Yavuz Sultan Selim Han -2-

1997 – Ocak, Sayı: 131, Sayfa: 034

Aşağıdaki şiir Yavuz’un Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ne karşı olan hürmet ve muhabbetini ne güzel ifade eder:

Ey kerem kanı Rasul-i Kibriya

Kemterindir bu Selîm-i pür-hata

Dergehinden ilticâ eyler atâ

El-meded vey ma’den-i nur-i Huda”

Zekî ve güçlü kumandan Yavuz, 10 Eylül 1517’de Kahire‘den İstanbul‘a dönerken:

“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek doyumsuz fetih arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş oluyordu.

Cihangir Padişâh, bir gün Yeryüzü’nün genişliğini merak etmişti. O’na bir Dünya Haritası getirdiler. Hayret ve istihfafla baktı ve:

“Bir hükümdar için eh, neyse!.. Ama iki hükümdar için az!” diyerek, haritayı atının ayaklarının altına attı. Ve atını şaha kaldırdı.

Bu manzara, Yavuz‘un mağrûrluğunu değil, rûhunda taşıdığı cihad aşkının haşmetli şahlanışını ifade eder… Büyük şair Yahya Kemâl, O’nun bu doyumsuz cihad meylini:

Sultan Selîm-i Evvel’i ram etmeyip ecel;

Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi!

mısrâları ile ebedîleştirmiştir.

Büyük cengaver Hünkar, Osmanlı toprağını, bugünkü Türkiye’nin tam beş katı artırarak, 4.182.000 km2 genişletti. Mısır ve Arabistan yarımadası Osmanlı hakimiyetine geçti. Hind Okyanusu‘na kadar inildi. Kuzey Afrika hakimiyeti ile Osmanlı hududu Atlas Okyanusu‘na dayandırıldı. Hicaz ve Ortadoğu ülkeleri Osmanlı hizmetine açıldı. Mübarek ve mukaddes emanetler, İstanbul’a getirilerek İstanbul, şeref ve izzet kazandı. Bunlar, Topkapı Sarayı’nda mahsus bir hücreye konularak burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’an-ı Kerîm okunması için kırk hafız tayin edildi, ilk Kur’an-ı Kerîm‘i okuyan da Yavuz‘un kendisi oldu.

Şunu unutmamak gerekir ki, maddî ve zahirî azamet ve ihtişamın temel saiki, maneviyat alemindeki sır ve hikmetlere riayettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiç bir İslam devletine nasîb olmayan altı yüz küsür senelik ihtişamı, asıl maneviyata verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gazî‘nin meşhur bir rivayete göre, misafir kaldığı bir evde, odada Kur’an-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emanetleri böyle büyük bir tazim ile İstanbul’a getirip, kırk hafız tayin ederek onların basında asırlarca sürecek bir surette inkıtasız (kesintisiz) olarak Kur’an-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel saiklerindendir.

Allah -celle celâlühû-, kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tazimde bulunanları abad eylemiş, onların dahil oldukları topluma daima rahmet indirmiştir.

Yavuz, 25 Temmuz 1518’de Mısır‘dan İstanbul‘a dönmek üzere hareket etti. Yolda Şam’a uğrayıp kabrini yaptırdığı Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri‘nin türbe ve camiini merasimle açtı. Türbedar ise, keşfî bir sunûhât ile sessizce yanındakilere, Sultan Selîm Han‘ın artık fazla yaşamayacağını ifade etti.

Adana civarında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryası olmuştu. Selîm Han, Şeyhülislam Kemal Paşazade ile yan yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Şeyhülislamın atı ürktü ve ürken atın ayağından çıkan çamur, Yavuz’un üstünü baştan başa boyadı.

Kemal Paşazade çok üzüldü. Rengi attı. Yavuz, O‘na dönerek mütebessim bir çehre ile:

“Ulemanın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şerefdir. Mübarekdir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!” buyurdu.

Bu hadise, Yavuz‘un alim ve ariflere gösterdiği hürmet ve tazimi ne güzel ifade eder.(1)

İstanbul‘a dönüşte Üsküdar‘a gündüz vasıl olmuşlardı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezahürat yapacağını haber aldığından arkadaşı Hasan Can‘a:

“Hava kararsın, herkes evlerine donsun, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!..” dedi.

Müteakiben, İstanbul‘a gelen Mısır uleması ile Osmanlı uleması, Yavuz‘un “halîfe” olmasını kararlaştırdılar. Daha sonra halîfe III. Mütevekkil, Ayasofya Camiinde minbere çıkarak Yavuz’un hilafetim i’lan etti. Hırkasını çıkararak Yavuz’a giydirdi.

Bundan sonra Osmanlı padişahlarına, sultanlık unvanı île beraber “halîfe” sıfatı da verildi.

Silsileler halinde gelen büyük zaferler île mukaddes ve mübarek emanetlere nail olmanın hazzı ve şükür hissi içinde olan cihangir Sultan Yavuz, Pîrî Paşa île bir gün sohbet ederlerken:

“Allah’ın izni île büyük fütûhatlarda bulunduk. Hadimü ‘l-Haremeyn ünvanına kavuştuk. Allah bize her zaman ve her mekan da zafer lutfetti. Hazînelerimiz lebaleb altın île doldu. Şimdiden sonra bu devlet yıkılır mı?” diye sorar.

Pîrî Paşa şöyle cevap verir:

“Hakanım, bu hal, bu ruh, bu azim ve bu teslimiyetle bu devlet kolay kolay yıkılmaz! Lakin torunlarınızın zamanında Rabbın ihsan ettiği mükafatların, nimetlerin şükrü eda edilmez, emanetlere sahib olunmaz ve hak tevzî edilmez ise, yıkılır. En çok şu üç şeyden endîşe ederim.

1. Sadrazamlık makamı, liyakatlere göre verilmez, menfaat karşılığı olarak cahil ve ahmakların eline geçerse,

2. Dünya malı, kalpleri işgal eder rüşvet kapısı açılır, her türlü mel’anet akçe île gerçekleşir ve bu yüzden makamlar ehliyetsizlere verilirse,

3. Devlet adamları, hanımlarının tesiri altında kalır, ve idarede onların da te’siri olmaya başlarsa;

bu devlet yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutar.

Pîrî Paşa‘nın bu sözleri üzerine celâdetli Padişâh, bir müddet sûkûttan sonra:

“Rabbim bizleri böyle bir akıbete duçar olmaktan korusun!..” diye dua etti.

Sanki Pîrî Paşa bu ifadeleri île bir tarih felsefesinin değerlendirmesini yapıyor ve istikbalde meydana gelecek hallerin işaretlerini veriyordu. Adeta, gerileme devrinin farik sebeplerini îzah ediyor ve gelecekten haber veriyordu.

Yavuz Sultan Selim Han‘ın devrinin ahlakî yüceliğini gösteren pek çok vak’a vardır. Mısır’a giderken ordu-yi hümayunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selîm Han:

“Acaba askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!..”diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı.

“Ağa emrimdir;

Bütün yeniçeri, sipahi ve azap askerlerinim heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya bir üzüm salkımı çıkan asker derhal huzûruma getirilsin!” diye emretti.

Yeniçeri ağası, derhal harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra sultanın huzûruna gelerek:

“Sultanım koparılmış hiç bir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.

Bu habere Yavuz, çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak:

“Allah’ım!

Sana sonsuz hamd ü senalar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsan eyledin!..” diyerek dua etti ve ağaya:

“Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.

Cengaver Sultan, çok mütevazî yaşadı. Bir gün oğlu Süleyman‘ı (Kanûnî‘yi) çok süslü görünce, nükteli bir şekilde:

“Oğlum, o kadar süslenmişsin ki, annene giyecek bir şey bırakmamışsın!..” dedi.

Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Ağaçtan tabak kullanırdı.

Dindar, mütevazî ve gururdan arî idi. Kuvvet ve kudretin, Allah’a mahsus olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vasıtadan ibaret bulunduğunu söylerdi. Nefs engelini aşamamanın korku ve endîşesi içinde yaşardı.

Yavuz’u, o korkunç Sîna çölünde bir arslan; Mısır’a girişte mütevazî, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini bir nefs muhasebesiyle yönlendiren ilahî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.

Hasan Can‘a şu mısraları okuyordu:

“Padişâh-ı alem olmak bir kuru kavga imiş;

Bir velîye bende olmak cümleden a’la imiş!..”

1520’de Yavuz Selîm, yeni sefere hazırlanmak için Edirne‘ye gidiyordu. Babasının vefat ettiği Uğraş Köyü’ne gelmişti. Orada sırtında çıkan bir sivilceyi, îkazlara rağmen:

“Benim canım kadınlarınki gibi tatlı değil!.” diyerek kopardı. Kanattı.

Bu hadiseyi Yavuz‘un nedîmi olan Hasan Can şu şekilde anlatır:

‘Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yaralı bir arslan gibiydi. Aczi, bir türlü kabullenemiyordu. Cengaverlerine taktik ve talimatlarına devam ediyordu. Yanına yaklaştım:

‘Padişâhım, artık Allah Teala île beraber olmak zamanınız herhalde geldi’ dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

“Hasan!.. Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?… Bana bir Yasîn oku!” dedi. Ve Yasîn’in son kelimesi olan “ve ileyhi turceûn!..” ile rûhunu Rabbine teslîm etti.

Sekiz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyaya aid şanlar şerefler, fanîlerin iltifatları, kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi.

620 sene içindeki sekiz senelik Yavuz devri, vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanına benzetilir.

Kanûnî‘nin başarılarının sırrını babasının kendisine bıraktığı, kolay kolay sarsılmaz kuvvetli maddî ve manevî mîrasın içinde aramak lazımdır.

Rahmetullahî Aleyh!..

Dipnotları: (1) İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde talebelik yıllarımda İstanbul’un geniş yolları açılıyordu. İbn-i Kemal Paşanın mezarının üzerinden mecburi yol geçme durumu vardı. Şahid olduk ki mezarı bir türlü kaldıramadılar. Yol makinaları devamlı arıza yaptı. Onları kullananlar sakatlandı, felç oldu. Bu hal mühendislere büyük bir ürküntü verdi ve yolu kabrin etrafından dolaştırdılar. Şahid olduk ki Hakk Teala gerçek zahir ve batın alimlerinin mezarlarına bile izzet bahşediyor.