Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -15-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2021 – Mart, Sayı: 421

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Şol kahırla[1] kazananlar
Güle güle yedirenler
Götürdüm perdelerini
Dîdârıma baksın demiş

[Merhamet, mü’minin alâmet-i fârikası; candan ve maldan fedakârlık da, îmanlı gönüllerin en büyük sanatıdır. Sâlih mü’minlerin şiârı olan cömertlik ise, illâ maddî varlıklardan vermek mânâsına gelmez. Yerine göre bir tebessüm, tatlı bir söz, düşenin elinden tutmak, bir din kardeşinin derdini dinlemek, onunla vaktini, emeğini, ilmini, gönlünü paylaşmak da birer infaktır. Bu sebeple İslâm, en yoksul mü’minin dahî diğergâm, cömert ve fedakâr olmasını ister.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün mü’minleri “gönül zengini” olarak kabul ederdi. Bir mü’minin cömertlikten geri kalmasına gönlü râzı olmazdı. Nitekim ashâb-ı kirâmın en fakirlerinden biri olan Ebû Zer -radıyallâhu anh- buyurur ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle vasiyet etti:

«Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikram et!»” (Müslim, Birr, 143)

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın çorbasına ilâve edebilecek bir bakliyâtı dahî yoktu. O derece fakir bir sahâbî idi. Fakat Efendimiz ona bile cömert davranmasını tavsiye buyurdu. Yani sahâbe nesli için infak ve cömertlik hususunda, yoksulluk dahî bir mâzeret teşkil etmiyordu.

Demek ki cömertlik, hangi ahvâlde olursa olsun, her müslümanın tabiat-i asliyesi olmalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“O (takvâ sahipleri) ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.

Yani takvâ ölçülerine göre bakıldığında; zekâta muhtaç olan dardaki bir müʼmin dahî infâk ehli olmalıdır. Öyleyse, hâli-vakti yerinde olan varlıklı mü’minlerin ne kadar cömert olması lâzım geldiğini, bu hakîkat ışığında tefekkür etmek gerekir.

Unutmayalım ki zekât, dînen zengin sayılanlara; cömertlik ve infâk ise zengin-fakir her müʼmine ilâhî bir emirdir. Nitekim Kurʼân-ı Kerîmʼde infâka teşvik, zengin mü’minlerin asgarî cömertlik sınırını belirleyen zekâttan çok daha fazla yer almaktadır. İnfak, zengin-fakir her müslümanın mükellefiyetidir.

Nitekim hiçbir şeyi olmayan fakir sahâbîler bile “biz infaktan muafız” diyerek bir kenara çekilmemişlerdir. Bilâkis onlar dahî infak ve ikram fazîletini yaşayabilmek için, kimi zaman dağlardan odun kesmiş, kimi zaman kuyudan su çekmiş, kimi zaman da çarşıda hamallık yapmış ve kazandıklarını Allah Rasûlü’nün huzûruna getirip infâk etmişlerdir.[2]

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisi de muhtaç olan bir kulun; alın teriyle, el emeğiyle ve nice meşakkatlere katlanarak kazandığı helâl bir maldan yaptığı infâkın, Allah katında en fazîletli amellerden olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Bu itibarla, yalnızca bir hurması olan, onun yarısını infâk etmekle bile Cennetʼi kazanabilirken, büyük servet sahibi bir müʼmin, tonlarca hurma infâk etse de, servetine kıyasla mühim bir yekûn tutmadığı takdirde, o fakirin yarım hurmasının ecrini kazanamaz.

Dolayısıyla İslâm’da gerçek zenginliğin ölçüsü, cüzdan kabarıklığı değil, gönül zenginliğidir. Bir hadîs-i şerîfte de buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak, kullarının dış görünüşlerine ve mallarına değil, ihlâs ve takvâ bakımından kalplerine ve amellerine bakar.[3]

Demek ki Allah katında mühim olan, yapılan hayırların miktarından ziyâde, hangi fedakârlık seviyesinde yapıldığıdır. Bundan dolayıdır ki, Mekke Fethi’nden evvelki zorluk ve yokluk zamanında yapılan fedakârlıklar, fetihten sonraki rahatlık zamanında yapılan fedakârlıklardan kat kat daha kıymetli sayılmıştır.[4]

Bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetinde büyüktür. Bu sebeple zor şartlar altındayken dahî cömert, diğergâm ve fedakâr davranabilmek, Hakk’a yakın gönüllerin ahlâkıdır.

Meselâ Yermük Harbi’nde, can çekişip susuzluktan inlerken, bir başka yaralı din kardeşini kendine tercih ettiği için susuz hâlde şehâdet şerbetini içen üç şehîdin ortasında kalan bir kırba su, belki nicelerinin rahat zamanlarda yaptığı dağlar kadar büyük hayır-hasenâtı, fazîlet bakımından, fersah fersah geride bırakmıştır.

Zira bir pınarın başında ikram edilen su ile Güneş’in kavurduğu bir çölün ortasında susuzluktan ölmek üzere olan birine ikram edilen su arasında -maddî bakımdan bir fark olmasa da- muazzam bir kıymet ve ehemmiyet farkı vardır.

Bunun içindir ki İslâm, maddî durumu ne olursa olsun, her müslümanın merhamette mesafe katetmesini ister. Gönlünü, içinde bütün mahlûkatın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı hâline getirmesini, diğergâm, merhametli, cömert ve fedakâr bir insan olmasını arzu eder.

İşte Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-’ın nakline göre, İslâm ahlâkını gönlüne nakşetmiş siyâhî bir köle, bu şuur sayesinde, günlük nafakası olan üç ekmeği, aç bir köpekle karşılaşınca ona verip kendisi sabretmeyi tercih edebiliyordu.

Yine Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri aynı gönül ufkunu sergileyen bir hâtırasını şöyle anlatmıştır:

“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun!..» dedi. O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«−Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bunun karşılığında şu aç insanı doyuruver!» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”

İşte îsâr ahlâkı, yani din kardeşini kendine tercih edebilmek ve nice zorluklara katlanarak kazandığını, kalbinde hiçbir endişe duymadan, bilâkis sevinerek Allâh’ın kullarıyla paylaşabilmek; peygamberlerin, evliyâullâh’ın ve sâlih mü’minlerin şiârıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ümmetinin açlarını doyurmadan huzur bulamaz, onları doyurmanın mânevî zevk ve lezzetiyle âdeta kendi açlığını unuturdu. Allah yolunda infâk edebildiğini kâr sayardı. Bir insanı perişan bir hâlde görse, hüznünden âdeta mübârek sîmâsının rengi değişir, onun ihtiyacını giderdiğinde ise, duyduğu huzur ve saâdetin nûru gül yüzüne yansırdı. İkram ve ihsanlarda bulunduğu kimselerin sevincinden daha büyük bir sevinç duyardı.

Nitekim bir Arap şâir, Peygamber Efendimiz’in bu yüce ahlâkını şöyle dile getirir:

“Şayet bir kimse Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse, medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, Sen ise verirken gülersin.”

Hakîkaten, Allah için makbul bir infakta bulunabilmek, yüksek ruhların bir sanatıdır, yüce bir şereftir. Mü’min, kendisini bir hayra muvaffak kıldığında Allâh’a şükretmeli ve bunun mânevî hazzıyla sevinmelidir. Bu yüzden de infak ve ikramını, büyük bir nezâketle, güler yüzle ve sevinerek takdim etmelidir.

Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lûtuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhâtabına teşekkür etmelidir.”

Nitekim bizler, bu nezâket ve zarâfeti büyüklerimizden görmüştük. Merhum pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, o ikramın muhtaçtan önce Allâh’ın kudret eline geçeceği şuuruyla, büyük bir nezâket ve titizlik gösterirdi. Verilecek meblâğı bir zarfa koyar, üzerine de; “Muhterem, filân efendi! Hediyemizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…” şeklinde, son derece zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

Her ibadetin bir âdâbı-erkânı olduğu gibi, infâkın da bu maddî ve mânevî edeplerine riâyet etmek, son derece ehemmiyetlidir. Zira bu nevî inceliklere dikkat etmemek, -Allah korusun- o hayırlardan beklenen ecrin zâyî olmasına sebebiyet verebilir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir…” (el-Bakara, 263)

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde, malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar…” (el-Bakara, 264)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ârif can verir duymaz, yalancı mala kıymaz;
Yalan ile gerçeği, beraber tutmayalar…

[Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğulları Hâbil ile Kābil, Allâh’a birer kurban adamışlardı. O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu mallar, bir dağ başına konulur, bir müddet sonra gidilip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurbanın, Cenâb-ı Hak tarafından kabûl edilmiş olduğu anlaşılırdı.

Sâlih ve müttakî bir kul olan Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Kurban vermek için, içlerinden en semiz ve gösterişli olan bir koçu seçti. Kābil ise, ziraatle meşguldü. Fakat gözünü hırs bürüyüp gönlünü haset ateşi sarmış bulunduğundan, o gaflet içinde, gidip cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurban olarak ayırdı.

Hâbil ile Kābil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkîk etmek için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koçun kabûl edilmiş olduğunu; Kābil’in cılız buğday demetinin ise bıraktığı gibi durduğunu gördüler. (İbn-i Sa’d, I, 36)

Âyet-i kerîmede:

(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hacc, 37) buyrulduğu gibi, kulun Hak katındaki kıymeti de, kalbindeki Allah korkusu ve muhabbeti kadardır.

Muhabbetin kantarı, fedakârlıktır. Allah muhabbetinin en mühim nişânesi de, kulun gerektiğinde Allah için ne kadar risk alabildiği ve sevdiği şeylerden ne kadar fedakârlıkta bulunabildiğidir. Bunlar, kulun Allâh’a muhabbet ve yakınlık derecesinin en çok test edildiği iki imtihan vesîlesidir.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- canıyla, malıyla, evlâdıyla muhabbetullah imtihanlarından geçti, hepsinde de Rabbini tercih ederek Allâh’ın halîli/dostu oldu. Cenâb-ı Hakk’a kalben yaklaştıkça, derûnunda öyle ufuklar açıldı ki, Allah için yaptığı o muhteşem fedakârlıkları bir “hiç” hükmünde gördü. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ilticâ ederek:

(Yâ Rabbi, insanların) diriltileceği gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, canını, malını, her şeyini Allah Rasûlü’ne adadı. Fakat kendini hiçbir şey yapamamış bir abd-i âciz olarak gördü:

“–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Rasûlâllah?!” dedi.[5] Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etti.

Buna mukâbil, bazı kimseler de Peygamber Efendimiz’e gelerek, zekât vermekten ve Allah yolunda cihâd etmekten muaf tutulmalarını talep ediyorlardı.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“…Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (el-İsrâ, 84)

Dolayısıyla kulların bu cihanda Allah için gösterdikleri fedakârlıklar, onların Hak katındaki mevkîlerine de işaret etmektedir.

Kalbi muhabbetle Allâh’a bağlı olan gerçek bir mü’min; ibadetlerini, sâlih amellerini, gayret ve fedakârlıklarını en güzel şekilde yapmaya çalışır, fakat bunların âdeta okyanusa dökülen bir kova su misâli, bir “hiç” hükmünde olduğunu bilir. Kendini henüz hiçbir şey yapamamış, âciz bir kul olarak görür. Ebedî âkıbeti hususunda yüreği tir tir titrer. Son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayreti içinde yaşayıp dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna, keremine, rahmet ve mağfiretine sığınır.

İnsan ne kadar acıkırsa acıksın, iki-üç kap yemekle karnı doyar. Ardından en lezzetli yemekler bile ikram edilse, artık gınâ gelir, onları yiyemez. Dünyevî lezzetler böyledir. Fakat uhrevî lezzetlerde doyum yoktur. Bunun için Allah yolundaki gayretlerin mânevî lezzetini tatmış bir mü’min, aslâ amellerini kâfî görmez. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Mü’min, sonunda varacağı yer Cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19/2686)

Dolayısıyla son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayreti içinde bulunur. Hakk’a yakın gönüllerdeki kulluk edebi böyledir.

Bunun zıddına, îmânın halâvetini ve Allah yolundaki gayretlerin mânevî lezzetini lâyıkıyla tadamamış kullar ise, âdeta mecbûriyet savma kabîlinden yaptıkları azıcık amellerini gözlerinde büyütürler. Kulluk gayretlerini toplumdaki gâfillerin durumuyla kıyaslayıp kendilerini ebedî kurtuluşu garantilemiş gibi görürler.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, yüce Zât’ına kulluğun nasıl yapılması gerektiğini görüp hâlimize çekidüzen vermemiz için; peygamberlerini, sâlih kullarını, Ensâr ve Muhâcirleri örnek göstererek, onlara güzelce tâbî olmamızı istemektedir.

Cenâb-ı Hak:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birr’e (yani îman, ibadet, ahlâk ve fazîlette hayrın kemâline) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Bilhassa bu mübârek üç aylar mevsiminde, bu âyet-i kerîme muktezâsınca, Allah yolundaki gayret ve cömertliğimizi test etmeliyiz. Bir infakta bulunurken kalbimizi yoklamalıyız:

“Acaba verirken seviniyor muyuz? Yoksa içimizde dünyevî kaygılar, nefsânî tereddüt ve sıkıntılar mı yaşıyoruz?”]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Sanatın yeğreği[6] çün namaz imiş hoş pîşe[7]
Namaz kılan kişide olmaz yavuz[8] endişe

[Kalp ve beden âhengiyle, yani tâdil-i erkâna riâyet ederek ve huşû içerisinde kılınan bir namaz, mü’min gönüllerin en güzel sanatıdır. Cenâb-ı Hak, lâyıkıyla kılınan bir namaza büyük mükâfatlar ihsan eder. Bu mükâfatların belki de en büyüğü, namazın insanı çirkin hâl ve davranışlardan korumasıdır.

Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Namazı (dosdoğru) kıl. Çünkü (dosdoğru kılınan bir) namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek (olan namaz) elbette en büyük ibadettir…” (el-Ankebût, 45)

Namaz, mü’minler için aynı zamanda büyük bir mânevî eğitimdir. Namaz kılan bir kul, her şeyden önce kalbinden geçenlere dahî vâkıf olan Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna durmanın heyecanını yaşar. Bu hissiyat ile Cenâb-ı Hakk’a arz edilmeye lâyık olmayan bütün fâsit düşünceleri, kötü niyetleri ve nefsânî arzuları gönlünden çıkarmaya gayret gösterir.

Yani namaz, bir tür mânevî arınma terbiyesidir. Günahlara karşı mukâvemeti artıran bir irâde eğitimidir. Namaz, ihsan duygusunu, yani kendimizi her an ilâhî kameraların gözetimi altında bilme şuurunu kazandıran bir ibadettir. Rabbinin huzûrunda bu gönül mîrâcını yaşayan bir kul, namazdan sonra da O’nun râzı olmadığı her hâl ve davranıştan titizlikle sakınma hassâsiyeti kazanır.

Yine namaz, ilk farz kılınan ibadettir. O, aslında Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu birçok hususu kendisinde cem etmiş olan, büyük bir ibadettir.

Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün keyfiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, tesbîhat, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder. Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı Saâdet’in hâllerine benzeyen en sağlam ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”[9]

Bunun için mü’min, namazını büyük bir huşû içinde ve tâdil-i erkâna riâyetle kılmalıdır. Hattâ namazını, hayatının en fazîletli amelini işlemekte olduğu hissiyâtıyla edâ etmelidir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Allah buyruğun tutgıl, namazın kılıp gitgil
Namazın kılmayınca zinhar varmagıl işe

[Namaz, mü’minin en öncelikli vazifesidir. En fazîletli namaz da, ezan okunur okunmaz, ilk vaktinde ve mümkünse cemaatle kılınandır.

İlk vaktinde kılınan namazın ayrı bir huzuru olur. Cenâb-ı Hak namaza öncelik verenlerin işlerine ayrı bir bereket ve kolaylık ihsan eder. Fakat mâzeretsiz olarak namaz geciktirilirse feyzi azalır. Onun geciktirilmesine sebep olan işlerin de bereketi olmaz.

Bunun için, ezan okunduğu zaman, sâlih mü’minler âdeta hayatı durdururlar. Cenâb-ı Hakk’a olan vazifelerine öncelik verir, sonra halka karşı vazifelerine -yine kalpleri Allâh’a bağlı kalmak kaydıyla- devam ederler.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün çarşıda dolaşırken namaz vakti gelmişti. Müslümanların ezanı duyar duymaz tezgâh ve dükkânlarını kapatarak câmiye gittiklerini gördü. Bunun üzerine şöyle dedi:

“–Allah Teâlâ’nın:

«Öyle adamlar vardır ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.» (en-Nûr, 37) diye medhettiği kimseler işte bunlardır.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, III, 306; Heysemî, VII, 83)]

Cenâb-ı Hak; namazlarımızı mîrâc ufkunda kılabilmeyi, bütün kulluk vazifelerimizi aşk, vecd ve şevk içinde îfâ edebilmeyi, ilâhî rızâ ve muhabbetine nâil olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Kahır: Zorluk, ezâ, cefâ.

[2] Bkz. Buhârî, Zekât 10, İcâre 13; Müslim, Zekât, 72; Buhârî, Zekât, 10.

[3] Bkz. Müslim, Birr, 34.

[4] Bkz. el-Hadîd, 10.

[5] Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253.

[6] Yeğrek: Daha iyi, daha üstün.

[7] Pîşe: Sanat, iş, meslek.

[8] Yavuz: (Eski Türkçe’de) kötü, fenâ, azgın, yaramaz. (Sonraki asırlarda, yaman, güçlü mânâlarına dönüşmüştür.)

[9] Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 73.