1996 – Kasim, Sayı: 129, Sayfa: 032
“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş!..”
Yavuz Sultân Selim
Altı yüz yirmi senelik muhteşem Osmanlı İmparatorluğu‘nun Yavuz Sultân Selîm Han’a ait olan kısmı, sadece sekiz seneciktir. O’nun bu kadar kısa bir zaman içinde elde ettiği muazzam muvaffakiyetleri havsalaya sığdırmak -adeta- imkansızdır. Gerçekten tarihî hadiselerin sır ve hikmetlerini araştıran “tarih felsefesi” ile uğraşanlar, Yavuz Sultân Selîm Han’ın millî tarihimize bahşettiği maddî ve manevî başarıları îzahtan bugüne kadar aciz kalmışlardır.
2500 kilometrelik bir mesafeyi; dağ, bayır, çöl ve ormanlar aşarak kat etmiş ve zamanının en kuvvetli devletlerinden biri olan Safeviler’in muazzam ordusunu perîşan etmiştir. Mısır seferinde ise, o güne kadar geçilemez sanılan korkunç “Sîna Çölü”nü aşmasının maddî imkanlarla bir îzahı yoktur.
Hilafet Müessesesi, O’nunla yeniden izzet kazanmış ve müessir bir hale gelmiş, mukaddes emanetler layık oldukları kudsiyete O’nunla ulaşmıştır. Cihangir dedesi Sultân Fâtih, bu cengaver torununun madde ve manadaki üstünlüğünü çok evvelden keşfetmiş ve O’na “Yavuz” adını vermiştir
Tarih, emsalsiz bir cengaver hakan portresini altın sahifelerine O’nunla resmetmiştir.
O, -bütün hayatı boyunca- çaresizlik ve aczi kabullenmeyi? her çarenin Allah -celle celâlühû-‘a dayanmak suretiyle bulunabileceğine inanarak çaresizlikleri çarelendirmiştir.
Yavuz Sultân Selîm Han, dokuzuncu Osmanlı padişahıdır. II. Bayezîd Han’ın oğludur. Daha şehzadeliğinde, kendisine devrin en seçkin alimleri tarafından dîn ve fen ilimleri ikmal ettirilmiştir. İdareciliğe Trabzon valiliği ile başlamış, devlet hayatının bu ilk safhasında bile müslümanlara hayranlık ve rahatlık, düşmanlara ise, müheykel endamı ve müthiş iradesi ile korku ve dehşet vermiştir. Daha o esnada Gürcüler üzerine üç sefer yapmış, fethettiği yerlerdeki bütün Gürcüler’in hidayetine vesile olmuştur.
Trabzon’un İran’a yakınlığı sebebiyle Şah İsmail’in ümmet hakkındaki menfur emellerini çok iyi biliyordu. Ona karşı köklü ve müessir tedbirler almanın mecburiyetini daha şehzadeliğinde kavramıştı. Fakat Şah İsmail’le mücadelenin -kendisi için- şehzadelik sıfat ve salahiyetleri ile mümkün olmayacağını düşünerek bir an önce Osmanlı tahtına geçmek ihtiyacını hissetmişti. Bu sebeple kardeşleri Şehzade Ahmed ve Şehzade Korkut’u bertaraf ederek 1512’de Osmanlı Sultânı oldu.
Yavuz, malum ve meşhur celadetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Devletin bekası için bertaraf etmeye mecbur kaldığı kardeşi Korkut‘un tabutunun altına girmiş ve:
“Ey kardeşim!
Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecburiyetinde kalsaydım!..” diyerek ağlamıştır.
Şehzade Korkut’un Piyale adındaki sadık adamına:
“Seni, büyük bir fazilet olan sadakatin sebebiyle, afvediyorum! Bu sadakatinin mükafatı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu..
O da teşekkür etti ve sadakatini katmerleyerek;
“Sultânım, bundan sonra benim vazîfem Şehzade Korkut’un türbedarı olmaktır!..” dedi.
Bu tablo, halktan Sultâna kadar bütün bir milletin ahlakî seviyesini göstermeye kafidir!
Yavuz, babasını, yılda iki milyon akçe tahsisatla Gümülcine‘ye büyük bir hürmet göstererek yolcu etti. O’nu paytona bindirdi. Kendisi de yanında yürüyerek II Bayezîd Han’ı uğurladı. Vefat edince de, naşını İstanbul‘a getirtip, Bayezîd Camî‘nin önüne bir türbe yaptırarak oraya defnettirdi.
Yavuz Sultân Selîm Han, tahta geçer geçmez, sur’atle icraata başladı. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran’ı eline geçirmiş olan Şah İsmail, Anadolu’yu tehdit eder bir duruma gelmişti. Şiiliği vesile ittihaz ederek devamlı fitne çıkartıyor, müslümanların ittihadını sarsıyordu!..
Yavuz Sultân Selîm, topladığı olağanüstü dîvanda, Şah İsmail’in tehlikeli faaliyetlerini uzun uzun îzah etti.
Divan, çetin müzakerelerden sonra, İbn-i Kemal Paşa‘nın fetvası ile İran’a sefer kararı aldı.
Yavuz, 20 Nisan 1514’de Üsküdar tarafına geçerek ordu-yi hümayun ile İran seferine çıktı.
Şah İsmail, yiğitlik muktezası olarak er meydanına davet edildi. O ise, daima kaçtı. Safevî topraklarına girildi. Şah İsmail, devamlı geriye doğru kaçıyordu. Asker, bu uzun yolculuktan usandı. İkmal azaldı. Orduda birçok kimse:
“Şah İsmail kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim. “deyip, isyan çıkarmağa başladı. Hatta bunlar, Yavuz’un çadırına ok atacak kadar ileri gittiler.
Bunun üzerine Yavuz’un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrad ettiği nutuk, harp tarihinin şaheserlerindendir.
Yavuz bu nutukta; « …henüz hedefe varılmadığını, seferden asla dönülmeyeceğini, cihad için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını » gür sesi ile ifade ederek
“İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!.” dedi ve atını mahmuzladı.
Yavuz, şehzadeliğinden beri kefenini boynunda gezdiren bir cengaverdi. O anda binlerce ok ile şehîd olabilirdi. O’nun tevekkül, teslîmiyyet ve her çarenin Allah -celle celâlühû- olduğunu idrak etmesi, bir anda hadisenin seyrini değiştirdi. Yavuz’un yüreğinden boşalan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası‘na doğru yeniden taze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Şah İsmail perîşan bir şekilde mağlup oldu. Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçtı.
Selim Han Tebriz’e girdi. Dört halîfeyi zikrederek kendi adına hutbe okuttu. Tebriz’deki ilim ve san’at erbabına çok alaka gösterdi. Onları İstanbul’a davet etti.
O yıl Selîm Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için kışı, Azerbaycan’daki Karabağ’da geçirdi.
İstanbul‘dan Tebrîz‘e kadar 2500 kilometrelik bir mesafeyi, birçok ikmal zorlukları ile ve yaya olarak aşıp parlak bir zafer kazanmak, tarihte eşine çok az rastlanan hadiselerdendir.
Yavuz, Güneydoğu Anadolu‘yu zarîf bir siyasetle harpsiz olarak ülkesine ilhak etti. Şam‘a girince, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri‘nin bir kerameti zuhur etti. O sağlığında
“Sîn, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu.
Nitekim, Selîm Hanın Şam‘a girişi ile, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin kabr-i şerîfi keşfedildi.
Bir gün Yavuz sırdaşı Hasan Can’ı, huzuruna çağırttı. Sohbet esnasında ona:
“-Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir ru’ya gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir ru’ya görmediğim söyleyince Yavuz ona:
“-İnsan bütün bir gece uyur da hiç ru’ya görmez mi? Herhalde bir ru’ya görmüşsündür.” diye ısrar etti. Bir şey hatırlayamayan Hasan Can mahcub oldu. Daha sonra bir vesile ile ru’yayı Kaplağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:
‘Bu gece Harem dairesi nur yüzlü kimselerle doldu Sultânın kapışı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultânımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki:
“-Biz neye geldik, bilir misin?”
Ben de:
“-Buyurun!” dedim.
Bunun üzerine:
“-Şu gördüğün mübarek kişiler, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashabıdır. Hepimizi Rasul-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultân Selim Han’a selam söyledi ve buyurdu ki: « Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..»
Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sîddîk, diğeri Ömer-u’l-Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnüreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Talibim. Bunu hemen varıp Selîm Han’a müjdele!..”
dedi ve aniden hep birlikte gaib oldular.”
Hasan Can, Hasan Ağanın rüyasını Sultâna aynen nakletti. Padişahın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak;
“Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultân da o gece aynı rü’yayı görmüş.
1516’da Mısır seferine çıktı.
Yavuz, Mısır Memlükleri’nden, daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlük ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlup etti.
Ancak, bu zaferin ikmali için Mısır’a ulaşması stratejik bir zaruretti. Bunun içinse korkunç Sîna Çölü‘nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmal güçlüğü çekmeden on üç günde başardı. Büyük bir askerî deha sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihan Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkanlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dair büyük tereddütler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem, gece ise, bir buz diyarı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipti. O sanki kumdan bir denizdi.
Lakin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkan, hayret ve dehşet içinde idi: «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultân, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı. Bu dehşet içinde askerî erkan da, atlarından inip, onlar da yürümeye başladılar. Paşalar, Yavuz’un can-ciğer arkadaşı Hasan Can‘a:
“Ne olur Hünkara sor. Bu acep ne iştir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu halin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:
“Hasan görmüyor musun; önümüzde Allah Rasulü Fahr-i Kainat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz yürüyor?!.” dedi.
On üç günde bu korkunç çöl, bir bulutun altında, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın ruhaniyetleri ile geçildi. Mısır fethedildi.
Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridaniye’de tekrar mağlup etti ve bu suretle Mısır kat’î olarak fethedilmiş oldu.
Koca Sultân, Memlük Sultânının cenazesini bizzat omuzlarında taşımak faziletini gösterdi.
Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muharebeleri ile mukavemet ediyorlardı. Memlük fedaileri, kendilerine Yavuz‘u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız » inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz‘a arz etti. Yavuz‘un elbiselerini giydi. Fedaileri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedaileri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehîd oldu.
Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzun idi:
“Mısır’ı aldık, lakin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, alim bir mücahidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu. Yahya Kemal, bu hicranı şu şekilde ifade eder:
“On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kaza
Kudretlu padişahı bu hal etti telh-kam”
(Ey kaza!
Sinan Paşa gibi alim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı,
işte bu durum -Sinan Paşa’nın feda edilmesi-, kudretli padişahı çok üzmüştür)
Tarihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir.
Yavuz Sultân Selîm Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merasimle Memlüklular’ın sarayına girdi. Devrin vak’anüvisi, halkın, Yavuz’u Kahire’de karşılayışını şu şekilde anlatır.
“Halk, Yavuz’un ihtişamını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengaverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevazı bir şekilde yürüyordu. “
20 Şubat Cum’a günü, Melik Müeyyed Camiinde okunan hutbede hatibin kendisinden
“Hakimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn..” diye bahsetmesi üzerine yaşlı gözlerle itiraz etti. Hatîbin ifadesini:
“Hadimu’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn..” olarak düzeltmesini istedi. Bunun üzerine halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hadimu’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn‘liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.
-Devamı Gelecek Sayıda-