Hak Dostlarından Hikmetler
2018 – Ocak, Sayı: 383, Sayfa: 032
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri (d. 1078 – v. 1166) buyurur:
“İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.”
[Allâh’a kul olamayanlar, nefislerinin hevâ ve hevesine kul-köle olmaktan kurtulamazlar. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini (kötü duygularını ve nefsânî ihtiraslarını) kendisine ilâh edineni gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyurmaktadır.
Hadîs-i şerîfte de:
“Allâh’a göre gök kubbe altında ibadet edilen sahte ilâhlar arasında, peşine düşülen hevâdan (nefsânî arzulardan) daha ağırı ve daha kötüsü yoktur.” buyrulmuştur. (Heysemî, I, 188)
Bunun içindir ki hevâ ve heveslerine karşı mücâdele eden sâlih kullar, diğer bir hadîs-i şerîfte de;
“(Esas) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” buyrularak medhedilmiştir. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed, VI, 20)
Nefsin var oluş hikmetini, insana veriliş gayesini, onun hile ve tuzaklarını bilmeyenler, Rab’lerine kulluklarını da lâyıkıyla idrâk edemezler. Bunun içindir ki; “Nefsini bilen Rabbini de bilir.” buyrulmuştur.
Hakîkaten nefsin hile ve tuzakları bitmek bilmez. Meselâ nefs, ibadette bile kulu tuzağına düşürebilir. Yaptığı ameller sebebiyle kişiyi gurur ve kibre sevk ederek o amellerin içinin boşalmasına ve ecrinin zâyi olmasına sebebiyet verebilir. Bunun için kul, sâlih ameli îfâ etmekle kalmamalı, bir de nefsini susturabilmelidir. Yani “ben şu kadar hayır-hasenat yaptım” diye övünmekten sakınmalı, o hayırları işleyebilmenin de Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bir lûtfu olduğu idrâki içinde bulunmalıdır.
Bunun içindir ki büyükler;
“İki şeyi unut!” buyurmuşlardır. Biri; “sana yapılan kötülüğü”, diğeri de “yaptığın iyiliği” unut!
Zira ham ve nâdan bir nefs; yaptığı iyilikleri, ibadetleri, sâlih amelleri kulun gözünde büyütüp bunları gurur ve kibir sermayesi hâline getirmek ister. Bu tuzağa düşen bir kul, ameline güvenme zaafına sürüklenir. Hâlbuki kulu kurtaracak olan ameli değil, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetidir. Bütün ameller -tıpkı duâlar gibi- Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır.
Nitekim Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, kardeşine yazdığı bir mektupta bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:
“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum…
Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan da, Allâh’ın rahmetinden ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.”[1]
Demek ki amellerini gözünde büyüterek onları ebedî kurtuluşu için kâfî görmek, nefsin tuzaklarından birine düşmek demektir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma!..”[2] niyâzında bulunarak, nefsin tuzaklarına karşı dâimâ uyanık bulunmanın ehemmiyetine işaret buyurmuşlardır.
Bu bakımdan, mânevî terbiye ile nefsin tezkiye edilip menfîliklerden arındırılması, son derece lüzumlu bir vazifedir. Riyâzat ve mücâhede usulleriyle, yani ihtiraslarını dizginleyip hoşlanmadığı sâlih amellere zorlamak sûretiyle nefsi hizaya getirmek şarttır. Zira kelime-i tevhîdin hakîkatine de, makbul bir kulluğa da ancak bu sâyede ulaşılabilir.
Allâh’ın rızâsı da, ekseriyetle nefsin hoşlanmadığı ve îfâsında zorlandığı amellerde gizlidir. Nitekim Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- bu hakîkati şöyle ifade etmiştir:
“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefsin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize üstünlük ve zafer yolları açıldı.
Yine Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de:
«(Onların bu hâli) mü’minlerden bir zümre kesinlikle istemediği hâlde, Rabbinin Sen’i evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki hâlleri) gibidir. Gerçek ortaya çıktıktan sonra, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) Sen’inle tartışıyorlardı.» (el-Enfâl, 5-6) buyurarak târif ettiği vaziyette, Allah Rasûlü’yle birlikte Bedir Gazvesi’ne çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti.
Velhâsıl biz, en büyük hayırlara, hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)
Demek ki Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin buyurduğu gibi dâimâ; “Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey oğul! Nefsine karşı cihâdında sana yardım eden kimseyle arkadaş ol, onun sohbetinde/dostluğunda bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma!”[3]
[İnsanı, doğru yola da yanlış yola da götüren, ekseriyetle, beraberinde bulunup ülfet ettiği kimselerdir. Nitekim hadîs-i şerîfte;
“Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)
En hayırlı dost; “Gel kardeşim! Fırsat eldeyken Allah için bir sâlih amel daha işleyelim, tembelliği bırakıp biraz daha kulluk gayretimizi artıralım…” gibi, hayırlı teşvik ve tavsiyelerle bulunan sâlih kimsedir.
Nitekim Tâbiîn neslinden Bilâl bin Sa‘d-rahmetullâhi aleyh-şöyle buyurmuştur:
“Senin dindarlığını artıran dost, her karşılaştığında avucuna bir altın koyan dosttan daha hayırlıdır.”
Dostun en fenâsı ise; “Gel arkadaşım! Fırsatımız varken dünyadan biraz daha zevk almaya bakalım, günümüzü gün edelim, bir daha mı dünyaya geleceğiz, eğlenip bugünlerin tadını çıkaralım…” diyerek gaflet ve nefsâniyete çağıran sefih kimsedir.
Unutmayalım ki bizi yoldan çıkarmak için yüzümüze gülüp iltifat eden, nefsimizin hoşlandığı şeylere davet eden biri, hakîkatte bizim dostumuz değil, ebedî hüsrâna uğramamızı isteyen hasmımızdır.
Buna mukâbil, bizi doğru yola getirmek için nefsimizin hoşlanmadığı sözlerle de olsa îkazda bulunan biri; bizim gerçek saâdetimizi, ebedî kurtuluşumuzu, velhâsıl iyiliğimizi isteyen hakîkî dostumuzdur.
Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” buyurmuştur.
Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde de hikmet dolu bir hikâye nakledilir:
Adamın biri uyurken ağzına bir yılan girer. Bunu gören ârif bir zât, o adamı kusturup içindeki yılanı çıkarmak için, ona niçin yaptığını söylemeden türlü cefâlar eder. Çünkü izah ederse, adam büsbütün korkup hâlini ıslâha mecâli kalmayacaktır. O ârif zât, içindeki yılandan haberi olmayan gâfil adamın acı sözlerine ve ağır hakaretlerine aldırış etmeden onu kusturabilmek için çürük meyveler yedirir, kamçısıyla vurur, kaçan adamı atıyla kovalar. Nihayet koşmaktan bîtap düşen adamcağızın safrası kabarır ve içindeki çürük meyvelerle beraber yılanı da kusar. İçinden çıkan kapkara yılanı gören adamcağız, bu defa o ârif zâta medyun ve minnettar olur. Gâfilâne söylediği acı sözleri için o sâlih kulun ayağına kapanıp af diler.
Anlaşılacağı üzere kıssadaki yılan, nefsi temsil etmektedir. Kişiyi nefsin tehlikelerinden koruyup onun hâlini ıslah edebilmek için -acı bir tedavi uygulasa da- onu ebedî acılardan kurtarmaya çalışan mânevî rehber ise ömürlük bir teşekküre lâyık olan sâlih bir dosttur.
Gâfil insan, iç dünyasında çöreklenmiş yılanların farkında olmaz. O yılanları bertaraf etmeden de onların ne kadar tehlikeli olduğunu idrâk edemez.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- zamanında gizli ilimler ve bilhassa sihirbazlık ilerlemişti. Bu sebeple Hazret-i Mûsâ da asâsını meydana attığı vakit, o bir yılan şeklinde gözükmüştü.
Tasavvuf ulemâsı, Hazret-i Mûsâ’nın asâsının -işârî mânâda- nefse delâlet ettiğini söylemişlerdir. Hazret-i Mûsâ, o asâya dayanıyordu. Cenâb-ı Allah onu attırınca, nefsinin ne büyük bir canavar olduğunu öğrendi ve ürktü. Çünkü Rabbi her şeyi en iyi bildiği hâlde Hazret-i Mûsâ’ya sormuştu:
“–Elindeki nedir?”
“–Asâdır, yâ Rabbi!”
“–Onunla ne yapıyorsun?”
“–Ona dayanıyorum…”
“–Ben’den başka dayanacak, sığınacak bir şey olmadığını bilmiyor musun? At onu elinden!..”
Hazret-i Mûsâ asâsını atınca, nefsin hakîkatini koca bir yılan sûretinde görmüştü. Fakat o büyük peygamber, nefsini ıslâh edip onun hakîkatini idrâk etmesi neticesinde, o asâ ile kavmine kurtuluş yolunu açmış ve Firavun’un sihirbazlarını âciz bırakmıştı…
Velhâsıl gerçek bir dost; seni nefsinin tehlikeli tuzaklarından kurtaran dosttur. Mânevî ve ebedî hayatının selâmetini, maddî ve fânî menfaatlerinden önde tutan kimsedir. Bu uğurda, gerektiğinde nefsinin hoşlanmayacağı nasihatlerde bulunmaktan çekinmeyen kişidir. Dolayısıyla o sâlih dosttan gelen acı îkazların bile aslında rûha şifâ ve rahmet reçetesi olduğunu unutmayıp onu baş tâcı etmek gerekir. Böyle sâdık bir dostu bulan kimse, en büyük serveti bulmuş demektir.]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey oğul! Eğer câhil, ikiyüzlü, münâfık, hevâ ve heveslerinin peşinde giden bir şeyh (müteşeyyih)[4] ile arkadaş olur, onun sohbetinde bulunursan; o senin nefsinin azmasına yardımcı olur. Bu tip şeyhlerin sohbeti, senin aleyhine olur.
Hakîkî şeyhler, dünya ve dünyalık için sohbet etmezler. Bilâkis âhiret için, mü’mini Allâh’a götürmek için sohbet ederler.”[5]
[İnsan, içinde bulunduğu çevreden tesir alan bir yapıya sahiptir. Kalp, ülfet ve ünsiyet ettiği kimselerin zamanla mizaç ve karakterine, rengine ve âhengine bürünür.
İmâm Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir. Nitekim Nûh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısı ve Lût -aleyhisselâm-’ın karısı bu sebeple Cehennem’e dûçâr olmuşlardır.
Dolayısıyla mü’min, bilhassa ebedî hayatını ilgilendiren hususlarda kimlerin tesir dairesi içinde bulunduğuna son derece dikkat etmelidir. Dostlarının, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayan, takvâ ehli, sâlih kimseler olmasına titizlik göstermelidir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çok sevdiği sahâbîlerinden Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya ve onun şahsında kıyamete kadar gelecek bütün ümmetine mühim bir îkazda bulunmuştur:
“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, istikâmetten sapanlardan alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)
Zira bir kimse zâhiren âlim de olsa, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde, takvâ üzere bir yaşayışı yoksa; bilhassa mânevî hayatın inşâsında, onun vereceği fikirlere, yapacağı telkinlere îtibar etmemek gerekir. Zira nefs ve şeytan, bu gibi şahısları, sûret-i haktan görünerek türlü hile ve tuzaklarla kendi safına çekebilir. Sonra da onları halkı irşâd etmek bir tarafa, âdeta idlâl ve ifsâd etmek için kullanabilir.
Dînî bir kisve altında dîne ve dindarlara zarar veren bu tür kimseleri teşhis hususunda en kat’î ölçü, Kitap ve Sünnet’tir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:
“Bir kişiyi havada uçarken bile görseniz, hâli Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”[6]
Nitekim kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olan Deccâl de birtakım fevkalâde hâller sergileyecek, bu sayede kandıracağı birçok insanı ebedî felâkete sürükleyecektir.
Bu itibarla, ashâb-ı kirâmın dînî hususlarda dâimâ Kitap ve Sünnet’i dikkate alma hassâsiyeti, hepimiz için örnek teşkil etmelidir. Öyle ki hadis râvîleri, bir hadis almak için uzun yollar katedip yanına gittikleri bir şahsın, hayvanını yanına çekmek için boş bir yem torbası göstererek kandırmakta olduğunu gördüklerinde, onun ahlâkını mûteber saymamışlardır. Yani bir hayvanı bile olsa “kandırma” ve “aldatma” zaafı içinde bulunan kişiyi, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline ehil görmemişlerdir.
Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye-rahmetullâhi aleyh-der ki:
“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)
İşte bugün de, dînî bilgisine mürâcaat edilecek kimseleri bu ölçüler ışığında değerlendirmek şarttır. Zira Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz: Dünya hırsına kapılmış din âlimi ve ilimden mahrum ham sofu.”[7]
Velhâsıl mânen tekâmül etmiş ilim ve irfan sahibi kimselere ülfet, ünsiyet, dostluk ve yakınlık göstermemiz îcâb eder ki, bizi de o mükemmelliğe doğru çekip götürsünler. Aksi hâlde irşad yerine idlâle mâruz kalmak, kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan, günümüzde maalesef birtakım câhil kimselerde; “Ben filân zâtın eteğine yapışırım, o beni âhirette kurtarır…” şeklinde bir telâkkî mevcuttur. Hâlbuki eteğine yapışılacak o zâtın dahî son nefeste îman selâmetiyle gidebilme hususunda hiçbir garantisi yoktur. Allâh’ın rahmetine sığınmak yerine sadece fânîlere güvenmek, büyük bir aldanıştır.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en yakınlarına bile bu hususta îkazlarda bulunmuştur:
“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Sahâbe-i kirâmın meşhur zâhid ve âbidlerinden olan Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde bir kadın:
“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikram etmektedir.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:
“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.
Kadın:
“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum…” (Buhârî, Tâbîr, 27)]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Kim ki dînin esaslarını kendi yaşayışında tatbik etmediği hâlde, kalbinde hikmet nurları bulunduğunu iddia ederse o, yalancıdır. Zira şurası iyi bilinmelidir ki dînin/şerîatin şahitlik etmediği her hâl, zındıklıktır.” [8]
[Her insanın içine zaman zaman birtakım zuhurat, tuluat, sunuhat ve ilhamlar gelebilir. Fakat bunların Rahmânî mi şeytânî mi olduğu, ancak şer’î kıstaslarla ortaya çıkar.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:
Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle hoşnudum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.” dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
“–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.” dedim.
Bunun üzerine şeytan:
“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazl u keremi olduğu idrâki içinde şükürler eyledim.
Bu sözleri dinleyen cemaatten biri sordu:
“–Ey Abdülkâdir! Onun şeytan olduğunu nereden anladın?”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri cevap verdi:
“–Sana haramları helâl kıldım, demesinden!..”
İşte bu, her mü’minin ömrü boyunca muhtaç olduğu bir firâsettir. Zira bir kul, sâlih amelleri ve güzel ahlâkı sebebiyle helâl-harama riâyet mükellefiyetinden muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muaf tutulurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
Dolayısıyla namaz, oruç, zekât, hac ve diğer dînî mükellefiyetleri yerine getirmeyip; “Benim kalbim temiz, mühim olan da bu…” gibi gâfilâne lâkırdılarla, ilâhî emir ve nehiylere karşı sahte bir muâfiyet alanı açmaya çalışan zındıklara aslâ îtibâr etmemek gerekir.
Şunu da unutmamak îcâb eder ki, her devirde Allâh’ın dînini bozup gönülleri bulandırmak isteyen din tahrifçileri dâimâ var olagelmiştir. Bu gibi durumlarda mü’minler için fârukıyyet vasfı, yani hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilme firâseti, daha büyük bir ehemmiyet arz eder. Bunun için bizler de bilhassa genç nesillerimizle birlikte, Kur’ân ve Sünnet’e daha sıkı sarılarak din tahrifçilerinin tuzaklarını boşa çıkarmalıyız.]
Cenâb-ı Hak cümlemize, hakkı hak bilip ittibâ edebilmeyi, bâtılı da bâtıl bilip sakınabilmeyi nasîb eylesin. Bütün his, fikir, niyet ve amellerimizi, dâimâ rızâ-yı şerîfiyle te’lif buyursun. Kur’ân ve Sünnet’in nurlu ikliminde, râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşayıp âhirette de sâlihlerle birlikte haşrolunmayı, lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. Mektup.
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101.
[3] Fethu’r-Rabbânî (Abdülkadir Geylânî’nin Sohbetleri), Tercüme: Yaman Arıkan, sf. 335, İstanbul 1987.
[4] Müteşeyyih: Şeyh veya velî olmadığı hâlde o zâtlara âit hâl ve tavırları sun’î ve göstermelik bir sûrette sergilemeye çalışan sahtekâr kimse.
[5] Fethu’r-Rabbânî, sf. 335.
[6] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak; kâfir, münâfık, fâsık ve müteşeyyih kimselerden zuhûr eden bâzı hârikulâde hâllerdir. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları kademe kademe helâke sürükler.
[7] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 624.
[8] Fethu’r-Rabbânî, sf. 303.