Şuurda berraklık olacak.
İlâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. Her hâline dikkat edecek.
Cenâb-ı Hakʼtan “beyneʼl-havfi veʼr-recâ” korku ve ümit hâlinde yaşayacak. Yani muvaffakıyette şımarmayacak, zor zamanlarda da ümitsizliğe düşmeyecek. Her hâlde; “Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) Cenâb-ı Hakkʼa kul olarak geldiğimizin idrâki olarak.
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizʼe Mîraçʼta sordu. Zaten Mîraç yalnız Efendimizʼe ait. Başka bir insan neslinden, peygamber neslinden Mîrâcʼa çıkan yok. Yalnız Rasûlullah Efendimizʼe âit. Cenâb-ı Hak sordu:
“–Habîbim! Senʼi neyle taltif edeyim?” dedi.
“–Yâ Rabbi (dedi) beni Sana kul olmakla taltif et.” buyurdu.
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek için ilticâ edeceğiz:
“Yâ Rabbi! Bana, Sana olan kulluğun lezzetini tattır!”
Gerçek tahsil, bu takvâ tahsili. Yani Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilme tahsili…
Sâmi Efendi Hazretleriʼne bir zât geliyor:
“–Efendim (diyor), oğullarım, iki yeğenim (diyor), Amerikaʼda okudu (diyor). Bunlar mühendis oldular (diyor). Sizin duanızı istirham ederiz.” diyor.
Sami Efendi Hazretleri tebessüm ediyor:
“–Bak (diyor), fakir, oğlum (diyor), ben de Dâruʼl-Fünûn mezunuyum (diyor). Hukuk fakültesini bitirdim (diyor, o zamanki). Fakat asıl tahsil (diyor), mârifetullâh tahsilidir (diyor). Yani Allâhʼa kul olabilme tahsilidir.”
Cenâb-ı Hak, o, kul olabilme olduğu zaman;
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Siz takva sahibi olursanız, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyuruyor. Hak ve şer netleşiyor, kalpte sırlar, hikmetler tecellî ediyor.
Onun için; “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyruluyor.
Zannediyorlar ki bir coğrafya bitirdi, fiziği bitirdi, ne bileyim, bir şeyi bitirdi, iktisat fakültesini bitirdi, hukuku bitirdi; ben oldum zannediliyor. Değil. Niye Cenâb-ı Hak o ilimleri verdi? Niye hayvana vermedi de sana verdi onları?
Demek onları bir vasıta kılabilmek. Derinleşebilmek… “Aman yâ Rabbi!” diyebilmek…
Onun için hepimiz, biz bu kul olma tahsili için geldik. Nasıl olacak bu kul, bilenler-bilmeyenler:
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor. Kalpte bir duyuş artacak. O gecenin loş karanlığında Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilme. Zikirle, Kur’ân-ı Kerîmʼle, ibadetle, secdelerle…
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor. Seherlerde Cenâb-ı Hak kapıları açıyor.
Hayatımız nasıl olacak? İkinci madde:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Dâimâ âhiret endişesi…
Son nefesini bilen var mı hiç? Peygamberlerin dışında, yok. Hep büyük zâtlar bile hep son nefes endişesi içinde.
Yarın en ufak bir iktisâdî durum olsa, bir meraklanıyoruz, vesâire olsa. Bir deprem olsa, “aman” diyoruz. “Ne yapacağız, depremde yer altında kalırsak.” diyoruz. Fakat esas olan, son nefes. Bir son nefes endişesi duyabilmek, son nefese hazırlanabilmek.
İşte Bahâüddîn Nakşibend diyor:
“Son nefeste nasıl olmak arzu ediyorsanız, o şekilde olun.” buyuruyor.
Üçüncüsü:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ (“…Rabbinin rahmetini uman…” [ez-Zümer, 9]) İlâhî rahmeti dileyenler.
İnsanın iki sıfatı;
ظَلُومًا جَهُولًا
(“…Çok zâlim, çok câhil.” [el-Ahzâb, 72])
Nefsânî arzulara râm olunca “ظَلُومًا” çok zâlim oluyor. Kendine zâlim oluyor, kendini Cehennemlik ediyor.
“جَهُولًا” her şeyi bilse, Cenâb-ı Hakkʼı bilmese ne fayda?
Niçin yaratıldık? Bir, işte âyet-i kerîmenin sonunda, bir spermden, yok kadar bir şeyden insan nasıl meydana geliyor? Nasıl şu cihazlar teşekkül ediyor? Hiç farkında mıyız; şu cihazların çalışması, kalp, akciğer, karaciğer, safra kesesi, böbrek… Şalterler konulsa, bizim elimize verilse, kaç sefer ârıza yaptırırız?
Gayr-i irâdî bunlar ne şekilde teşekkül ediyor? Cenâb-ı Hak bunu tâ bir nutfeden başlıyor, “خَلَقْنَا”, “خَلَقْنَا”, “خَلَقْنَا” buyuruyor, üç sefer. (Bkz. el-Müʼminûn, 14) “Nasıl bir yaratıştan bir yaratışa geçirdik.” buyuruyor. Nutfeden alekaya, alekadan mudgaya, mudgadan izam, lahim vs. bir insan olarak dünyaya çıkartılıyor. Sonra öleceksiniz, diyor, sonra tekrar yaratılacaksınız, buyruluyor. (Bkz. el-Hac, 5)