Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Yaygın Eğitim ve Nesil Endişesi Üzerine Mülâkat – 2
Kurtuluşumuzun Reçetesi:
HAKKʼA GÜZEL BİR KUL, TOPLUMA ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN OLMAK
Altınoluk Dergisi, 2021 – Temmuz, Sayı: 425
Abdurrahman Topbaş:
Efendim, yaygın eğitim hizmetinde bulunan bazı kardeşlerimizde zaman zaman birtakım sıkıntılar zuhur edebiliyor, şevk kırılması yaşanabiliyor. Bizim en çok zorlandığımız nokta bu. Yoruluyorlar.
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Sahâbe efendilerimiz yorulmuyor ama. Hesâb edin: Medîne’nin hurma bahçelerinden kalkıyor, o günün şartlarında tâ Çin’e kadar gidiyor, Semerkand’a gidiyor, Azerbaycan’a gidiyor, Dağıstan’a gidiyor, Kayrevan’a gidiyor, yamyamların içine giriyor.
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında İstanbul’a iki defa geliyor. Bu enerjiye ihtiyaç var. Bu enerjiyi bulabilmek için “takvâ” şart. Takvâ heyecan verecek, şevk verecek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Allah’tan ittikā edin, Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282)
Takvâ olmadan olmaz.
Bir defa bakın, düşünün: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz takvâ üzere ashâbı yetiştiriyor. Tâ kaçıncı sene krallara mektuplar gitmeye başlıyor. İslâm gelir gelmez krallara mektup gönderilmiyor. Tebliğ hizmetinin geniş coğrafyalara yayılması, yetişmiş insanlarla oluyor.
Burada şu husûsa da dikkatinizi çekmek istiyorum:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafına bakınız, hep gençlerden müteşekkil bir kadro görürsünüz. İslâm’ın ilk yıllarında gençler, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olup İslâm uğrunda türlü cefâlara katlandılar. Yani bir nevî İslâm, gençlerin omuzlarında inkişâf etti.
Meselâ; Câfer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh- Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda müslümanları ilim, hikmet ve cesaretle temsil ve müdâfaa ettiğinde, henüz 17 yaşlarında bir delikanlı idi.
Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, 25 yaşında bir gençti.
Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- Yemen’e kadı ve muallim olarak tâyin edildiğinde 21 yaşında idi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde 20 yaşındaki Attâb bin Esîd -radıyallâhu anh-’ı oraya vâli tâyin etmişti.
Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz önce ashâbı yetiştirdi. Onlar, Efendimiz’den aldıkları enerjiyle, takvâ ile yoğruldular. Ardından sordu onlara Efendimiz:
“–Bu mektubu, filân krala kim götürecek?”
Hepsi birden ayağa kalkıp, büyük bir şevkle:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben götürürüm, bu vazifeyi bana verin!” dedi.
Ben bu çölü nasıl geçeceğim, kelle uçurmaya hazır cellâtların yanında krala ben bu mektubu nasıl okuyacağım, demedi. Yeter ki Allah Rasûlü’nün gönlünde ufacık bir yerim olsun, dedi.
Ashâbın gönlünde dâimâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vardı. Nereye gitseler, Allah Rasûlü’nü de kalplerinde taşıyorlardı. Tasavvufî tâbiriyle; “Fenâ fi’r-Rasûl” hâlinde yaşıyorlardı.
Bugün bizim de en mühim meselemiz, bu kıvama ulaşabilmek, “Fenâ fi’r-Rasûl” olabilmek.
Bakınız, Fatih’in askerleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olabilme iştiyâkıyla İstanbul surlarına tırmanırlarken, Bizanslılar üzerlerine kızgın yağ döküyor, Rum ateşi atıyorlardı. Fakat onlar büyük bir aşk ile; “Bugün şehidlik sırası bize geldi!” diyorlardı. Yani Efendimiz’in hadîsinin şümûlüne girebilmeyi, canlarına minnet biliyorlar, en büyük lezzet ve saâdet telâkkî ediyorlardı.
Anneler, Çanakkale’ye evlâtlarını gönderirken, kurbanları kınaladıkları gibi kınalayarak gönderiyorlardı.
Sultan 1. Murad Han Kosova’da;
“Yâ Rabbi! Bugün bize bir bayram olsun. Bu bayramın kurbanı da bu Murad kulun olsun!” diyordu.
Bu samimî fedakârlıklardan sonra ilâhî yardım geliyor.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ile Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- vedâlaştılar ve; “Âhirette görüşürüz!” dediler. İsmail -aleyhisselâm-:
“–Baba!” dedi. “Sen merhametlisin, bıçağı vuramazsın benim boynuma, benim gözümü kapat, bakma bana!” dedi. Bu sırada bıçak kesmedi ve kurban indi. Bu fedakârlığın karşılığında Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“«Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.» diye seslendik. Biz, oğluna bedel olarak ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109)
Bu teslîmiyet ve fedakârlığı neticesinde Cenâb-ı Hak, İsmail -aleyhisselâm-’a hem peygamberlik lûtfetti, hem de Rasûlullah Efendimiz onun neslinden geldi. Kâbe’yi babasıyla beraber inşâ etti.
Yani burada neyi görüyoruz? Fedakârlıkların ardından gelen ilâhî lûtuf, ihsan ve yardımları müşâhede ediyoruz.
Mevlânâ Hazretleri’nin güzel bir teşbihi var:
“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.” buyuruyor.
Yani mühim olan, her yerde Kâbe’nin Rabbiyle kalben beraber olabilmek.
Nasıl insan tavafta bir vecd, bir istiğrak hâlindedir. Aynı şekilde mühim olan, her yerde o hâli gönülde muhafaza ederek Kâbe’yi bulabilmek.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyuruyor:
“İlk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm. İkinci gidişimde hem Kâbe’yi hem de Kâbe’nin Rabbi’nin tecellîlerini gördüm. Üçüncü gidişimde ise sadece Kâbe’nin Rabbi’nin tecelliyâtını müşâhede ettim.” diyor.
Bunlar bir vecd meselesidir, rûhî tekâmül meselesidir.
Hiçbir peygamber, etrafında toplananlara dünyevî bir servet vaad etmiyor, maddî bir hazine bırakmıyor. Onlar insanlığa örnek olan âbide bir şahsiyet ve karakter sergiliyorlar. Îman edenler de onlara hayran olup tâbî oluyorlar.
Peygamber de ne yapıyor?
وَيُزَكّ۪يهِمْ
Onların gönül âlemlerini temizliyor.[1] O kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının bir tecellîgâhı hâline geliyor.
Ondan sonra ne oluyor?
Cenâb-ı Hak; “…Bir kulumu sevince Ben onun gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum…” buyuruyor hadîs-i kudsîde.[2] Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kalplerde fütuhat, zuhurat, sünuhatlar başlıyor, genişlik ve derinlik hâsıl oluyor.
Âdeta bir dalgıç misâli… Meselâ engin bir denize sahilden bakan bir kimse, denizin sadece sathını görür. Fakat güçlü bir dalgıç, her indiği merhalede ayrı ayrı manzaralar seyreder.
Yine herkes aynı rahle başında oturur. Fakat gönlünün vecdine göre, farklı seviyede istifâde eder ilâhî beyanlardan.
Yani kalbin temizliği nisbetinde Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde edilir. Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî ihtiraslardan ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyum olmazdı.”
Onun için Mevlânâ Hazretleri de:
“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.” buyuruyor.
Yine bir beytinde:
مَنْ بَنْدَهٔ ِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ
مَـنْ خَــاكِ رَهِ مُحَـمَّدْ مُخْـتَـارَمْ
“Bu can bu tende oldukça Hazret-i Kur’ân’a kulum, köleyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ve nurlu yolunun toprağıyım.” diyor.
Abdurrahman Topbaş:
Efendim, nesli yetiştirmede en büyük görev anne-babaya düşüyor, mâlum.
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Varsa anne-baba, varsa…
Abdurrahman Topbaş:
Bugün anne-babalar çocuklarına eğitimi çoğunlukla dünyevî planlara yönelik veriyor. Bu hususta anne-babalara neler tavsiye edersiniz?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Bir anne-baba için ilk tavsiye, merhamettir. Anne-babaya; “Senin merhametin ne kadar?” denilecek. Bak, burada evlâdın ölse ne kadar üzülürsün! Yarın ise öbür tarafta evlâdınla beraber olmak istiyorsan, evvelâ kendin istikâmet üzere olacaksın, sonra da evlâdının İslâm kültür ve ahlâkıyla yetişmesi için gayret göstereceksin. Zira âyet-i kerîmede:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ
“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyruluyor.
Yani bu hayatı istikâmet üzere yaşayanlara kıyâmetin o zor gününde böyle hitap edilecek. Büyük bir merasimle, selâmla, iltifatla Cennet’e dâvet edilecek.
Eğer; “Uydum kalabalığa, ne olacak canım, din kolay zaten! Ne var, tevbe edersin, olur biter!” dersen, bu, Yusuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerinin dediği gibi olur.
Tevbe ederiz, iş biter, kolayca atlatırız gibi… Lakin iş öyle değil. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)
En büyük hicran / en hazin ayrılık orada olacak. İnsanların bir kısmı Cennet’e giderken, belki en yakınları Cehennem’e gidecek. Bir anne-baba, çocuğu ateşli bir hastalığa tutulsa, sabaha kadar uyumaz, uyuyamaz. Doktor doktor gezer. Fakat maalesef bugün bir mâneviyat fukarâlığı başladı. Çocuklarının dünyevî istikbâlini ebedî istikbâlinden daha önemli görme gafleti, dindar dediğimiz âilelere bile sirâyet etti. Görüyoruz; üniversite imtihanlarında anne-baba gidiyor, saatlerce kapıda heyecanla bekliyor. Çocuğum kadar heyecanlıyım, diyor.
Peki, bu çocuğa sen mâneviyatı için ne veriyorsun?
Bir mekteb-i âlem içerisinde olduğunun farkında mısın? Değil! Ya âhireti küçümsüyor, yahut da “Benim kalbim temiz, nasıl olsa Allah affeder!” diye düşünüyor.
Velhâsıl bu husus çok mühim.
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ûlsünüz.
Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.
Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’ûldür.” buyuruyor. (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)
Çoban ne yapar? En mühimi, çoban kurtlardan korur. Yani sürüsünü kurtlar vadisine sokmaz. Güneş’in altında bekletmez, kurak yerlerde gezdirmez, sulak ve yeşillik bir yerde bulundurur. Yaralı bir kuzuyu geride bırakmaz. Onu kucağına alır, sürüden ayırmaz. Çoban büyük bir vazife îfâ eder. Tabi bu çobanın merhametine bağlı. Ana-babanın merhametine bağlı. Onun için Cenâb-ı Hak;
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6) buyuruyor. İnsan kendisini ve çocuğunu Cehennem azâbından koruyacak.
Bu dünyada baba veya anne, önce ölebilir, yahut evlât önce ölebilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Fakat asıl facia, az önce bahsettiğimiz gibi, ebedî âlemde yolların ayrılmasıdır.
Abdurrahman Topbaş:
Bu tehlike, her müslümanın endişe duyması gereken bir husus, değil mi efendim?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Tabi, tabi. -Allah korusun- belki orada ana-baba bir tarafa gidecek, evlât bir tarafa gidecek. Koca bir tarafa gidecek, hanımı bir tarafa gidecek. En büyük facia orada!..
Onun için bir anne-babanın evlâdına yapabileceği en büyük iyilik, evlâdına bir bahçıvanın bahçesine dikkat etmesi gibi hassâsiyet göstermesidir.
Bir bahçıvan da bahçesiyle yakından alâkadar olur, onu zararlı haşerattan, farelerden korur, tavukların tohumlara zarar vermesini engeller vs… Yani kendi hâline bırakmaz. Kendi hâline bırakılan bir tarlada ne çıkar? Dikenli kaktüsler çıkar. Zira “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.” denilmiştir. Bugün de öyle.
Bugün Allah yolunda yapılan hizmetler çok mühim. Meselâ bir pınarın başında bulunsanız, gelen gidene su ikram etseniz, bu çok güzel bir şey. Fakat o bir bardak suyu, çölde susuzluktan kıvranan ve ölümle burun burana gelen bir insana taşısanız, bir can kurtarırsınız orada. Yangından bir insan kurtarırsınız.
Bugün bir mü’minin vazifesi de, uhrevî yangınlardan insan kurtarmaktır! Ve onu kurtarmaya da mecburdur. Hattâ mahkûmdur kurtarmaya! Zira mü’min, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen, diğergâm insandır.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-;
“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık.” buyuruyor:
“Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:
«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.
Yakasına yapışan kişi ise:
«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[3]
Aynı şekilde evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl eden ana-babalardan da evlâtları dâvâcı olacak!
Elbette ana-baba hakkı ödenmez. Evlâdının dünyevî-uhrevî saâdetini düşünen bir anne-baba, ömürlük bir teşekekküre lâyıktır. Fakat anne-baba, çocuğunu;
–Uydum kalabalığa, diyerek sokakların insafına bırakırsa,
–“Şu dünyevî merhaleyi alsın da, âhiret nasıl olsa kolay!” deyip zamanın şerlerinden korumazsa,
–“Yazın evlâdımı bir ay camiye gönderirim, iş biter!” diyerek dînî tahsili hafife alırsa, yahut;
–“Cumadan cumaya, bayramdan bayrama namazını kılsa kâfî!” deyip evlâdını ihmâl ederse…
Hâlbuki Cenâb-ı Hak ne buyuruyor;
“…Îman ettim demekle kurtulacaklarını mı sanırlar?..” (el-Ankebût, 2)
İşte bu sebeple evlâtlarının mânevî eğitimini ihmâl eden, onlara daha küçük yaştan itibaren ibadet alışkanlığı ve helâl-haram şuuru kazandırmayan anne-babalar, -Allah korusun- büyük bir vebâl altındadır.
Bunun için, evlâtları zamanın şerlerinden korumanın zorlaştığı günümüzde müslümanların vazifesi de ağır.
Bugün mesele, çöldeki insana bir bardak su götürebilmek. Düz yolda arıza yapan bir arabayı itmek kolaydır. Fakat bugün araba rampada arıza yapmış durumda. Onun için arabaya çok daha kuvvetli şekilde omuz vermek gerekiyor. Araba düze çıkınca, onun sahibi, kendisine yardım edenlere çok daha derin bir teşekkür hissiyâtı duyar.
Cenâb-ı Hak da dîni uğruna zor zamanlarda gösterilen gayret ve fedakârlıkları âdeta kendisine verilen bir borç gibi kabul ediyor. O gayretlerin mükâfatını bol bol ihsan edeceğini bildiriyor. Yine bu gayretleri, Kur’ânî tâbiriyle; “قَرْضًا حَسَنًا” yani karşılığı âhirette kat kat fazlasıyla ödenecek bir “güzel borç” olarak kabul buyuruyor.
Âdem Ergül:
Efendim, çok teşekkür ediyoruz. Allah râzı olsun. Mesajlar çok dolu dolu oldu. Umarız Yüce Rabbimiz bu mesajlarınız çerçevesinde, nesle ulaşmakta hepimize muvaffakıyetler ihsan buyursun.
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Âmîn, âmîn. Bu çok mühim bugün. Kendimizi ihyâ etmek, devrin akışından mes’ûl olmak.
Bir annenin yeni doğmuş yavrusuna karşı fıtrî vazifesi nedir? Ona süt vermesidir. Bunu severek de verir. Bir kedi bile beş yavrusuna sütünü severek veriyor. Fakat bir evde yangın çıkarsa, anne yavrusunu emzirmeye devam edemez. O vaziyette yavrusunu emzirmeye devam etmesi, evlâdına merhamet değil, bilâkis merhametsizliktir. Annenin o hengâmda yapması gereken, yavrusunu ateşten uzaklaştırmak ve yangını söndürmeye çalışmaktır. Bugün de öyle. Evlâtları mânevî yangınlardan kurtarmak, en hayâtî mesele…
Abdurrahman Topbaş:
Efendim, size yöneltmemiz için bize ulaştırılan suallerden değil ama, müsaadeniz olursa, sizin gençlik yıllarınıza ait, o zamanki eğitim hayatına dair hâtıralarınızdan, bugünkü gençliğe ışık tutacak birkaç misal istirham edebilir miyiz?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Hâtıra çok evlâdım. Evvelâ, o zamanki halkın durumu nasıldı?
“–Nereye gidiyorsun oğlum!” derdi tramvayda yaşlı bir kadın.
“–İmam Hatip!” deyince;
“–Ooo, sen cenaze mi yıkayacaksın!” derdi.
“–Niye doktor, mühendis, mimar vs. olmuyorsun?” derdi.
Yani toplumdaki hava buydu. Çünkü Tevhîd-i Tedrisat kanunu çıktı, dînî eğitim yasaklandı. Onun için insanlar ekseriyetle dünyevî plana ehemmiyet vermeye başladı.
Elhamdülillah, o zamanlar İmam-Hatip’teki hocalarımız; kalbinden, rûhundan, gönlünden rahmet taşıran insanlardı. Sabahları erkenden gelirlerdi. Her türlü hizmeti yaparlardı, aman talebe buradan dağılmasın diye. Bunun gayreti içinde olurlardı. Hepsi büyük bir şevkle gelirdi.
Celâl Hoca, Parkinson hastası idi. Bir talebenin koluna girerek gelirdi derse. Fakat tâbiri câiz ise, bir damadın düğüne gidişi gibi büyük bir iştiyakla mektebe gelirlerdi. “Hamd olsun, Allah bugün de bana, dînini tebliğ etme fırsatı verdi.” düşüncesinde idiler. Aşk ve gayretlerini tarife imkân yoktu! Bu şekildeydi.
Tabi, aradan altmış sene geçti. Belki daha fazla. Hocalarımızın birçoğunu biz hâlâ unutmadık.
Nurettin Topçu’yu unutmadık, Celâl Hoca’yı unutmadık, Mahmud Bayram Hoca’yı unutmadık.
Fakat kimi hocalar da bir vazife savma kabilinden, âdeta bir hayal gibi derse gelip gidiyordu. Onların ismini, cismini, her şeyini unuttuk.
Onun için bir hocanın, bir eğitimcinin gönül dünyası çok mühim. Derse bir ibadet heyecanıyla, bir mâbede girer gibi girmesi lâzım. Kendini derse rûhen hazırlaması lazım. Bizim ilk İmam-Hatip yıllarımız böyleydi.
Abdurrahman Topbaş:
Silgi bulamayınca -talebenin vakti ziyan olmasın diye- koluyla tahtayı silen bir hocanız varmış Efendim. Biraz da ondan bahseder misiniz?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Mahmud Bayram Hoca’ydı o. Onun bize her hâli tesir ederdi. Yolda hızlı gider, koşar gibi yürürdü. Hattâ o zaman şunu dermiş bir arkadaşına:
“–İlim Yayma Cemiyeti herkese, fakir talebeye ceket, pantolon verirdi. Bize hiç sorulmazdı. Ben derse emanet ceketle gelirdim!”
O fedakârlık, o gayret… Mahmud Hoca gelip geçse bile, onun üzerimizdeki müsbet tesiri hâlen devam ediyor.
Hastalanmıştı. Felç gibi olmuştu. Ziyaretine gittim. Bir adımını dahî zor atıyordu. Şöyle bakmışım ben kendisine. “Ben hayatımdan memnunum oğlum!” dedi. “Eskiden ben koşardım. Şimdi her adımda Allah diyorum. Bu hastalık bana daha çok Rabbimi hatırlattı!” dedi.
Yani müslüman her yerde güzeli bulacak, her hâlükârda güzel düşünecek. Rûhunu zarifleştirecek. Bir kul, Cenâb-ı Hak ile beraber olursa, ondan daha zengin, ondan daha müreffeh, ondan daha huzurlu bir kul olabilir mi?
Cenâb-ı Hak, kalplerde onlar için birer sevgi yaratıyor. Mevlânâ Hazretleri 700 senedir devam ediyor. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri 400 senedir devam ediyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri 600 senedir devam ediyor.
Cenâb-ı Hak vefatlarından sonra da onların hizmetlerini devam ettiriyor. Rûhâniyetlerini devam ettiriyor. Çünkü onlar ne oldu? Cenâb-ı Hakk’a dost oldu.
Allah kulluğumuzu unutturmasın. Gerisi boş! Dünya senin olsa, ne kadar senin kalacak? İstanbul, Marmara Denizi senin olsa, ne olacak?
Senin miden ile herkesin midesi aynı. Kabını okyanusa da daldırsan, kabının hacmi kadar su alabilirsin. Fakat Cenâb-ı Hakk’a kul olduğun zaman, gönülde sonsuz ufuklar açılıyor. Her şey bambaşka oluyor. O zaman, bizim Nurettin Topçu Hoca’nın dediği gibi:
“O zaman çiçek seninle konuşur, gül seninle konuşur, tabiat seninle konuşur. Sen ayrı bir lisan kazanırsın. Gülle, sümbülle vs. hepsiyle dertleşirsin.”
Rahmetli Nurettin Topçu gelirmiş Üsküdar’a. Üsküdar’dan Çamlıca’ya yürüye yürüye çıkarmış. Orada ikindiye kadar kalır, tabiatla konuşur, dertleşir, ondan sonra gidermiş.
Hüdâyî Hazretleri de konuşuyordu. “Zikir hâlinde gördüm, kopartamadım hiçbir çiçeği.” diyor.
Yunus Emre, sarı çiçekle konuşuyor.
Esas sanat, o dili öğrenebilmek. O dili öğretecek olan da, kâğıt-kalem değil, kalptir.
Âdem Ergül:
Muhterem Efendim, son olarak, global kültürün ve seküler düşüncenin her yanı istilâ ettiği günümüzde, müslüman bir gencin nasıl bir kültüre sahip olması gerektiği hususunda ne buyurursunuz?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:
Kültürün esası, üç unsurdan müteşekkildir:
Din, Dil ve Tarih…
Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olmaktır. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini ancak; din, dil ve tarih şuuruyla devam ettirebilirler.
Tarihten bugüne her millet kendi kültürüyle yaşıyor. Yahudiler, kendi kültürüyle yaşıyor. Hristiyanlar kendi kültürüyle yaşıyor. Budistler, kendi kültürüyle yaşıyor. Ateistler, kendi materyalist kültürleriyle devam ediyor. Kapitalistler de kendi nefsânî kültürleri içinde yaşıyor.
Müslüman bir toplumun hayatiyetini devam ettirmesi de ancak kendi öz kültürüne, mânevî kimliğine sahip çıkmasıyla mümkündür.
Bir toplumda, din, dil ve tarih şuuru diri ise, fert de toplum da diri demektir. Bunlar ölü ise, o zaman fert de toplum da yok olmaya mahkûm olur.
Niçin?
Çünkü DİN; dünyaya gelişimizin, yaşayışımızın ve ebedî hayatımızın yegâne reçetesi. O reçete olmadan insan, iki dünyada da hüsrana uğrar.
Din, her şeyden önce;
–Kâinâtın ve insanın yaratılış gayesini idrâk etmeyi sağlar.
–Kundak ile kefen arasındaki hayatı tanzîm eder. Fertten aileye, aileden topluma, husûsî hayattan sokağa ve meydanlara, yeme-içmeden iktisâda, hayatın her safhasında; mü’minin hayatını en güzel ve en ideal ölçülerle düzenler. Aldığımız nefesten attığımız adıma kadar, mükelleflerin bütün fiilleri hakkında hükümler inşâ eder.
İslâm, beşerî bir ideoloji değildir. Bütün ideolojilerin üstünde, fert ve topluma iki cihan saâdeti bahşeden, mükemmel bir dünya görüşüne ve engin bir tefekkür ufkuna sahiptir.
Kültürün esaslarından ikincisi “DİL”dir.
Malûm; bütün mahlûkatta dil var. Fakat en gelişmiş ifade imkânı insana verilmiş.
Dolayısıyla insanın dili, müstesnâ bir ilâhî nîmet.
Çünkü dil; dînin ortaya koyduğu hak ve hakîkatlerin ifade vâsıtası.
İnsan, kelimelerle düşünür, lisân sayesinde tefekkür ufkunu genişletir. Yani din, ancak dil ile anlatılır. Bunun için Rabbimiz, kendi katından insanlara kitaplar göndermiş. Son olarak da aynı zamanda bir lisan mûcizesi olan Kur’ân’ı nâzil etmiştir.
Ayrıca mü’min, Kur’ân’ın telkin ettiği zarif bir üslûp ile konuşacak. Dili yılan ve akrep dili olmayacak. Hiçbir kalbe diken batırmayacak. Bilâkis İslâm’ın nezâket ve zarâfetini tevzî eden tatlı bir üslûba sahip olacak.
Dinin ve dilin yanında kültürü tamamlayan üçüncü unsur ise, TARİH…
Çünkü insan, tarihle dâimâ iç içe. Tarih, insanın geçmişi ve geleceği arasında nasıl bir yolculuk yaptığının en bâriz aynası.
Tarih bilmeden hâdiselerin sebep ve neticelerini doğru tahlil edebilmek, mümkün değil!
Tarih bilmeden, kıssalardan hisseler çıkarmak mümkün değil!
Bu itibarla tarih, yaşanan hâdiseler ışığında milletlerin müstakbel yollarını aydınlatan bir meş’aledir.
Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmuasıdır.
Toplumun, maddî ve mânevî değerlerinin bittiği yerde tarih biter, millet biter, insan biter, iz’an biter, her şey son bulur.
Velhâsıl bütün bu hasbihâlimizi hulâsa edecek olursak;
- Evvelâ kendi şahsiyetimizi Kur’ân ve Sünnet ikliminde en güzel şekilde inşâ edeceğiz.
- Tefekkürümüzle, ibadetlerimizle, ahlâkımızla, Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul, topluma örnek bir müslüman olmaya gayret edeceğiz.
- İctimâîleşmek sûretiyle, kendimizi toplumdan ve devrin akışından mes’ûl göreceğiz.
- Ve ardımızda bizler için sadaka-i câriye ve hayru’l-halef olacak sâlih bir nesil bırakmaya çalışacağız.
Rabbimiz, his ve fikirlerimizi rızâsıyla teʼlif buyursun. Îman olgunluğu içinde, Kur’ân ve Sünnet ikliminde, nezih bir hayat yaşayıp yaşatmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Bkz. el-Bakara, 129; Âl-i İmrân, 164; el-Cuma, 2.
[2] Bkz. Buhârî, Rikāk, 38.
[3] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan,
İstanbul ts., V, 384.